ERKEN DÖNEM OSMANLI DÜNYASINDA GECELEYİN YOL BULMA
Yazar: Jonathan Parkes Allen*
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde gecenin çöküşü şu anlama geliyordu: Koyu karanlığın bastırması ve Ayla yıldızların ışığına ya da –insana has olarak– alevin ışığına bel bağlamak. Gelgelelim diğer duyular geceleri yol almada gayet önemliydi, dolunayın aydınlattığı gecelerde bile. Dokunma, işitme hatta koklama ve tatma koyu karanlıkta bir dizi fenomenolojik etkilenmeyle birlikte iyice keskinleşir. Aydınlatma için yüksek enerji sarf eden ve güçlü elektronik teknolojiler kullanan modern dünyamızda karanlık hâlâ duyularımızı sınırlamaya devam ediyor, pek çok şey görünmez kalıyor ve biraz garip hissediyoruz, ayrıca risk ve tehlike olasılığı her daim sürüyor. Gece bizim için her zaman az biraz yabancı bölgedir.
İnsanın gece ve karanlıkla ilgili deneyimleri babında bazı genel olgular söz konusu olsa bile, yaşamlarımızın neredeyse bütün diğer veçheleri gibi insanın gece ve karanlığı deneyimlemesi de bütün insan toplumları için genel geçer olmayan kültürel, siyasi ve başka etkenlerce şekillendirilmiştir. Kültürün geceyi deneyimleme tarzımızı şekillendirdiği en bariz yol suni aydınlatma tiplerini sunma şeklidir; yontma taş devrine kadar giden ve etrafında toplanılan şu ilk ateşlerden tutun da günümüz akıllı telefon ekranlarının ışığına kadar. Suni aydınlatmayı kullanma nedenlerimizi yalnızca teknolojik imkânlar belirlememiştir, aksine başka pek çok endişe ve ilgi de bu konuda belirleyicidir; ateşin etrafında toplanıp hikâyeler anlatarak karanlıkta ayakta kalma arzusundan tutun, şehir sokaklarını geceleyin denetleyip güvenliği sağlama arzusuna kadar. Gecenin ne için olduğuna, nasıl yaşanması gerektiğine, kimin geceleri ayakta olup kimin olmaması gerektiğine dair fikirler; bunların hepsi hem teknolojik imkânlar hem de insan kültürü ve toplumundaki başka pek çok etken nedeniyle, insanlık tarihi boyunca büyük ölçüde değişmiştir.
Başka birçok çağdaş tarihçi gibi ben de bir süredir gece ve karanlığın tarihiyle (ilişkili ama bire bir aynı olmayan şeylerle) ilgilenmekteyim. Son birkaç asırda, yoğun karbon yakıtların ve elektronik aydınlatmanın ortaya çıkmasıyla birlikte, insanın karanlık gece ve karanlık mekânları deneyimleyişi nasıl değişti, sorusu benimle birlikte başka pek çokları için öne çıkan bir soru olmuştur; hem tarihsel bir soru hem de gündelik hayata dair bir mesele olarak. İnsani (ve gayriinsani) yaşamın başka pek çok veçhesi gibi, 19. yüzyıldaki sanayi devrimi gece dünyasını esasen yeniden şekillendirmiştir; bizlerin ve öteki mahlukların geceleyin nasıl uyuyup seyahat ettiğimizden tutun da karanlık hakkında ne düşünüp hissettiğimize kadar. Ancak, sanayileşmiş modernitenin teknolojik tesirleri ne kadar önemli olursa olsun, bu dönüşümler daha geniş ve derin bir tarihsel bağlamda gerçekleşti: İnsanın geceyle ilişkisi erken modern dönemde (burada bizi ilgilendirdiği hâliyle, kabaca 1500-1800 arası) dünyanın çoğu yerinde zaten değişiyordu. Bunun nedeni ise, toplumu denetlemeye geçmiştekinden daha çok can atan büyük imparatorlukların şekillenip yayılması, ayrıca yeni ortaya çıkan küresel piyasalarda kahve, çay tüketimi gibi yeni toplumsal pratiklerin gelişip yayılmasıydı.
