SUSMAK: EDEBİYATIN VAZGEÇİLMEZ DURAĞI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Selman Bayer

    Edebiyat insanlık tarihi boyunca bir yazma/anlatma eylemi olarak vardı. İnsanlar hikâyelerini önce anlatarak sonra yazı marifetiyle kaydederek ölümsüzleştirdiler. Hâliyle edebiyat yalnızca gündelik hayatın berdevam olması ve zenginleşmesi için hayati bir unsur değil, insanın hikâyesi marifetiyle kendi ömründen daha uzun yaşamasını olanaklı kılan bir abıhayattır. İnsan için böylesine bir kudrete malik olan abıhayatın muhtevası yalnızca sözden ibaret midir? Anlatılanlar kadar anlatılamayanların, yarıda bırakılanların ve uzun bir sessizliğin içinde hayat bulanların da edebiyatta yeri yok mudur? Söz kadar sükût da bu efsunlu karışımın içinde hayati bir unsura sahiptir. Yani satır aralarında, hikâye sonlarında ve bizatihi hayatın müdahalesiyle söz konusu olan kesintilerde verilen esler, duraklar da edebiyata dâhildir. Bu bağlamda susmak, yazıya ara vermek, yazdıklarını sakınmak ve hatta yazıya küsmek de edebiyatın hâllerinden sayılmalıdır.

    Her iksir belirli bir oran, ideal bir kıvam neticesinde tesirini gösterebilir. Dil de böyledir. İnsanın uzun yolculuğunda en sadık yardımcısı olan dil aynı zamanda içinde hayati bir tehlikeyi de barındırabilir. Kadim dinler ve mistik öğretiler mutlak olanın sessizlik olduğuna dair iddialar ve tavsiyelerle doludur. Geçmişte olduğu gibi bugün de insanın kemalinin ve kurtuluşunun ancak susarak mümkün olduğunu söyleyen birçok kutsal ya da profan kayıt vardır. Kadim dinlerin ve öğretilerin olduğu kadar bu kaynaklardan beslenen sanat ve düşüncenin de dile dair böylesi bir yönelimi hep olmuştur. Buradaki temel hassasiyet temkindir. İnsanın susmaya davet edilmesi, sessizliğin tavsiye edilmesi dilin muhtevasında gizlenen tehlikeden dolayıdır.

    İslam öncesi cahiliye devrinde de susmak kemalin göstergesi olarak kabul edilirdi. Bir şiir toplumu olan Arap toplumu onca büyük şiir geleneğine rağmen yalnızca en iyilerini kaydediyor olması susmaya dair güvenin olduğu kadar dilin tehlikelerine karşı bir önlemin de işaretidir. Bu anlamda “Kelimeleri büyü gibi kullanmayın.” diyen İslam Peygamberinin başka bir hadîs-i şerifinde “Selamet isteyen, sükût etsin.” buyurduğunu hatırlarsak cahiliye devrindeki anlayışın İslam döneminde devam ettiğine şahit olabiliriz. Lakin cahiliye çağında radikal bir tutuma dönüşen ve hayatın rutinine kasteden sükûtun kutsallaştırılmasına yönelik bir dengeyi tavsiye etmiştir İslam. “Bütün geceye kadar susmak yoktur.” hadisi cahiliye çağında susmanın hikmetini değil de zahirini önceleyen anlayışa karşı bir uyarıdır. Hâliyle susmak her ne kadar kemalin göstergesi olarak kabul edilse de bizatihi hayata kasteden bir tabu hâline dönüşme ihtimalini de barındırır. O hâlde susmak sözün dilden kesilmesi değil, dilin kendini dinlenmeye almasıdır.

