BEDENİN SINIRLARI BENİN SINIRLARI MIDIR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Mehmet Zahit Tiryaki*

     Dünyanın içinden geçen yolu bulmak

    Daha zordur dünyanın ötesine gideni bulmaktan

    Wallace Stevens

     

     

    Kendisine “ben” diyerek atıf yaptığımız, düşünsel ve eylemsel etkinliklerimizin öznesi olma payesi verdiğimiz şeyin gerçekte ne olduğuna ve nerede başlayıp nerede bittiğine bir türlü karar veremiyoruz. Diyelim ki, 12.03.2011 tarihindeki ben ile 12.03.2022 tarihindeki ben ne kadar birbiriyle aynı ne kadar birbirinden farklıdır? Gerçek ben diye kendisinden bahsedebileceğimiz bir şey varsa bu iki tarihteki benden hangisi gerçek bendir? Eğer bende gerçekten de sabit ve değişmez bir şey, bir cevher veya öz varsa o sabit olan şey mi gerçek bendir yoksa değişip duran şeyler mi farklı ve yeni benleri oluşturur?

     

    Kimdir Bu Ben?

    Bu ve benzeri sorularla ilgili görüşlerin felsefe tarihinin erken dönemlerinden yakın zamanlara kadar takip edilebilecek uzun bir tarihi var. Bu problemler, Antik Yunan felsefesinde ve Orta Çağlarda çoğunlukla değişim ve kalıcılık gibi daha üst bir başlığın altında, üstelik algı ve düşünme süreçlerine ilişkin daha kapsamlı felsefi soruşturmanın ikincil bir unsuru olarak incelenir. Bu hayatta veya ölümden sonra kişisel sürekliliği sağlayacak bir şeyin olup olmadığı, insanın kendi beninin mahiyetine ve varlığına dair algısal ya da düşünsel bir farkındalık geliştirip geliştiremeyeceği meselesi de başka bir soru olarak karşımıza çıkar. Bununla beraber ben hakkındaki araştırmanın nasıl yapılacağı hakkındaki şu soru da merak uyandırır: Kişinin aklıyla veya başka herhangi bir yolla kendi benini veya özünü doğrudan idrak edip edemeyeceği, dışsal herhangi bir nesne, eylem veya başka bir ben olmaksızın öznenin kendine yönelik dolaysız bir farkındalık geliştirip geliştiremeyeceği, bütün zamansal değişim, dönüşüm ve deneyimleri gözlemleyen birlik ve bütünlüğe sahip merkezî bir ben ya da öznenin olup olmadığı. Elbette böyle bir beni varsaydığımızda bunun ne olduğu, bireyin değişen bütün zamanlar boyunca kendisiyle özdeş olup olmadığı, benin zamansal veya tarihsel olan şeylerle ilişkisi içinde gerçekleşen bütün deneyimlerin öznesi olarak kendine yönelik farkındalığının imkânı ve bunun nasıl gerçekleştiği gibi sorularla da karşı karşıya kalırız. Aynı şekilde belirli anlarda ortaya çıkan zamansal deneyimlerin benin ya da öznenin bütüncül gerçekliğine dâhil olup olmadığı, bütün bu zamansal değişim ve dönüşümlerin ötesinde kendisine gerçek veya ideal ben denilerek atıf yapılabilecek zamansal olmayan sabit bir şeyin olup olmadığı şeklindeki sorular da bizi kendisine çeker. Ayrıca bu noktalardan hareketle kişinin kendi bedenine ilişkin farkındalığı, bir canlının ve özellikle de insanların fiziksel yapılarının olgunlaştıklarında değişirken o yapının farkındalık ve çevreye adaptasyonunun nasıl aynı kaldığı, zengin, çeşitli ve ele avuca sığmaz bir nitelik gösteren deneyimlere hem öznenin bizzat kendisi hem de başkaları tarafından tam olarak erişilip erişilemeyeceği ve böyle bir farkındalığa erişilecekse bunun ne kadar olabileceği, kişinin kendine yönelik farkındalığının kendisine bile bütünüyle apaçık olup olmadığı gibi çeşitli konular tartışılır. Zikredilen bu meseleler, felsefenin en temel konularından bazıları olarak bize kendilerini açarlar. Bütün bunlara yönelik felsefi soruşturmalar, Antik ve Orta Çağ felsefeleriyle sınırlı kalmaz ve sonrasında Descartes’ın Cogito’sunda, Kant’ın Transandantal Ben ya da Özne’sinde, Hegel’in Ben’inde, Nietzsche’nin Übermensch’inde, fenomenolojinin özne yorumunda, Heidegger’in Dasein’ında ve çağdaş zihin felsefesi tartışmalarında da peşine düşülen bir problemler alanı hâline gelir.