İslam tarihiyle, daha özel olarak Osmanlı erken dönemiyle ilgilenen bir tarihçi olarak ben de bir süredir Osmanlı gecelerinin tarihini araştırıyorum. Bu tarihin, son birkaç asırda insan hayatında gecenin geçirdiği dönüşümler kavsine nasıl oturduğuna, hangi açıdan farklı veya kendine özgü olduğuna bakıyorum. Bu ilgi alanında tek başına değilim. Ayrıca burada yazdıklarım, kendi araştırmalarımın yanı sıra bu alandaki daha kıdemli hocaların eserlerine dayanıyor. Burada, çok daha engin olan bir tarihin pek küçük bir dilimini soruşturabiliriz ancak; gecenin soruşturmaya değer pek çok yanı olduğu için değil sadece, ayrıca erken modern dönem Osmanlı imparatorluğu, kendinden önce ve sonra çok az şeye benzeyecek kadar uçsuz bucaksız ve türlü türlü olduğu için. Aşağıda erken modern dönem Osmanlı gecelerinin bazı kilit unsurlarını tarif etmeye çalıştım. İlkin, geceyi bir tehlike, çekişme ve ermişlere has kudret meydanı olarak ele alacak, ardından geceye bir toplu ibadet caddesi şeklinde yaklaşacağım. Buradaki odak noktam ise imparatorluğun Arapça konuşulan bölgeleri olacak, gerçi aşağıda seçtiğim kaynaklara benzeyen Osmanlı Türkçesi kaynaklarını da kolaylıkla seçebilirdim; zira devlet faillerinin karşılıklı etkileşimi, geceye özgü tehlike, ne yapacağı belli olmayan veliler, kişisel dindarlık ve toplu dinî ibadet imparatorluğun her yanında, üstelik hem şehirlerde hem –az çok şekil değiştirse dahi– kırsal kesimlerde tekrar tekrar ortaya çıkmıştır.
Erken modernite Batı Avrupa ile Osmanlılar da dâhil olmak üzere dünyanın geri kalanı arasında söz konusu olan, şehir gecesi deneyimindeki ayrışmaya tanıklık etti. Tıpkı Batı Avrupa’da olduğu gibi erken modern Osmanlı topraklarında da şehirleşme önemli bir fenomendi. Fakat Babıali’nin şehir merkezleri ta 19. yüzyıla kadar yaygınlaşmış suni aydınlatma uygulamasına şahit olmayacaktı, oysa Orta ve Batı Avrupa’nın muhtelif bölgelerinde sokak aydınlatması hayli erken başlamıştı (tabii kırsal bölgeler daha uzun süre karanlıkta kalacaktı.) Şehir karanlığı kırsalınkinden hayli farklıdır. Kırsalda ve yabanda, gece avlanmaya daha yatkın yırtıcılara av olma, yolu izi olmayan alanlarda kaybolma ya da eşkıyanın eline düşme gibi tehlikeler söz konusuyken, şehirdeki tehlikeler neredeyse tamamen insani yapıdadır. Koyu gece karanlığı, hele sokak ve pazarlarda insan faaliyeti durduktan sonra (elbette aşağı yukarı gece yarısı civarları), hırsızlık, şiddet olayları ve muhtelif yasa dışı işlere imkân tanıyordu. Genel olarak, erken modern dönem, Osmanlı idarecilerinin geceleri denetim altına alma veya hiç değilse bunu deneme girişimlerine, giderek artan bu girişimlere şahit oldu.