    İnsanın, kendi tarihi boyunca iletişim için ilk başvurduğu unsur dil olmuştur. Dilin yalnızca gündelik hayatın serpilip şenlenmesi için değil bizatihi insan aklının dünyaya bir şekil, nizam ve anlam verebilmesi için de hayati başvuru kaynağı olduğu aşikârdır. İlim, sanat, edebiyatın ana maddesi dildir. Lakin dilin kullanım prospektüsü tarih boyunca değişime uğramıştır. Yalnızca yetkin ve mahrem ortamlarda şifahi yolla aktarıma vesile olan dilin yazının bir kültürel araç olarak kendini kabul ettirmesi ve sonrasında kitabın ortaya çıkmasıyla birtakım itirazlara ve sakınmalara muhatap olduğu bilinen bir gerçektir. Özellikle entelektüel tarihimizde anlatmanın yazmaya dönüşme süreci sancılı bir süreçtir. Yazıyla beraber dilin içerisinde rüşeym hâlde bulunan olumsuz unsurların açığa çıkacağı ve insana zarar vereceğine dair endişe, kaydın muhafazadan çok tahribe yol açacağı yolundaki görüşler bu sürecin muhataralı bir şekilde sürmesine sebep olmuştur. Nihayetinde dünya oluş bozuluş hâlinde devam eden bir değişimin hikâyesidir. Zaman yenilikleri bazen dayatarak bazen de büyük bir konsensüsle onaylatarak hayata dâhil eder. Yazı ya da kitabın hikâyesi de bu şekilde gelişmiştir.

    Mezkûr muhataralı süreç neticesinde yazının ve kitabın mutlak egemenliğe sahip olmasına rağmen susmak insanın hayatını daha huzurlu ve olgun bir şekilde geçirebilmesi adına sıklıkla zikredilen bir tavsiye olagelmiştir. Susmak bir savunma sanatıdır âdeta. Bu hayattaki tek gerçek de savunmadır zaten. İnsanın yolda olduğunu düşünürsek temel gayesi yolu selametle tamamlamaktır. Bu gaye çerçevesinde kendisine dair bütün hakikatlerin, kendisine verilen bütün nimetlerin, sahip olduğu iyilik ve güzelliklerin üzerine titremesi başlı başına bir savunmadır. Dil insanın bu yoldaki en kabına sığmaz yoldaşıdır. Yolunu kolaylaştırabileceği gibi, şaşırtabilir de. Dilin bu yönlerinden haberdar olan insan tekinin sadakat göstereceği en güçlü tavır da hâliyle susmak olacaktır. Çünkü insan konuşurken kördür, ancak sustuğunda görmeye başlar.

    Susmak bir bağlamın içinden konuşmaktır. Bütün hayatı boyunca dil üzerinden kendisini var eden ilim ve sanatın susmaya böylesine yakın olması bundandır. Bu yakınlık dile dair şüpheden ziyade sahip olduğu çok boyutlu hakikat üzerine titizlenen bir ahlakın neticesidir. Samuel Beckett, “Her bir söz, sessizliğe ve hiçliğe bulaşmış gereksiz bir leke gibi.” demişti. Beckett’in kendi eserlerine bakıldığında da sözü azaltmanın, sadeleşmenin emarelerini sıklıkla görürüz. İlk bakışta Beckett’in bu veciz ifadesi konuşmaktan, yazmaktan çok susmanın tarafında saf tutar gibi göründüğünü imler bize. Histerik bir susma özlemi, sahip olduğu ve kendisini var eden dile karşı patolojik bir öfke gibi görünür. Lakin Beckett’in, haleflerinin ve ait olduğu dünyanın birçok temsilcisinin olduğu gibi, asıl derdi kendisine bahşedilen hakikatin üzerine titizlenmek ve onu hakkıyla sergileyebilmekten başka bir şey değildir. Çünkü nasıl ki kalabalıklar insanın ruhunu köreltiyorsa sözün fazlası da sözün aydınlığını, tesirini köreltir.

    Susmak bu körleşmeden emin olmak için başvurulan perhiz olduğu kadar bu körleşmenin ulaşamayacağı bir yükseklikten görebilme isteğidir de. İnsanın kendine konuşması için söze gerek yoktur lakin insanın yaşayabilmesi için kendine konuşması yetmez, başkasına da anlatması gerekir. Öte yandan insan kendine konuşurken bile dilin içindeki aldatma imkânından muaf değildir. Susmak bu endişenin tezahürüdür. Hâliyle susmanın dili mutlak anlamda etkisiz hâle getirme ameliyesi olduğunu düşünmek abestir. Ruh nasıl ki bir bedende mukayyet olarak hayatına devam ediyorsa, düşüncenin asıl yol arkadaşı olan susmak da bazen söze bürünmek zorunda kalır. Dünya sessizliğin değerini idrak etse de hayatına devam etmesi için söze ihtiyacı olduğunu bilir. İnsanın susmaktan yana tavır koyacak kadar idraki gelişse de en azından bunu anlatmak istediğinde, düşüncesinin ete kemiğe bürünmesine müsaade etmek zorunda kalacaktır.

