NEYZEN TEVFİK KOLAYLI
Yazar: Mustafa Hakan Alvan
Bu yazımızda Türk kültür tarihinin en renkli simalarından olan Neyzen Tevfik’i tanımaya gayret edeceğiz.
Neyzen Tevfik 24 Mart 1879’da Bodrum’da doğdu. Babası Hasan Fehmi Efendi Samsun’un Bafra ilçesinde doğmuş, İstanbul’daki medrese tahsilinden sonra Bodrum’a Rüştiye muallimi olarak tayin edilmiş, açık görüşlü, dindar kimlikli, ideal bir baba figürüdür. Neyzen’in annesi Emine Hanım ise Bodrum’un yerli ailelerinden birine mensup bir ev hanımıdır.
Neyzen, anne ve babasıyla mutlu bir aile ortamında büyüyordu. Doğuştan gelen sıra dışı kişiliği konuşmaya başladığı andan itibaren kendini belli etmeye başladı. Akranlarına göre daha zeki, özgür ruhlu ve başına buyruktu. İlk mektep hocasını yeterince zeki bulmaz, okuduğunu anlamayan bir kişi olarak görürdü.
Evleri, deniz kıyısında Ege’nin melteminin buram buram hissedildiği, bahçesi çiçeklerle dolu bir mutluluk tablosu gibiydi. Dantel gibi koylarıyla gizemli ve sürprizlere açık Ege denizi onun özgür dünyasının karşılık bulduğu yerdi. Yaşı küçük olmasına rağmen ne yapar eder bir kayık bulur, sık sık tek başına denize açılır, kendi kendine kalacağı zaman dilimleri üretirdi.
Zaman bu şekilde akıp giderken, bir yaz gecesi babasıyla beraber sahildeki bir kır kahvesine giderler. O gece oraya iki gezgin derviş gelir. Hoş beş sohbetten sonra dervişin biri hırkasının cebinden bir ney çıkararak taksim etmeye başlar, ardından diğer derviş gazel okur. Küçük Tevfik, ney sesinin büyüsüne kapılıp dona kalır. Meşk bittikten sonra bile kendine gelemez. Artık küçük Tevfik özgür ruhunun kurulu düzenden firar edeceği kaçış kapısını bulmuştur. Hemen babasından kendisine ney almasını ister, fakat, babası tahsilini aksatır endişesiyle bu isteğini kabul etmez. Küçük Tevfik o günden sonra Bodrum coğrafyasında kolay yetişen kamışlarla o gece kahvehanede gördüğü ve dinlediği Ney’e benzer üflemeli bir çalgı yapma çabasına girer.
Becerebildiği kadarıyla yaptığı Ney’e benzer çalgıyla o gece dinlediği nağmeleri taklit eder. Mektepte ders aralarında arkadaşlarına konser bile vermeye başlamıştır. Artık özgür ruhuna tercüman olacak bir şey bulmuştur; müzik.
Birgün küçük Tevfik Bodrum’da babası ile bir yere giderken uzaktan gelen davul zurna sesleri duyar ve babasının elinden çekiştirerek o tarafa doğru gitmek ister. Babası da oğlunun bu isteğini kırmaz ve o tarafa doğru yürürler.
Küçük Tevfik’in güzel sese doğru gitme çabası kötü bir manzarayla biter. Kanun kaçağı katilleri yakalamış askerler, infaz ettikleri haydutların başlarını kazıklara geçirerek davul zurna eşliğinde halka ibret yürüyüşü yapmaktadırlar. Küçük Tevfik’in hassas bünyesi bu manzara karşısında şoka girer ve titremeye başlar. Babası onu hemen oradan uzaklaştırarak bir demirci dükkânına sokar. Konvoy uzaklaştıktan sonra eve giderler ve ilaçlar verilerek sakinleştirilir. Neyzen Tevfik ilerleyen zamanlarda bu olayı anlatırken “O gün akıl tahtamın bir çivisi demirci dükkânında düşmüştür.” der.
1894 senesinde Neyzen 15 yaşında bir delikanlıdır. Babasının İzmir’in Urla ilçesine tayiniyle çok sevdiği Bodrum’dan ve Ege denizinden ayrılmak zorunda kalır.