Öte yandan, aşağıda Arapçadan çevirdiğim hikâyenin de gösterdiği gibi, gecenin denetimi Osmanlı toplumunda tartışmalıydı, bunun nedeni sırf şehirdeki suç unsuru değildi. 18. yüzyıl şeyhlerinden, geniş menzilli bir Kürt şeyhi olan Tâhâ ibn Yahyâ el-Kürdî’nin seyahatnamesinden alınan bu hikâye Şamlı bir veli-şeyhi anlatıyor; manevi hayatının yanı sıra şehirli bir girişimci de olan Abdurrahman adında birini. Hikâyede Abdurrahman daha iyi tanınan bir başka velinin, o zamanlar Şam’ın kuzeyindeki bir köy olan bölgede mukim Şeyh Ali en-Nebkî’nin yardımını görüyor. Şeyh Ali meczup bir veli idi, bu sınıftaki diğer veliler gibi sık sık kestirilemeyen işler yapardı; bu adamlar (veya kadınlar, zira kadın meczubeler de vardı) Tanrı’ya gark olduklarından, Şeriata uygun, normal davranış kalıbının sık sık dışına çıkarlardı. Meczup velilerin hikâyeleri genellikle gecelerde geçerdi ki pek de şaşırtıcı değil. Bizim hikâyemiz de öyle:
[Şeyh Ali en-Nebkî’nin] kerametlerinden biri de şöyle: Şeyh Abdurrahman Sümeysâtiyye Hangâh’ında halvette idi, hamama mahsuben burada kalıyordu, zira Şeyh bölgedeki es-Silsiletü’l-Kebîr Hamamına bakıyordu. Bir keresinde uyanıp Sümeysâtiyye Hangâh’ından çıktı, mürâsele[1] zamanı hamamı açmak için oraya yürüdü. Gecenin bu vakti, hamama doğru yürürken ama oraya henüz varmamışken, ki bahsi geçen hangâh ile hamam arası yaklaşık elli adımdı, birden gece devriyesiyle karşılaştı. Adamlar “Sen kimsin, ey Şeyh?” diye sorduklarında, kendisi “Ben Abdurrahman, bu hamamın sahibiyim, hamamı açmaya gidiyorum. Odam da işte şu hangâhta.” diye cevap verdi. Ama adamlar onu salmadı ve şöyle dediler: “Şehrin valisinden, gecenin bu vakti veya gecenin herhangi bir vakti elinde fener olmayan kimi görürsek tutuklamak ve valiye götürmek üzere emir aldık. Sabahleyin sana izin verirse, seni salarız.”
Şeyh de onlara şöyle demiş: “Kardeşlerim, herkes beni bilir, hamdolsun ne hırsızım ne de gayrimeşru bir işe bulaşmışım, ayrıca kaldığım yer de fenere hacet olmayacak kadar yakın. Beni götürürseniz paşanın sizi incitmesinden ve kırmasından korkarım. Bırakın da varıp işime bakayım.”
Ama adamlar şeyhi salmamış, o da “Allah bana kefildir. Yüce ve azametli olan Allah’tan başka ne kuvvet ne kudret vardır.” demiş. On yedi adım ya atmışlar ya atmamışlar ki gaipten yüksek bir ses duyulmuş, sert ifadelerle: “Abdurrahman’ı bırakıp yolunuza gidin, ey falan filan!” [Şeyh Abdurrahman] diyor ki: “Şeyh Ali’nin sesini tanıdım. Döndüm, bir de baktım ki Şeyh Ali yanımda. Elimi tuttu, benimle beraber hangâha doğru yürüdü. Bana şöyle dedi: ‘Bu işi yapanlar, seni bırakmıyorlar ki yoluna gidesin, öyle mi?’” Ben de “evet,” dedim ve Şeyhle beraber hangâh kapısına vardığımızda dönüp onlara baktım. Onları diz çökmüş, sesleri kesilmiş ve yere mıhlanmış vaziyette buldum. Şeyh onlara azar mahiyetinde bir şeyler söyledi, ne cevap verdiler ne kımıldadılar. Anladım ki Şeyh onları yere serip seslerini kısmış. Şeyhin elini öpüp “Efendim, salın da yollarına gitsinler,” dedim.
Erken modern dönem Osmanlı gecelerinin birkaç belirgin özelliği bu hikâyede görülebilir. İlkin, geceleri, hatta gecenin derin ve koyu karanlığı, insan faaliyetinden tamamen yoksun değildir. Şimdiki gibi o zamanlar da gece karanlığında kimileri uyumak kimileri işe gitmek zorundaydı. Gece hakikaten karanlıktı; üstelik hikâyede insanların görmenin dışında diğer duyularını da kullandıklarına dair ipuçları var; mesafe uzak olmadığı için, Abdurrahman’ın iş yerine hafıza, dokunma ve işitmeye dayalı bir yön tayiniyle, görme duyusunun asgari katkısıyla gidebileceğini anlıyoruz, öyle ki (idarecilerin emrettiği) fenere bile ihtiyaç duymuyor.