    Konuşmak zorunluluk, susmak bir tercihtir. Bütün öğretilerin insanın kemalini diline hâkim olmaya bağlaması bundandır. Çünkü insan özgürdür ve zorunluluklarıyla değil tercihleriyle bu özgürlüğün hakkını verir. Susmanın bir zorunluluğa dönüşmesi vadettiği imkânların körelmesi anlamına gelecektir. Susmak, sözün düşüncenin gölgesinde saklanmasına, demlenmesine ve hatta kaybolmasına yönelik bir tercihtir. Susmak bir eksiklik ya da itiraz olarak konuşmamak değil, söze ara vermek olarak değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılır. Susmak sükûnete çekilmektir. Bir irade beyanıdır. Engin Yurt’un Sessizliğin Fenomenolojisi’nde dediği gibi sessizlikten farklı olarak sükûnet bilinçli bir eylemdir. Tercih bilincin azığıdır. İnsan bilinciyle tercih eder, doğru tercihleriyle bilinci kuvvetlenir. Susmanın bir tercih olarak var olması da konuşmayı/yazmayı doğru bir tercihe dönüştürebilecek imkânı doğurur.

    Edip Cansever Çağrılmayan Yakup adlı şiirinde “Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın…” der. Bu dize bize dünyanın dil ile kaim olması, hayatına dil ile devam etmesi yanında koca bir sessizliğin de aynı şekilde berhayat olduğunu gösterir. Nasıl ki her sevinç beraberinde kendisine denk bir hüzne refakat ederse yazmak da aynı oranda var olan bir sükûta refakat eder. O kendini açığa çıkarana kadar da bu refakat devam eder. Hâliyle şairin dediği gibi susmak henüz aktive olmamış, sır olarak kalmak isteyen bir dünyadır.

    İnsanın yoldaki hikâyesinde yazmak/anlatmak kadar susmak da var. Hatta çoğu zaman susmak artı bir değerin taşıyıcısı ya da bir menzil, gaye olarak var olagelmiştir. Erkan Oğur “Müzik sessizliğe doğru ilerliyor.” derken bunu kastediyordu. Yol bitmek için vardır. İnsan susmak için yazar. Dil kendini sessizliğe attığında otantik hâline döner. Dünyaca ünlü koreograf Maurice Béjart “Dansın sonu devinimsizliktir.” demişti bir röportajında. Yani her şeyin bir sonu vardır ve bu son, sürecin içerisinde de kendisini ara ara gösterir. Bazen bir es, bazen bir durak bazen uzun bir küskünlük ve bazen bir vazgeçiş olarak görünür bize. Bütün bunlar bize bir yerde planlı bir terkin, mutmain bir bitişin söz konusu olduğunu anlatır. Hannah Arendt de Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş adlı eserinde “Gerçekten ciddi olan tutum, sanatı ancak sanatın terk edilmesiyle ulaşılabilecek bir şeye giden ‘araç’ olarak görme tutumudur.” ifadesiyle bu gerçeği işaret etmekte gibidir.

    Yol gerçektir. Değerlidir. Lakin insan yolu bitirmek için yolda yürümektedir. Bu anlamda var olan son başlangıç ve sürecin sahip olduğu anlamın mütemmim cüzüdür. Ölüm olmasaydı hayatın bütün güzelliğini kaybedeceğini söyleyen Gogol da bunu kastetmektedir. İnsanın susmakla arasındaki ilişki de böyledir. Başlıkta kastedilen ve yazıya konu ettiğimiz susmak ölümden ziyade daha küçük örneği olan uykunun muadilidir. Büyük uykuya kadar devam edecek hazırlık süreci gibi düşünürsek bir yazarın uyku ya da ölüme paralel bir ölçekte susmayı tercih etmesi yazdıklarının kazanacağı değerin doğrudan etkileyicisidir. “Sanat aracılığıyla sanatçı –kendinden ve sonunda sanatından– arınır.” diyen Arendt bu anlamda sanatın bir yol olduğunu ve nihayetinde yolun bitmek için var olduğunu söylüyordur.