Urla’ya yerleşmelerinden kısa bir süre sonra alışveriş için gittiği çarşıda Kazım Ağa ismindeki berberin dükkânından ney sesleri duyar. Hemen dükkâna girerek ney üfleyen berberden kendisine ney dersi vermesini ister ve derslere başlarlar.
Fakat o günlerde küçük Tevfik’in özgür ruhunun bedenine verdiği ağırlık, sara hastalığı ismiyle karşısına çıkar. Bu yıllarda sık sık sara nöbetleri geçirir.
Ney çalarak rahatlasa da sara nöbetleri peşini bırakmaz. Sara tedavisi için aile İstanbul’a gelir, çok yerde derman ararlar. Pepo ismindeki doktor, aileye “en çok sevdiği şeyle uğraşsın” tavsiyesinde bulunur. Babasından gizli saklı çaldığı neyle artık engel olmadan meşgul olabilecektir. Artık Urla’nın etrafındaki dağlarda özgürce gezer ve ney üfler.
Babası tüm olumsuzluklara rağmen oğlunun tahsilinden vazgeçmez ve onu İzmir’de İdadi mektebine yatılı yazdırır. Özgür yapısı yatılı okulun kurallarıyla kısa zamanda daralır ve sara nöbetleri sıklaşır. Okul tarafından ailesinin yanına, Urla’ya geri gönderilir. Babası yine de ümidini yitirmez ve oğlu için İzmir’e taşınır. Genç Tevfik İzmir’e gelir gelmez ailesinden habersiz, ney merakını giderecek ve yeni şeyler öğrenecek bir çevre arar ve tabii yolu İzmir Mevlevihanesi’ne çıkar. Buranın Şeyhi Nureddîn Dede’ye kendini dinletir. Dede onu dergâhın neyzenbaşısı olan Cemal Efendi’ye teslim eder. Burada bir yandan müziğin inceliklerini öğrenirken diğer yandan Mevleviliğin adabını talim eder. Nota öğrenir, semâ meşklerine başlar.
Neyzen Tevfik bir şiirinde o günleri şöyle özetler;
“Nota ile meşke devâm etti şöyle birkaç mâh
Semâ’a mıtrıba girdi ney elde başta külah”
Bu yıllar II. Abdülhamid’in tahtta olduğu dönemdir. İmparatorluk yıkılma tehlikesi altındadır. İç ve dış tehlikeler had safhada belirginleşmiş, devlet tarafından güvenlik tedbirleri adı altında birçok sahada sıkı denetimler uygulanmaya başlanmıştır. Bilhassa Batılı anlamda özgürlük taraftarları bu durumdan şikâyetçidir. Devlet tarafından sakıncalı görülen aydınlar İstanbul’dan uzaklaştırılarak ülkenin çeşitli yerlerine gönderilir. İzmir de bu yerlerden biridir.
İzmir’de özgür düşüncelerin rahatça konuşulabildiği yerlerin başında İzmir Mevlevîhânesi gelir. Küçüklüğünden beri özgür tavırlarıyla kendini ortaya koyan genç Neyzen Tevfik burada sonraki hayatını etkileyecek isimlerle tanışır, onların sohbetlerine katılır. “Büyüklerin küçük dostu” payesini alır. Bu çevre sayesinde İzmir’in aristokrat çevreleriyle tanışma fırsatı bulur. Uşşâkîzâdeler, Yâsinzâdeler bunların önde gelenlerindendir.
Bu muhitlerde tanıştığı ve hayatının geri kalan kısmında en çok etkilendiği kişi, Türk hiciv şiirinin en önde gelen isimlerinden olan Şair Eşref’tir. Eşref’in hicivlerini kendisinden dinler ve çok etkilenir. Aynı günlerde Mevlevihane mensuplarından Ermenekli Hasan Rüştü Efendi’den Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri alır. Şiire de kabiliyeti olan genç Tevfik, istidadını fark eder ve şiirler yazmaya başlar. O günlerde İzmir’de yayınlanan Muktebes dergisinde bir şiiri yayınlanır.