Ama gece çok tehlikeliydi. Saldırganları tespit etmenin zorluğunu; kapıları, duvarları, kilitleri ve pencere parmaklıklarını berkiten kişi ve mahalleleri; münferit mahallelerin gece kilitlenmesini göz önüne alırsak (İslamlaşmış şehirlerde erken modern Osmanlı döneminde de devam eden köklü bir gelenek), demek ki suç, geceleri nispeten cezasız kalabiliyordu. Gece, kırsal kesimde olduğu gibi şehirlerde de cinlerin faaliyetine davetiye çıkarabilirdi; bu faaliyetler de zaman zaman faydalı olsa bile genellikle kötücüldü. Fakat bizim hikâyemizde risk hırsızlardan veya habis ruhlardan gelmiyor, bilakis modern okura gayet tanıdık gelen bir kaynaktan çıkıyor; tutuklamak veya en hafifi para cezası kesmek için, geceleri yasayı çiğneyenleri arayarak dolaşan devlet görevlileri. O dönem geceyi denetim altında tutacak teknoloji henüz mevcut olmasa dahi, Osmanlı da dâhil olmak üzere erken modern devletlerde böyle bir denetime yönelik giderek artan bir arzu söz konusuydu. Abdurrahman’ın önüne çıkan da işte böyle bir tedbirdi; 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı şehirlerinin âdeta demirbaşı olan, elinde kandiliyle gece devriyesi. Abdurrahman’ın tepkisi gösteriyor ki bu gece devriyeleri hep idarecilerin kamu güvenliğine yönelik tedbirlerinin bir yansıması olarak görülmüyor, bazen de bir tür para koparma entrikası gibi görülüyordu. Neyse ki Abdurrahman için gece, hikâyenin son kısmının gösterdiği üzere, olağanüstü hâl gecesi değildi.
Zira suç (Osmanlı gece devriyelerinin örtük hedefi) gece işleniyorsa, gece ise mübarek bir adamın, bir velinin gecesiyse Abdurrahman’ın duasına bir velinin mucizevi müdahalesiyle icabet edilir. Gece ile kutsiyet ve kutsal insanlar arasındaki ilişki İslam’ın doğuşundan çok öncesine uzanan, uzun ve köklü bir ilişkidir. Burada veli karanlığın ortasında beliriverir; (yukarıdaki hikâyenin devamında anlatıldığı gibi) Nebk ile Şam arasındaki coğrafi mesafeyi mucizevi surette kat edip, iltica edeni gecenin tehlikelerinden kurtarır. Diyebiliriz ki Şeyh Ali gecenin sahibidir; tıpkı diğer meczuplar gibi toplumsal açıdan normalin dışına çıkandır, şöyle ki müellifimiz Şeyhin gece devriyesini azarlarken kullandığı özel amiyane ifadeleri aktarmamaktadır, ancak başka kaynaklardan bildiğimiz üzere meczuplar açık saçık, parlak dilleriyle, ayrıca alışılmadık jest ve beden hareketleriyle meşhurdur. Üstelik meczupların hâl ve tavırları zaman zaman yakın ilişki kurdukları şu “sapkın dervişler”inkinden farksızdır. Gecenin sahibidirler, çünkü zaten bir tür ilahi karanlıkta mukimdirler; akıllarına ilahi huzur galebe çalmıştır; duyuları ve bedensel fiilleri bu tecrübeyle değiştirilmiş ve cuşa getirilmiştir. Tıpkı bizzat gece gibi meczup da bir müphemlik simasıdır; eylemleri, sivri dili, toplumsal açıdan huzur bozan mevcudiyetiyle bilkuvve tehlikelidir, ama ayrıca ilahi kudretle takdisin bilkuvve kaynağıdır. İnsanın karanlık sokaklarda dolaşma alışkanlığı varsa, yanında böyle bir simanın olması iyi fikirdi.