    Yine devamında Arendt “Eskiden sanatçının iyiden anladığı, sanatında usta olmak, onu gerçekleştirmekken, şimdi sanatçı için en yüce iyi, amaçlanan mükemmellik hedeflerinin kendi gözünde duygusal ve ahlaksal açıdan önemsizleşeceği noktaya ulaşmaktır; bu durumda da sanatçı sanatta bir ses bulmaktansa susmaktan doyum alır.” derken yol ve nihayetinin kemalle beraber var olacağını kastetmektedir.

    Yolun kalabalık olması sözün kalabalık olması gibidir. Kalabalık bir göz boyamasıdır. Görmenin önündeki engeldir. Şeyleri hakkıyla görebilmenin yolu tenhadan geçer. Lakin insan kalabalığa yani söze meyilli bir tabiata sahiptir. Eksiklik eksikliği çeker. Tabiat nihayetinde ustalıklı bir heykele dönüştürülmesi için atölyeye kabul edilen bir kaya parçasına benzer. Onu yontmak, traşlamak, estetize etmekle bir eser çıkar ortaya. İnsan kendisinin sanatçısıdır. Hayatın içindedir. Kalabalıklara muhataptır. Fakat sanatını icra etmek için aynı kalabalıklardan emin olması gerektir. Bir şeyden emin olmak da ancak mesafeyle mümkündür. İşte tercih buradadır.

    Klasik dönemde sanatçı, iletişim araçlarının eksikliğinden tutun da toplumsal katmanların yerli yerinde olması ve entelektüel mahfillerin sınırları ve imkânlarının belli olmasına kadar birtakım şartlar ya da imkânsızlıklar gereği bizatihi hayatın içindeydi. Hayatın içerisindeyken ya da hayatla şerbetlenmişken sanatını icra ediyor olmak ona sanatla arasına sağlıklı bir mesafe koyma imkânı sunuyordu. Bugün sanatçı, sanatın hayatın yerini gasp etme arzusundan kaynaklanan bir hırstan dolayı hayatla hep sorunlu bir ilişki yaşıyor. Sanatını bu kadar büyütmesi, ondan yalnızca marifetinin karşılığı olan iltifatı değil, varoluşunun karşılığı olan ruhu da almak için bu kadar çırpınması işte bu sebeptendir. Hayatla arasındaki bağın koptuğu; Zygmunt Baumann’ın dediği gibi parçalanmış bir hayatın içerisinde soluk alıp verdiği için kendisine kaçacak bir yer arıyor olması biraz da bundan. Ki klasik dönemde bile buna dair işaretleri görebiliriz. İbn Bâcce’nin nevâbitinden, Şeyh Gâlib’in sebk-i hindi üslubuna çekilmesine kadar birçok örnek hayatın karşısında sanatın ya da sanatın vadettiklerinin safında olma tercihinin tarihinin çok eskilere dayandığını gösterir.

    Diğer yandan bunun bir kaçış olarak değil bir arketip olarak var olduğu açıktır. Freud, Hz. İbrâhim hikâyesini anlatırken İbrâhim’in bir kahraman olabilmesinin yolunun evini ve ülkesini terk etmesinden geçtiğini anlatıyordu. İnsan da kendi hikâyesinin kahramanı olabilmesi için terki hep cebinde tutmalıdır. Ancak zamanı geldiğinde bulunduğu yeri, konumu, statüyü terk ederek kahraman olabilir. Gazzâlî’nin El-Münkız’da anlattığı kişisel tecrübesi, Bedîüzzamân el-Hemedânî’nin memleketini ve hatta ailesini geride bırakarak edebiyatın kendisine açtığı yolu yürümesi hep bu minvalde değerlendirilmelidir.