Dilşikârim! Sen esir ettin dil-i nâşâdım!,
Şivekârım! Levha-i hüsnün gönül sayyâdı mı?
Düştüğüm günden beri gafletle hüsnün damına,
Eyledin eflâke i’lâ âhımı, feryâdımı!..
Neyzen Tevfik’in özgür kafa yapısının üstüne, şair Eşref ve benzeri fikir adamlarının da etkisiyle artık mevcut iktidara karşı muhalefet özelliği de eklenmiştir.
İzmir’de içinde bulunduğu çevrede mutlu olan genç Tevfik’in bu mutluluğu, babası Hasan Fehmi Efendi’nin devreye girmesiyle kesintiye uğrar. Artık genç Tevfik, İstanbul’a medrese tahsili için gönderilecektir. Tevfik istemese de babasının sözünü tutmak zorunda kalır. 19 yaşında olduğu 1898 senesinde İstanbul’a gelir. Gelmeden önce İzmir Mevlevi Şeyhi Nureddin Dededen, iyi bir neyzen olduğunu, İstanbul’daki Mevlevihanelerde ney üfleyebileceğini dile getiren bir tavsiye mektubu alır.
Babasının arkadaşı olan ve daha sonra Şeyhülislam olacak Musa Kazım Efendi’nin aracılığıyla Fethiye Medresesi’ne başlar. Kendini normal hissettiği zamanlarda medresenin en başarılı talebesi olur, hocalarla ilmî konularda sohbet eder. Fakat özgür ruhu devreye girince her şey değişir ve tekrar bildiğimiz kural tanımaz Tevfik olur.
Medresedeki hayatı inişli çıkışlı devam ederken, İzmir Mevlevi şeyhi Nureddin Efendi’nin yönlendirdiği Galata Mevlevihanesi’ne gider. Orada ayinler sırasında ney üflemeye başlar. Burada tanıdığı Hafız Emin Efendiyle birlikte İstanbul’un çeşitli kahvehanelerine gitmeye başlar. Buralarda, Şair Eşref’ten sonra hayatının en önemli insanı olan Mehmed Âkif Beyle (Ersoy) tanışır. Neyzenin ruhundaki fırtınaların farkında olan Âkif Bey, ona karşı çevrenin aksine hep müşfik davranır.
Âkif Bey sayesinde Ahmed Râsim Bey, İbnülemin Mahmud Kemal Bey, Tevfik Fikret, Hersekli Ârif Bey, Kânûnî Hacı Ârif Bey, Tanbûri Cemil Bey ve Ûdî Nevres Bey gibi edebiyat ve müzik adamlarıyla tanışır.
Bu renkli çevrenin çekiciliği onu medreseden uzaklaştırır ve nihayet medreseden ayrılır. Buradan ayrıldıktan sonra bir müddet Galata Mevlevihanesi’ne devam eder. Kural tanımaz kişiliği yüzünden buradan da sıkılır ve Sütlüce Bektaşi tekkesine gider. Buranın şeyhi Münir Babadan nasîb alır (tarikata girer).
Bu tarihten sonra kendisine tarikat yönü sorulduğunda;
“Mey’de Bektâşî göründüm
Ney’de oldum Mevlevî
Meşrebim Molla-yı Rûmî
Mezhebim Bektâşîdir”
cevabını verecektir. Neyzen medreseden ayrıldıktan sonra ilk önce Fatih’te bulunan Şekerci Hanı’na, ardından Ali Bey Hanı’na taşınır. Artık kimsenin kendisine karışmadığı han hayatı, Neyzen için en ideal barınma biçimi olmuştur.
“Sabredip medresede kalmış idim dört beş yıl
Sonra bir handa oda tutmağa hükmetti akıl”
Bu tarihten sonra han odasındaki hayatın vazgeçilmez insanı Mehmed Âkif Bey olmuştur. O günlerde Mehmed Âkif Bey, Neyzenin kardeşi Şefik’i kendisinin de mezun olduğu Baytar mektebine yerleştirir. Mehmed Âkif Bey düzenli olarak hana gelir, Neyzen’e edebiyat dersi verir. Neyzen de Âkif Bey’e ney üflemesini öğretir. Bazı musikişinasların da onlara katılmasıyla çeşitli makamlarda fasıllar geçilir.