Gece sıklıkla bir tehlike kaynağı, ayrıca Osmanlı toplumunda muhtelif insan ve gruplarca tartışılmış olsa bile, diğer yandan büyük ölçüde güvenli müşterek faaliyetin, İslam’a ait olsun veya olmasın, hem toplu dinî törenin hem bireysel ibadetin de kaynağıdır. Başlı başına toplu dinî tören geceleyin zamanı bölme işaretlerinden biriydi, zira imparatorluğun çeşitli dinî topluluklarında ibadet zamanları günden geceye ve geceden güne geçiş aşamalarının sınır işaretleriydi. Müslüman cemaatinde “asıl” gece yatsı namazıyla sabah namazı arasıydı; aradaki zamanın, özel namaz veya başka ibadetlerle belirlenmiş, kendine özgü genel geçer bir sureti yoktu. Yaygın gelenekte olduğu gibi, şeriata göre uyku gecenin bu evresi için normdu; zira tehlike, yukarıda gördüğümüz gibi, bu karanlık saatlerde pusuya yatıyordu. Kişinin evi veya dergâhtaki hücresinin sınırları dâhilinde gece ibadetleri isteğe bağlıydı, değerli ve muteberse ifa edilebilirdi, fakat bu ibadetlerin ve başka dinî faaliyetlerin alabileceği şekil farz namazlarda olduğu gibi mutlak olarak belirlenmemişti. Beri yandan bize özellikle ilgi çekici gelen öğe ortak mekânda pek çok insanın katıldığı nafile gece ibadetleridir ki şimdi bunlardan birkaçını inceleyeceğiz.
Bu türlü gece ibadetleri içinde en çarpıcı örneklerden biri Hz. Muhammed’e salat töreniydi, adına da mahyâ deniyordu. 15. yüzyılın sonlarında, köy asıllı Kahireli bir şeyh olan Nureddin eş-Şûnî’nin başlattığı mahyâ merasimi Hz. Muhammed’e salat ve ona niyazdan (tesliye) meydana geliyordu ve gece yarısından şafak sökene kadar sürüyordu. Bu ibadet Kahire’de ortaya çıktıktan sonra Arap vilayetlerindeki öteki Osmanlı şehirlerine yayıldı, ayrıca bu ibadetin eskilerin bilmediği bir bidat ya da burada mecburen harcanan kandil ve mumların haram olan israfa yol açtığını dillendiren bazı tenkitlere maruz kaldı. Ulema sınıfının önde gelen üyelerinin çürüteceği bu eleştirilere, ayrıca gece boyu sürecek bir ibadetin gerektirdiği psikolojik dayanıklılığa rağmen bu ibadet fazlasıyla rağbet gördü ve uzun yıllar, en azından 18. yüzyılın ortalarına belki biraz daha sonrasına kadar, pek çok yerde bilfiil âdet hâlini aldı. Ortada pek çok rüyet iddiası dolaşıyordu; bu rüyetlerde Hz. Peygamber ibadete katılanların arasında dolaşıyor, bu kişilerin nur halkasına giriyor, sesli okunan salat ü selama katılıyor, müminlere hayır dualar bahşediyordu. Muntazaman ifa edilen bir ibadet olarak bu ibadet pek çok Osmanlı şehrinde geceye damgasını vurmuştur. Bu ibadetin tam da gecenin en karanlık ve derin bölümünde gerçekleştirilmesi, okunan dua ve zikirlerin ortaya çıkaracağı duygusal ve manevi duyarlığı artırmıştır.
Bilindik Osmanlı mevlit törenlerinden uzak olsa da, gece ibadeti manzarasının bir parçası olan ve Mouradgea d’Ohsson’un Tableau général de l’Empire othoman’ında yer alan, 1787 tarihli bu gravür İstanbul Sultan Ahmet Camisi’ndeki muhteşem bir mevlit merasimini tasvir ediyor.