    Kahraman, bu terk vasıtasıyla, bir kayanın içerisinde gizlenen harikulade bir heykel gibi kendisini olağan şartlardan kurtarmaktadır. Elbette terk etmenin ya da gitmenin yalnızca fiziki bir eylem olarak değil ondan ziyade ruhsal bir hâl olarak anlaşılması gerektiğini söylemek icap eder. Gelişen olanaklarla birlikte dünyanın küçüldüğü ama bir yerden bir yere gitmenin her zamankinden çok daha zor olduğu bugünün dünyasından bakıldığında içinde bulunulan konforu bir gaye uğruna terk etmek kolay bir şey değildir. Her tercih içinde bir zorluğu barındırır. Çünkü tercih insanın tabiatının ya da heves olarak arzıendam eden tembelliğinin hilafına bir isyandır. “Susma, sanatçının dünyadan kopma yolunda gösterebileceği en uç davranıştır.” diyen Arendt bu zorluğu işaret eder. Ona göre “Susma yoluyla sanatçı, karşısına patron, müşteri, tüketici, düşman, aracı ve yapıtının çarpıtıcısı olarak çıkan dünyaya olan tutsaklık bağlarından kurtarır kendini.” Kurtulmak ifadesi her ne kadar bir önceki hâli nakzeder, kötüler gibi görünse de aslında daha iyiye olan yolculuğun temel ifadesi olarak vardır metinde. Çünkü yol her ne kadar aksi yönde ihtimalleri içinde barındırıyor olsa da, en azından, teorik olarak hep daha iyiye doğru genişleyen bir evrendir. Hâliyle kurtulmak bir önceki hâli tekfir eden bir tutumdan ziyade bir sonraki hâli tebşir eden bir tavırdır. Lakin burada mutlak bir safiyet bulunduğunu söylemek doğru olmaz.

    Arendt’in “Susma özleminin kurbanı olmak, daha öte bir anlamda, herkesten üstün olmak demektir.” ifadesini hatırlayalım. Arendt’in söylediği bağlamda bu doğru olabilir. Ama bu özlemi yalnızca bir üstünlük iddiasına inhisar etmek susmanın yanlış anlaşıldığı ya da tam anlaşılmadığını gösterir. Susmak sanatın sanatçıya ilk zerk ettiği zehir olan bu üstünlük kavgalarının bir anlamı olmadığına dair şüphenin ardından gelir. Bu anlamsız kavgaya girmeyeceğinin bir manifestosu olabilir. Hatta benliğin fazlasıyla mütehakkim aurasının sanatı gölgelemesine izin vermemek için benliğe ket vurup sanata yol vermek olarak da okunabilir.

    Hayatta da böyledir ama en azından sanat söz konusu olduğunda susmak konuşmanın zıddı olarak anlaşılmamalıdır. Gevezeliğin, boş sözün ya da sanatın üzerini gölgeleyen, onun yolunu şaşırtan benlik tortusunu biriktiren mugalatanın zıddıdır susmak. Hazreti Mevlânâ’nın “Kapalı söylediklerime kulak ver de asıl söylemek istediğimi onlardan anla.” derken kastettiğidir aslında. Arendt “Modern sanatçının susmayı seçmesi, kendisini gerçekten daha suskun kılacak son yalınlaştırma noktasına dek götürmez onu. Daha çok görülen, sanatçının konuşmayı sürdürmesi, ama izleyicilerinin işitemeyeceği bir biçimde sürdürmesidir.” derken Hazreti Mevlânâ’yı şerh ediyor gibidir. İnsanın ya da daha özelde sanatçının kapalı söylemeye meyli de bundandır işte. Kalabalığın içerisinde tembelleşen gözlerin bunu, en kaba hâliyle konuşmanın zıddı olarak anlaması bundandır.

    Hayat bir zorunluluktur. Beşer burada tercihleriyle insan olur. Sanatçının da aynı şekilde tercihleriyle müessir olabilmesine benzer bir şekilde bir süreçtir bu. İnsan çağıyla mukayyettir. Her zaman olduğu gibi bugün de hayat kendi iletişim biçimini, kendi podyumunu, agorasını başka hiçbir seçenek, erdem, felsefe, tutuma müsaade etmeden dayatır. Bugün sosyal medyada var olmayan birinin, merkez medyada, mecrada görünmeyen birinin, teşhir ajanlarıyla işbirliği yapıp kendisini göstermek için sanatın hiçbir yerinde kabul edilemeyecek hâl ve tavırları takınmayan birinin yokluğu tartışılmaz. Uzun zamandır kitap yayınlamadığımı bilen bir yayıncının yıllar sonra beni gördüğünde yazmayı bıraktın demesini hatırlıyorum. Üç ayda bir yayınlanan bir dergide yazılarım yayınlanırken hem de. Susmak biraz da sanatın rolünü ondan çalıp onu sektörün cazip fedailerinden hatta cariyelerinden birine çeviren sisteme karşı gelmek değil midir?