Gün gelir II. Abdülhamid döneminin toplantı yasağı, bu han odasındaki meşk ortamını da vurur. Neyzenin dostlarıyla rahatça buluşamadığı günler, İzmir’de başlayan içki bağımlılığını had safhaya ulaştırır. Mehmed Âkif Bey Neyzen’den sık sık, içkiyi bırakacağına dair söz alsa da, Neyzen bir türlü sözünü tutamaz.
O artık Sirkeci Kıraathanesi’nde toplanan muhalif kesimle sık sık bir araya geliyor, konuyla ilgili hicivlerini alkolünde etkisiyle rahatça söylüyordu. Mehmed Âkif’in bu konuda kendisini ikaz etmesine rağmen onu dinlememişti. Tabii konu bir şekilde polise intikal etti ve Neyzen hakkında gözaltı kararı verildi. Ne var ki hâkimin hakkında “akli dengesinin yerinde olmadığı” yönünde karar vermesi sayesinde serbest bırakıldı. Sonrasında muhaliflerin toplandığı yerlere tekrar gitmek istediyse de mimlendiği gerekçesiyle o çevreler Neyzeni içlerine almadılar. Bir müddet ayyaş kahvelerine takıldıysa da muhatap bulamadığı için oralardan da sıkıldı ve İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Afrika’ya gidip ıssız çöllerde başıboş dolaşma ümidiyle Mısır’a giden ilk gemiye bindi. Burayı tercih etmesinin bir sebebi de uzun zamandır görmediği Şair Eşref’i görme ümidiydi. Kahire’ye varır varmaz Şair Eşref başta olmak üzere, İstanbul çevresinden uzaklaşmış kişilerle buluştu. Bu şehirde, esrar kahvelerine ve azılı haydutların mekânlarına girer çıkar oldu. Bu yüzden bir ara hapse düştü. Bir ara Lübnanlı bir kadın şarkıcıya âşık oldu. Fakat bu aşk hüsranla sonuçlandı. Bu hadisenin ardından bir müddet İskenderiye Kalesi’nin dibindeki bir mağarada yaşadı.
Bu çalkantılı dönemin ardından kısa bir süre Ezher Üniversitesi’ndeki dinî ilimler derslerine katıldı, müzik çevrelerine ney dersleri verdi. Hatta yabancı bir plak şirketine ney çalarak plak doldurdu.
Dünya aklı devreden çıkınca tekrardan eski muhitlerine döndü. Bir kahvehanede Şair Eşref’in Mısır Hidiv’i için yazdığı bir şiiri okumasının ardından Neyzen’den de bir hiciv yazmasını istediler. O da Hidiv için bir hiciv yazdı ve orada okudu. Bu şiiri o günlerde Şair Eşref’in Mısır’da çıkarttığı bir gazetede de yayınlandı. Hemen akabinde polis tarafından aranmaya başlandı. Polisten kaçmak için Kahire yakınlarındaki Kaygusuz Sultan Bektâşî tekkesine sığındı. Buranın şeyhi Arnavut Lütfi Baba Neyzeni hoş tutarak konuk etti ve onu sakladı.
Neyzen bu dönemde polis baskını endişesiyle sabah erkenden tekkeden çıkar, bütün gün aç karnıyla dağlarda dolaşır hava kararınca tekkeye gelirdi.