    Özellikle klasik dönem ve sonrasındaki ben tartışmaları söz konusu olduğunda bir tarafta Platon, Plotinus, İbn Sînâ ve Augustinus gibi filozofların, diğer tarafta Aristoteles, İbn Rüşd ve Thomas Aquinas gibi filozofların olduğu iki uçlu bir hatla karşılaşırız. Bu görüşler, ayrıntılarda farklılaşmakla birlikte en temelde tartışmaya konu olan “ben” ya da “özne” dediğimiz şeyin doğal bir şekilde mi yoksa klasik anlamda kastedildiği hâliyle metafiziksel veya tanrısal bir şekilde mi açıklanacağı noktasında ayrışırlar. Platon’un Phaidon diyaloğunda karşımıza çıkan ve Simmias’ın savunduğu harmoni teorisi, Aristotelesçi hilomorfik teori ve insanı ruh ve beden gibi iki farklı yapıdan ibaret görmek açısından düalist bir resmi savunan fakat bu her iki yapıyı da fiziksel kabul eden klasik atomcu teoriler tekçi niteliği baskın doğalcı yaklaşımların ilk örnekleri olarak görülebilir. Keza, Platon ve sonrasında dinî, teolojik, felsefi veya mistik gelenekler tarafından da büyük oranda benimsenen düalist teorileri ise ben ya da özneyi metafiziksel veya tanrısal bir cevher olarak kabul eden yaklaşımların erken tartışmaları olarak görebiliriz. Ben ya da öznenin, kendi mahiyetine ya da varlığına dair bilgiye veya farkındalığa Platon, İbn Sînâ veya Augustinus gibi filozoflarda olduğu gibi doğrudan ve aracısız bir şekilde mi, yoksa Aristoteles, İbn Rüşd ve Thomas Aquinas gibi filozoflarda olduğu gibi kendisi dışındaki dünyayı, nesneleri, bedensel ve zamansal bir şekilde fenomenal bir alanda deneyimlemesi aracılığıyla mı eriştiği şeklindeki klasik tartışma da bahsedilen iki uçlu hattı ortaya çıkaran tartışmalardan birisi olarak dikkat çeker.

    Klasik dönemde deneyimin nesnel ve paylaşılan yönlerine ilişkin tartışmada hem Platon hem de Aristoteles Protagoras’ın her insanın kendi görünüşleri ya da kanaatleri hakkında otorite olduğu şeklindeki meydan okumasına cevap vermeye çalışmışlardır. Platon’un Kharmides diyaloğunda Sokrates insanın kendi nefsinin durumlarıyla özel bir ilişkisi olduğu ve eğer böyle ise bu durumları bildirmenin kolay olması gerektiği düşüncesini savunur. Fakat nihai noktada Kharmides’in kendi nefsinde bulunduğu varsayılan erdemin iyi bir tanımını veremediği gerekçesiyle bu ilk kişi otoritesine meydan okunur. Aristoteles ise farklı türlerin hatta bir bireyin farklı duyularının farklı görünüşler ürettiğine ve bunlardan hangisinin doğru olduğunun açık olmadığına işaret etmekle birlikte şeylerin aynı zamanda, aynı açıdan ve aynı duyu içinde farklı görünmediklerini ifade eder. Yaygın epistemolojik realizme karşıt olarak şüpheciler de herkesin etrafındaki şeyler hakkında farklı etkilenim ya da görünüşlere sahip olmasının mümkün olduğunu ve bizim doğrudan dünyadaki şeylere değil sadece bu görünüşlerin nefsimizdeki ya da kendimizdeki hâllerine erişimimizin mümkün olduğunu iddia ederler. Dolayısıyla bilginin içsel ya da öznel bir alanda o içsel dünyanın temsilleri olmaktan ziyade dışsal ya da gerçek bir dünyanın bilgisi olduğu şeklindeki ana akım iddia kalsa bile ilk kişi otoritesine ve deneyimin inkâr edilemezliğine yönelik Pisagorcu vurgu yeniden ifade edilmiş olur. Bu vurgular eşliğinde özellikle Platon özelinde vurgulamamız gereken husus, Platon’da deneyime ve ilk kişi otoritesine karşı çıkılırken meselenin mantık ve tanımla ilişkilendirilerek Kharmides’in kendindeki erdemi iyi tanımlayamamasından hareket edilmesidir.