Fakat gece ifa edilen toplu ibadetler içinden en önemlisi ve ses getireni muhtemelen mevlit, yani Hz. Peygamberin doğumu için yapılan merasimdi. Bu merasimin ince ayrıntıları bölgeden bölgeye ve dönemden döneme ciddi farklılıklar gösterebiliyordu, üstelik sıklıkla gündüz vakti de gerçekleşebiliyordu. Fakat bütün bu faaliyetler Hz. Muhammed’in doğumunu tasvir eden ve ona methiye niteliği taşıyan, manzum mevlit metninin okunmasıyla sonuçlanıyordu. Dımeşkli meşhur şeyh ve veli Abdülganî en-Nablusî’nin (ö. 1731) seyahat anlatısından alınan aşağıdaki pasaj Kudüs’te tüm şehri kapsayan bir mevlidi tasvir ediyor. Yukarıda söz edilen, İstanbul mevlit merasimine benzeyen fakat daha eşitlikçi bir kitleye hitap eden bir merasim bu:
O gece mübarek peygamberin doğduğu geceydi, biz de fazilet ve bereketi sayılamaz Mescid-i Aksâ’ya gittik. Mübarek mevlit semâ’ını izlemek üzere oturduk. Akşam ezanı okununca Allah Teâlâ ve Tebâreke’nin inayetiyle akşam namazını cemaatle kıldık. O kadar çok kandil yakılmış, mumlar o kadar parlatılmıştı ki insanın gözü gönlü şaşakalıyordu. Kürsü mihrabın yamacına konmuştu. Ayanın iftihar kaynağı Seyyid Abdullatif Efendi’nin kardeşi, makamı yüksek ve mübarek, mevlit okuyanların başı Seyyid Abdüssamed kürsüye çıkıp Kur’ân-ı Kerîm’den geceye münasip bölümler okudu. Halk, önde gelenlerden daha aşağı seviyelilere, sınıf sınıf toplanmıştı; âlimler, fazıllar, mihrap ve minber imamları, avam ve havas, hatta caminin bir kenarında oturmuş, yanlarında küçük kız ve oğlan çocuklarıyla beraber evli kadınlar… Sonra [Seyyid Abdüssamed] mevlid-i şerife başladı, etrafındaki bir grup müezzin de hoş sesle ona eşlik etti. Sonra, orada toplananlara türlü türlü şekerleme, atıştırmalık ve güzel kokular dağıttılar. Ardından gülsuyu ve öd ağacı buhurdanlıkları getirdiler. Hudu’ ve müşahedenin kâmilen meydana geldiği, mübarek bir andı….
Nablusî’nin tasvirinin ima ettiği üzere, yine bu uygulamanın nispeten nadir fakat sesleri çok yüksek çıkan muhaliflerinden anlaşılabileceği gibi, mevlit muhtemelen başka hiçbir gece tecrübesinin yapamayacağı şekilde muazzam birleştirici bir merasimdi; farklı türden pek çok insanı tek bir ibadet sahnesinde bir araya getiriyor ve imparatorluğun hemen her yerinde, en yüksek dünyevi iktidar güçlerinin konaklarından ta uzak köylere kadar, ifa ediliyordu. Üstelik yalnızca Arapça konuşanlara özgü değildi bu durum; imparatorluk tarihinin erken döneminde Osmanlı Türkçesinde mevlit yazılmış ve toplumda geniş ölçüde yayılmıştı; sırf şehirli erkekler arasında değil, köylerde Türkçe konuşan kadınlar arasında da. Nablusî’nin yukarıdaki tasvirinde neredeyse bütün Müslüman sınıfları mevcuttur; başka pek çok dinî sahnede dışlanabilecek veya daha aşağı bir konuma indirilebilecek kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak üzere. Kadınlar ve çocuklar caminin kendilerine ayrılmış bölümünde tecrit edilseler bile yine de katılımcıdır, üstelik herhangi bir dinî merasimde değil, ta gecelere kadar evlerinin dışında olmalarını gerektiren bir dinî merasimde ki bu da itibarlı bir Osmanlı kadını için az bir şey değildir. Toplumdaki ayrımların karanlıkta yitip gittiğini söylemek fazla iddialı olacaktır, açık ki yitip gitmiyordu; ancak bu ayrımların bir dereceye kadar daha az önem arz ettiğini; gecenin kısmi bir özgürlük, bir neşe ve coşku alanı olduğunu; bunların gündüz geçerli olmayabileceğini söylemek yerindedir.