    Susmak önünde sonunda haklı bir isyan, estetik bir ihlaldir. Çağın dayatmalarına karşı kendi yolunda ısrar etmektir. Konuşmanın teşhire ve ifşaya dönüştüğü bir çağda görünmek, olmanın illüzyonudur. İnsan eninde sonunda kendine konuşur, yazar. Bu diyalog için sesi yüklenen kelimeleri tercih etmesi yeterlidir. Bunun için kalabalıklara yönelmesi, merkezî bir podyum aranması, sesinin duyulması için farklı arayışlara girmesi sanatın değil sektörün sorunudur. Bu anlamda, anlamsız, uyumsuz ve hatta çirkin bir tavır olarak yorumlanıyor olsa dahi sektörü değil de sanatı tercih etmek susmanın bir biçimidir. Arendt’in anlattığına göre “Goethe, Kleist’ı, oyunlarını ‘görünmez bir tiyatro’ için yazmakla suçlamıştır. Ama sonunda görünmez tiyatro ‘görünür’ olmuştur. Çirkin, uyumsuz ve anlamsız olan, ‘güzel’ olmuştur. Sanat tarihi art arda gelen bir dizi sınır ihlalinden oluşur”.

    Bütün bunlara rağmen susmak kaba bir tahrif, tahrip ya da bir yağma olarak telakki edilemez. O sahip olduğu bitimsiz şiddet ve tahrip gücüne rağmen her daim makulün safındadır. Başta da ifade edildiği gibi putlaştırılmayı hak eden isyan olarak değil putlaştırma âdetinin kendisine karşı var olan bir duruş olarak arzıendam eder. Hannah Arendt’in anlattığına göre “Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu’nda, bizim bildiğimiz anlamda izleyicilerin, yani oyuncularca görmezden gelinen topluluğun, Yunanlar tarafından tanınmayan bir şey olduğunu belirtmesinden bu yana, çağdaş sanatın büyük bir kesimi, sanattan izleyiciyi bütünüyle kaldırma isteğine kapılmış gibi görünüyor; bu istek de kendini, çoğu zaman ‘sanat’ı bütünüyle ortadan kaldırma girişimi olarak gösteriyor”. Cahiliyenin yaşadığına benzer tavrın bugünün sanatında var olması insanın bütün bir hikâyenin başında ve sonunda, derininde ve yüzeyinde tek başına var olageldiğinin kanıtıdır. İnsan hangi çağda var olursa olsun aynı eksiklikler ve imkânlarla vardır. Bu anlamda Arendt’in ifadesiyle çağdaş sanatın bu tahripkâr tutumu onaylanacak bir tutum olarak değerlendirilemez. Susmak muhatabı reddetmez, muhataba yönelik bir terör eylemi değildir. Bilakis kendini kahramanlaştırmaya yönelik bir perhizdir. Tahribata sebep olacak hiçbir perhiz, perhiz değildir.

    Arendt’in ifadesine başvuralım gene. “Belki de sanat yapıtının başka birçok şeyin bulunduğu bir dünyada var olmasından dolayıdır ki susma ya da boşluk yaratan sanatçının, ister istemez diyalektik bir şey üretmesi gerekir: dolu bir hiçlik, zenginleştirici bir boşluk, titreşen ya da çok şey söyleyen bir suskunluk. Susma kaçınılmaz olarak bir konuşma biçimi (pek çok durumda bir yakınma ya da suçlama biçimi) ve diyalogda bir öğe olarak kalır”.