Ramazan ayı geldiğinde durumu daha da zordu. Çünkü tekkedeki herkes oruçlu olduğu için sabah kahvaltısı da çıkmadığından açlığı katmerlenirdi. Neyzen, böyle aç gezdiği bir gün, tekkenin arkasındaki arazide ağzında bir parça ekmekle bir köpek görür. Hayvana ıslık çalarak yanına çağırır, köpek yanına gelince onu korkutur ve ekmek hayvanın ağzından düşer. Neyzen hemen ekmeği alır ve yemeğe başlar. O sırada gaipten bir ses duyar: “Utanmıyor musun hayvanın rızkını almaya, bir de insan olacaksın!”. Neyzen bu sesten ürker, hayvana şirinlikler yaparak yanaşır ve elindeki ekmeği köpekle bölüşür. Bu olaydan sonra Mısır’daki en yakın arkadaşı “Çakaralmaz” adını verdiği bu köpek olur. Zaman geçip tekkeden ayrılma vakti geldiğine onu yakın bir çiftlik sahibine 10 Mısır lirasına satar ve oradan uzaktaki şehre gider. Bir müddet sonra Neyzen’in vakit geçirip ney üflediği kahveye köpeği Çakaralmaz çıkagelir. Neyzen sonraki hatıralarında bu köpeği bu şekilde iki kez daha sattığını, fakat her seferinde çıkageldiğini, dördüncü ve son satışını ise, II. Abdülhamid’in tahttan inmesiyle beraber ilan edilen genel af haberinden sonra yaptığını ve o parayla Türkiye’ye vapur bileti aldığını söyler.
Neyzen 1909’daki Türkiye’ye dönüşünde ilk önce İzmir’e uğrar burada dostlarının düzenlediği bir gecede ilk solo konserini verir ve ardından İstanbul’a gelir.
1910 senesinde annesinin ısrarı üzerine sarıklı bir hocanın kızı ile evlenir. Bu evliliğe babası ve kardeşi Şefik karşı çıkarlar. Çünkü sarıklı bir hocaya damat olacak adam değildir Neyzen. Üç yıl süren bu evlilikten Neyzen’in kızı Leman dünyaya gelir. Kızı doğduktan kısa bir süre sonra, kayınpederi kızını Neyzen’den boşatmaya karar verir.
Kızını gizlice evden alan kayınpeder, Neyzen olmadığı hâlde iki şahit bularak onları boşatır.
Neyzen bu evlilikten sonra bir daha hiç evlenmez. Hatta bu olaydan sonra kadınlara karşı genel bir hoşnutsuzluğu hep süregelir.
1915’te başlayan I. Dünya Savaşı’yla Neyzen askere alınır. Onu, kuruculuğunu Ahmed Muhtar Paşa’nın yaptığı Mehter Bölüğüne verirler. Burada onlarca davul ve zurnanın arasında Neyzen’in üflediği ney havai fişek gibi kendini belli eder.
O dönemde müttefikimiz olan Alman devletinin önde gelen generallerinden Van Makenzen boğazda bir yalıda oturuyordu. Alman general mehter müziğimizi çok sevdiği için mehter takımını konağında ağırlamak ister ve davet eder. Konser sırasında Neyzen’in çaldığı neyi çok beğenir ve kendisiyle tanışıp sohbet eder. Olay Sultan Reşad’ın kulağına gider. O da Neyzen’i saraya davet ederek dinler ve takdirlerini belirtir. Aradan üç yıl geçer ve memleket için korkulan olur. Payitaht İngilizler tarafında işgal edilir. Tarihte hiçbir zaman esir yaşamamış Türk milleti bu durumdan çıkışın yollarını da bir taraftan planlamaktadır. Memlekette genel hava ümitle korku arkasındadır. Neyzen de o günlerin sıkıntısından payını alır. Hâli tavrı gitgide tuhaflaşır ve 1920’de Toptaşı Akıl Hastanesi’ne yatırılır.
“Bir buluttum yıldırım oldum’da düştüm pâyine
Meclis-i cânanda çaktım Toptaşında gürledim”
beyti o günlere dair bir nottur.
1920’den sonra artık yeni bir devletin temelleri atılmış ve ülkenin başına Atatürk geçmiştir.
Müziğe düşkünlüğü ile bilinen Atatürk, şöhretini bildiği Neyzen’i sık sık meclislerine çağırır. Her türlü kurumsal disipline tahammülü olmayan Neyzen, beş yüz yıllık Osmanlı sisteminin yeni bir sistemle yer değiştirmesine başlarda memnun olsa da yeni düzenle de ilerleyen süreçte sorunlar yaşar. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de siyasetçilere hicivler yazmaktan geri durmaz.
Bu yıllarda resmî ideoloji ile sorunları olan birçok kişiyle dostlukları olur. Ressam Fikret Mualla bunlardan biridir.