Nablusî’nin izahı tören için açılmış, duyusal açıdan zengin alanı da vurgular. Camideki ibadet alanının alametifarikası, dışarıdaki karanlıkla tamamen ters düşen parlak aydınlatma değildir sadece, zira burada bütün duyular işin içindedir: Geceye yayılan ve bir makamla okunan ibadet metinlerinin sesleri, güzel kokularla dolu hava (başka pek çok bağlamda olduğu gibi, görece yoğun bir alanda toplanmış insan kokusunu bastıran bu kokular), insanların dillerindeki hoş tatlar, tenlerine serpilmiş gülsuyu. Doğrusu, caminin ve etrafı saran gecenin alanına yerleşmiş bu toplu ibadet, şehrin her yanından insanı ortak bir “yüce an”da, adanmışlık cemaati ve aidiyet duygusuyla bir araya getirerek, duyusal canlılık ve duygusal güçten yapılma, kendi kendine kaim küçük bir dünya meydana getirecektir.
Sanayileşmiş modern dünyada, yani hakiki karanlığı bulmanın giderek imkânsızlaştığı bir dünyada, pek çok insan için yıldızların saklı olduğu ve gecenin elektrik lambalarının parıltısıyla hiç değilse kısmen aydınlatıldığı bir dünyada, Osmanlı halkında gece tecrübesinin nasıl bir şey olduğunu içtenlikte tahayyül etmek neredeyse imkânsız. Bir şehirde hatta şehir merkezi veya kenar mahalledeki evimizde, dairemizde yol almak demek, daimî bir aydınlığa sahip olmak demektir; pencerenin ardında, gökyüzünde ve çoğunca evimizin içinde. Bir alevden gelen aydınlatma görece dar bir daireyi kapsarken, yani içeride olanı gösterip dışarıda olanı saklarken, elektrik lambaları ise dışa doğru nüfuzunu genişletme peşindedir, böylece pek az şeyi hakiki bir karanlıkta bırakır. Gecenin ilerleyen saatlerinde, evlerde ya da dışarıda gezmelerde, uyanık pek çok saatimiz geçiyor; insanlarla yüz yüze veya elektronik ortamlarda iletişim kuruyor, bu tür gece etkileşimlerini pek az düşünüyoruz.
Her şeye rağmen bu durum, erken modern deneyimin bizim dünyamıza tümden yabancı olduğu anlamına gelmez. Gece asayişi sağlama tasarısı suni aydınlatmanın, mesela toplumsal ve siyasi değişimlerin önceden attığı adımları bir bakıma takip eden teknolojiyle birlikte, bu kadar yayılmasından ve yaygınlaşmasından önce başlamıştı. Eski Osmanlı topraklarında ve bütün dünyada gece potansiyel bir tehlike, şiddet ve gayrimeşru faaliyetler (ayrıca eğlence, dinlenme, üreme vesaire, burada ele alamasak da Osmanlı gecelerinde bulunan başka boyutların) zamanıdır. Ama aynı zamanda, geceleyin ibadetler kendine özgü bir yük ve güç taşır; gün ışığının çekilmesiyle, faal günü devam ettirmenin doğurduğu psikolojik baskıyla, gecenin müdavimlerini bir araya getirememesindeki duyular keskinleşmiş ve değişmiştir.
İşte böylelikle, pek uzaklardaki yontma taş devri ve erken dönem Osmanlı modernitesinden ta günümüze kadar ayrıntılar, genellikle çarpıcı şekilde, değişirken gece capcanlı bir karşıtlığın hem mekânı hem zamanı olmaya devam eder; tehlikenin, kutsiyetin, mahremiyetin mekânı ve zamanıdır gece. Üstelik gelecekteki geceler ne getirirse getirsin böyle olmaya devam edecektir; ister gelecekte daha muazzam bir aydınlatma olsun ister tamamen ya da kısmen sanayi öncesi gecelere dönüş söz konusu olsun. Gecenin ıssız velilerine yine ihtiyacımız olacak gibi.
*Dr., University of Maryland.
[1] Bizzat alıntılanan kaynağın yazarının anlattığına göre: Eski Şam’da caminin yetmiş müezzini varmış, her gece içlerinden on tanesi nöbetçi olurmuş. Gecenin belli bir vakti, yani güneşin doğuşuna dört veya beş saat kala müezzinlerden biri ilk ezanı okuyup çeşitli zikirleri kıraat ettikten sonra diğer müezzin gelirmiş. O da evrad ü ezkara devam ettikten sonra, güneşin doğuşuna bir saat kala on müezzin de toplanıp topluca ezan okurlarmış. İşte bu ikinci ezan vaktine mürâsele vakti denirmiş. (çn.)