    Danimarka’da sansasyona sebep olan ücreti peşin ödenmiş boş tablo ya da Bedri Baykam’ın boş çerçevesine sayfalarında herhangi bir yazı olmayan kitap denemelerine kadar birçok teşebbüs sanatın içinde bulunduğu duruma verilen bir tepki olarak okunabilir. Lakin bu biraz da, gerçek hayatta, sahne arkasında hiç de öyle olmayan bir sanatçının sahneye çıktığı anda performansına bağlı bir tutumla arzıendam etmesi gibi aldatıcıdır. Yalnızca sanatta değil hayatın en ilkel alanında da bütünüyle okunabilecek ve anlaşılabilecek bir susma eyleminin yanında boş bir çerçeve yapmak ya da içinde tek satırı olmayan bir kitap basmak tek vuruşluk artistlikler ve gösteriler olarak okunabilir ancak. Bu sektörün onayladığı sanatın içerisinde ve her daim onu pekiştiren sinirleri alınmış bir muhalefet biçimidir. İşbirlikçi ironi gibi eninde sonunda iktidara hizmet eder. Susmak hayattan yana tavır koymaktır, sanatı reddetmek değil.

    Hayattan yana tavır koymak eksiklikleri kabul etmek, eksiklikleri mutlaklaştırmak onları estetize ederek pasif bir benliği icat etmek manasına gelmez. Arendt bunun için sanırım “Zamanımızda sanat, susma çağrılarının oluşturduğu gürültüyle doludur.” diyordu. Yani gerçek bir susma eylemi yalnızca sahneyi değil o sahnenin arkasındaki mekân ya da imkân olarak kulisi de terk edebilmeyi göze almakla mümkündür. Diğer türlü her susma eylemi gerçek susmanın vadettiği arınma imkânının parodisinden ibarettir. Sistem her türlü muhalefeti ve hatta yıkıcı gibi görünen çağrıyı, eylemi gönül rahatlığıyla kabul eder, yalnızca onun hazmedebileceği bir kıvamda sulandırılmış şekilde kendisine sunulması yeterlidir. Hâliyle böylesi bir eylem hastalığın hayati fonksiyonlarına halel getirmeden hastalığı düşük ve sürdürülebilir seviyede devam ettiren karışımı reddetmektir.

    Susmak sözün/metnin sıhhatini ilelebet koruyabilecek tek eczadır. Metni dilin zehrinden koruyan panzehirdir. Hatta yalnızca dilin değil o dilin kendisine müttefik olarak seçtiği uzlaşımsal ahlakın sakıncalarından da emin kılar. Susmak ahlak diye pazarlanan cilvenin ipliğinin pazara çıkarılması için en etkin eylemdir. Tanrı’nın, insanın ve kültürün varlığını bile tartışmaya açabilecek kadar cesur yüreklerin sanatın agorasında kendi menfaatleri için bulunduklarını dahi söyleyemiyor olmasına bir şey demeyen ahlakın, ahlaktan ziyade bir kölelik, kapıkulluğu sözleşmesinden ibaret olduğu açıktır. Tevazu ve benzeri erdemler burada çoğu zaman tanrılık iddiasını gizlemek için uydurulmuş bir makyajdır. Arendt’in “Gerçekte güçsüzlük değilse bile alçakgönüllülük gibi görünen şeyin altında şu dipdiri laik küfrün yattığı sezilebilir; zincirlerinden kurtulmuş, seçici olmayan, eksiksiz ‘Tanrı’ bilincine erme isteği,” ifadesi bunu izah eder. Yani susmak inzivaya çekilmek, tasavvufi literatüre başvurursak “halvet der erbain”dir. Gürültünün ve bağırmanın bütün hayatımıza yön verdiği, görünmezsen var olamayacağını düşündüğün bir agorada buna inanmak delilik gibi görünse de susmak sesin idamı değil, bilakis sözün doğumudur. Susmak sözün üzerine titremektir. Sözü sesten ayırmaktır. Susmak çürümüş tanımlamaları, kirin pasın içinde özünü kaybetmiş dili reddetmek demektir. “Her tanım bir mabedin köşe taşıdır.” denir. Bu özlü sözün işaret ettiği manayı da ihmal etmeden söylersek susmak kapıları ardına kadar açık yeni bir tanım yapabilmek için arınma ayinidir.