1930’lu yılların sonlarına doğru, nerede akşam orada sabah anlayışıyla hayat süren Neyzen Tevfik’i konservatuvara neyzen olarak alırlar.
Kendisini çekemeyen çevreler Neyzen yazmadığı hâlde, zamanın valisi Lütfi Kırdar’a yazılmış bir hicvi, Neyzen yazmış gibi valiye haber verirler ve akabinde kendisinin işine derhâl son verilir. Bu olaydan sonra Neyzen derbeder hayatına döner. Bu yıllarda Neyzen sık sık Bakırköy Akıl Hastanesi’ne girip çıkar. Hatta kendisine burada özel bir oda bile tahsis edilir. Ne zaman hastaneye gelse odası hazırdır. Buradaki hastaları etrafına toplar, onlara ney üfler ve sohbet eder. Çok sevdiği köpeği Mernuş’u bu hastane günlerinin birinde kaybeder. Onu kendi gömleğinden yaptığı bir kefene sararak hastaların da iştirak ettiği bir törenle hastane bahçesine törenle gömer ve ardından;
“Bu engin ayrılık canıma yetti
Başımdan aşıyor kederim Mernuş
Bu yolda yazılmış fermanı kaza
Bunu da gösterdi kaderim Mernuş
Bağlanmıştım bütün kalbimle sana
Şu fani cihanı okuttun bana
Sen göçtükten sonra ben yana yana
Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş
Bu yolda cahilim, bildiğim kısa,
Sen girdin toprağa ben düştüm yasa
Haklı haksız hatırını kırdımsa
Affet günahımı beşerim Mernuş”
şiirini okur.
Nerede akşam orada sabah anlayışıyla uzun yıllar yaşayan Neyzen’in artık yaşı ilerlemiş sağlık sorunları baş göstermeye başlamıştır. Her zaman üflediği ve çalınması yorucu olan Mansur neyini dahi artık rahat üfleyememekte, kendi şahsi işlerini rahat yapamamaktadır. Bu dönemde Neyzen’in yardımına, Türkiye yerli uçak sanayisinin öncü ismi, iş adamı Nuri Demirağ yetişir. Ona Beşiktaş’ta kullanmadığı bir evinin üst katında oda tahsis eder ve ihtiyaçlarını karşılar. Neyzen bu dönemde içkiyi bırakır. Ziyaret için gelen dostlarını ve kendisiyle görüşmek isteyen gazetecileri kabul eder. Bu dönemde onunla yapılmış röportajlar çeşitli yayın organlarında yayınlanır. Demeçlerinde halkın arasında dolaşan bazı şiirlerin ve kendisi hakkında anlatılan hikâyelerin doğru olmadığını ısrarla belirtir.
Son günlerinde kendisini sıkça ziyarete gelen Cemaleddin Server Revnakoğlu’na :
“Vallâhi mü’minim sen şahit ol.” diyerek son demlerindeki hislerini anlatır ve şu beyti dilinden düşürmez;
Yokluğumla âşikârım, Ehl-i beyt’e âidim
Secdemin şeklindeki ism-i Muhammed şâhidim
Neyzen, bu iman ve anlayışla 28 Ocak 1953 günü 74 yıl ömür sürdüğü ve bir türlü sığamadığı ten kafesinden çıkar. Cenazesi Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camisi’ne getirilir. Valisinden entelektüeline, dervişinden esnafına, sarhoşundan dilencisine kadar yüzlerce insan oradadır. Namazı kılındıktan sonra naaşı, kardeşi Şefik Kolaylı ve kızı Leman Hanım’ın yaşadığı Pendik bölgesinde çok sevdiği deniz manzaralı kabristana götürülür. Defin işlemi yapıldıktan ve hoca efendilerin mutat vazifeleri bittikten sonra, vasiyeti üzerine, Mevlevi şehzadesi neyzen Gavsi Baykara sabâ makamında bir taksim yapar. Ardından Zekâî Dede Efendi’nin bestesi olan ve güftesi Nakşî Şeyhi Selâmî Efendiye ait olan
“Bir muazzam pâdişahsınki kulundur cümle şâh”
güfteli tevşih okunur.
Sonrasında Mevlevilere mahsus ism-i celâl zikri yapılır.
Artık, ömrü boyunca içine bir türlü sığmadığı ten kafesi aslına, yani, toprağa, hep ötelerin ötesine uçmak istediği ruhu ise sahibine dönmüştür.
Neyzen hakkında birkaç kelam edelim:
Hayatına dair detayları sunduğumuz kısımda görüleceği üzere Neyzen görünüşte, dinin açık kurallarına riayet etmeyen, içki içen, uyuşturucu kullanan, din adamlarına muhalefet eden, ona buna hakaret anlamına gelen hicivler yazan bir insan görünümündedir. Akla hiç şüphesiz böyle birini niçin konu edindiğimiz suali gelebilir. Evvela Neyzen din âlimi bir babanın oğludur. Medrese okumuş, dinin kurallarını bilen birisidir. Hatta İslam’ın özünün ve hikmetlerinin meşk edildiği tasavvuf kurumunun da içine girmiş biridir. Buna rağmen Neyzen’in bu derbeder hayata niçin sürüklendiği sorusunun cevabı, Neyzen’i neden konu edindiğimizi de izah edecektir.
Tüm varlık âlemi, Allah’ın “Zat”ından “Sıfat”ına, ondan da Ef’aline tecellisiyle açığa çıkmıştır. Bu tecellinin tamamını, hiçbir yaratılmış taşıyamayacağı için, Rabbimiz merhameti icabı bunu bizim taşıyabileceğimiz miktarda açığa çıkarmıştır. Bazı insanlarda ise bu tecelli daha yoğun olarak açığa çıkar. İşte bu yoğunluklu tecelliye muhatap olan insanlara bizim kültürümüzde meczup veya meczub-i ilâhî denir.
Bu insanların bazıları bu tecelli şeklinden dolayı dünyevi akıllarını tamamen kaybeder. Bazıları ise tecelliyi, dünyevi akıllarını kaybetmeden de taşıyabilir. Ama her hâlükârda bu insanlar, normal insanlara göre değişik, sıra dışı ve anlaşılmazlardır. İşte Neyzen Tevfik de keskin zekâsını kaybetmeden bu taşınması zor olan tecelli ile doğuştan muhatap olmuş birisidir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz;
Normal bir insan, iki elinde, iki ayrı beşer kiloluk çantayı taşırken normal bir şekilde yürüyebilir. Fakat, biz onun elinden beşer kiloluk çantaları alıp da ellişer kiloluk çantalarla yürümesini zorunlu tutarsak, yürüyüşünde normal insanlara göre tuhaflıklar olacaktır. Nasıl ki biz birine böyle bir yük yükledikten sonra yürümesindeki anormalliği onun bir suçu olarak görmüyorsak, umarız ki Rabbimiz de “Adl” esması gereği, ağır tecellilerini yüklediği bazı kullarındaki aksaklıkları suç olarak görmeyecektir.
Neyzen Tevfik’in kendisine doğuştan yüklenen tevhit tecellisinin bir sonucu olarak açığa çıkan, şehadet sırları taşıyan aşağıdaki şiir, normalde şeriat, tarikat, hakikat ve marifet mertebelerini hakkıyla yaşamış ariflerden zuhur eder.
Allah, hikmetini bilmediğimiz muradı gereği derin tevhit zevklerini Neyzen gibi kullarına da söyletmiştir.
Fazl-ı Yezdan, kâinat olmuş, görünmüştür bana,
Cavidânî mümkinât olmuş, görünmüştür bana,
“Sü vi du” âb-ı hayat olmuş, görünmüştür bana
Hatt-ı menşur, iltifat olmuş, görünmüştür bana
Her sada bir assalât olmuş, görünmüştür bana.
(Allah’ın Fazlı, kâinat olmuş bana görünmüştür. Sonsuzluk varlık olarak bana görünmüştür.
Otuz İki harf, bu kâinatın içinde ölümsüzlük suyu olmuş, görünmüştür bana. İnsanın yüzüne dağılmış hatlar, bir ferman gibi iltifat olup bana görünmüştür. Bu nedenle her duyduğum ses bir bana “Essalât” olarak gelmektedir.)
Gönlümün yoktur şeriki ruh u fikrim müstakil,
Bir alev içtim ki ben, ismi şarab-ı Selsebîl
Varlığım bir ateş olmuştur şuurum müzmâhil,
“Sü” ya secde eylerim ben çünkü kıblem bir değil
Cümle eşya mahz-ı zat olmuş, görünmüştür bana.
(Gönlümün bir ortağı yok, ruhum ve fikrim müstakildir,
İsmi “çağlayan şarap” olan bir alevden içmişim,
Bu şaraptan içişim varlığımı da ateşe çevirmiş, şuurumu da dağıtmıştır
Artık “otuz” yere secde etmekteyim, artık kıblem bir değil.
Çünkü bütün varlık bana yalnız Hakk’ın zatı olarak görünmektedir.)
Aşkımın bir nassıdır gönlümdeki feyz-i cünun
Sarhoşum bezm-i ezelden erganunum Kaf ü Nün
Uğramaz meyhaneme, peymaneme râib u zunûn,
Naz ile ref’-i nikab ettikçe ahkâm-ı şuûn,
Sırr-ı esma beyyinât olmuş, görünmüştür bana.
(Aşkımın emridir artık gönlümdeki deliliğin feyizleri, Bu delilik ve sarhoşluk bende ezelden beridir bulunmaktadır; benim içki meclisimde çalınan saz (org), Allah’ın varlığı yaratırken sarf ettiği “Kâf u Nûn” (Kün/Ol) hitabıdır. Benim meyhaneme şüphe ve zan uğramaz. Allah’ın tecellilerinin hükmü ile hakikatin önündeki örtüler nazlı nazlı açılmaktadır. Bu suretle Allah’ın isimleri gözüme apaçık deliller ve mucizeler olarak görünmektedir.)
Vadi-i hayretteyim, umman-ı acze dalmışım,
Ben bu sonsuzlukla serhadd-ı fenada kalmışım.
Fazl-ı Yezdan devletinde fakr ile ün salmışım,
Nağme-i aşk-ı ilahiden işaret almışım,
Her tecelli Muhkemât olmuş, görünmüştür bana.
(Hayret vadisinde, acizlik denizindeyim, bu sonsuzluklar âleminde yok oluşun sınırlarında gezinmekteyim, “Allah’ın Fazlı”nın devletinde fakirlik ve acizlikle şöhret buldum, İlahi aşkın nağmelerinden işaretler gördüm… Tüm bunlarla gördüğüm her tecelli bana Allah’ın açık hükümleri gibi görünmektedir.)
Cebr ile tatbik eder Neyzen kader ahkâmını,
Hâl diliyle söyler eşya cümle-i ifhâmını,
Hırz edindim sakinin son cürâ-i ikramını,
İçtiğim günden beri pîr-i mugânın câmını,
İlm-i sûrî türrehât olmuş, görünmüştür bana
(Ey Neyzen! Kader hükmünü elbette uygular, bütün eşya hâl diliyle konuşur. Ben kaderin zorlayıcılığı ve eşyanın Hakk’ın sırlarını daima anlatışı karşısında sakinin sunduğu kadehlere saklandım. Sarhoşlar pirinin sunduğu kadehten içtiğimden beri bana zahirî ilimler beyhude ve anlamsız gelmektedir.)
Bu şiirini yazılış hikâyesi şöyledir:
Neyzen, akıl hastanesinde, üzerinde gül resimleri olan bir tepsiyi karşısına dik bir şekilde koyar. Oradaki güllere dikkatlice bakarken güllerin hareket ettiğini görür. Daha sonra hareket eden güllerin konuştuğunu ve yukarıdaki şiiri okuduklarını duyar.
Neyzen bu olay üstüne şiiri kâğıda dökmüştür.
Kaynakça:
Hilmi Yücebaş- Neyzen Tevfik- L/M yayınları
Mehmet Ergün-Neyzen Tevfik ve Âzâb-ı Mukaddes-Tuca Yayınları