     

    Ben’i İkiye Ayırmak

    Bu farklı tutumlara ilişkin tartışmalarda sonraki düşünürlerin en çok kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaları itibariyle temsil gücü yüksek bir isim hâline gelen Descartes’ta rastladığımız ve zihin ile beden, özne ile nesne gibi farklı ikilikler arasında keskin ayrımlar yapan çeşitli düalist teorilerin argümanları arasında da yer alacak olan bir hususa vurgu yapılır. Bu vurguda belirli bir hat üzerinde kendisine atıf yapılabilecek tek, sabit, sürekli olarak aynı kalan ve değişmeyen bir benin olduğu, benin ya da öznenin görünür bedensel ve fiziksel değişimlerin ötesinde olduğu iddia edilir. Çağdaş dönem zihin felsefesi ve sinir bilim tartışmalarında eleyici ve indirgemeci formları itibariyle radikal materyalizm ve fizikalizme yönelik eleştirilerde de böyle bir ton sezilir. Soyut bir ben ya da özneyi, insanın özünde tek ve bütüncül bir nitelik gösteren tanrısal bir ruh, nefes ya da cevher olduğunu savunan düalist yaklaşımların benin ya da öznenin açıklanmasında bedenselliğe vurgu yapan yaklaşımlar karşısında hızlıca direnç göstermelerine neden olan şeylerden birisi, insan bedeninden, bedenselliğinden veya yaşamsallığından bahsederken fiziksel organların veya görünür bedensel yapının kastedildiği ve dolayısıyla bunun da yanlış veya eksik bir insan resmi olduğu gibi hızlı bir çıkarıma gitmeleridir. Onlar daha geniş dünya görüşlerinin bir parçası gibi gözüken bu itirazlarında insandaki mükemmel birlik ve bütünlüğü açıklayan nefs ya da ruh gibi basit ve gayrimaddi açıklayıcı bir ilkenin var olması gerektiğinden, insanın fiziksel ve bedensel yönlerine vurgu yapan yaklaşımların insanı mükemmel bir birlik ve bütünlükten yoksun bırakan parçalanmış bir ben algısına yol açtığından hareket ediyor görünürler.

    Ruhsal bir töz ya da mutlak bir öznenin yanılsama olarak görüldüğü ve benin zamansal olarak geçirdiği değişim ve dönüşümlere dikkat kesilen bir bakış açısında benliğin durmaksızın değişip dönüşen çok farklı hissedişlere bölünme tehlikesi sezilir. Oysa sabit ve değişmez bir benin varlığını kabul eden yaklaşımlara göre deneyimlerin çeşitlilik ve farklılığına rağmen herkes kendini daima aynı kalan bir ben olarak görme eğilimindedir. Algı ve düşüncemize konu olan nesneler ne kadar çok yönlü ve çeşitli olursa olsun “ben algılıyorum” veya “ben düşünüyorum” gibi yargılarımızda görüldüğü gibi sabit ve değişmez bir ben varsayımı gerekli gibi gözükür. Bütün bu varsayımların arka planında insanın somut, maddi, fiziksel bedeninin sürekli olarak kendisine ben diyerek atıf yaptığımız şey olma gücünde olmayacak kadar düşük ve belki de değersiz olduğu gibi bir kabul yer alır. Oysa nefsi kendi başına bir cevher kabul etmeyen ve onu bedenin bir işlevselliği olarak gören Aristoteles’in vurgularından itibaren de gördüğümüz üzere kendi dinamik işlevsel formunu kaybetmiş bir beden, sadece bir ceset olması itibariyle aslında sadece ismen bedendir ve yaşayan bir beden olarak kabul edilmez. Dolayısıyla bir organizmanın en temel işlevi olarak canlılığın devre dışı kalması durumunda hâlihazırda ortada olan fiziksel bedenin veya cesedin insanın hayattayken gerçekleştirebildiği zihinsel ve eylemsel etkinlikleri gerçekleştiremiyor oluşundan hareketle insanı insan, özne veya ben yapan şeyin fiziksel yapının ötesinde soyut, metafiziksel veya tanrısal bir cevher olduğuna yönelik çıkarım yaşamsallıkta ifadesini bulan bu en temel vurguyu gözden kaçırıyor görünür.

    Buna ilaveten benin doğasının ne olduğuna ilişkin bu tartışmalarda ortaya çıkan başka bir husus da yaklaşımların kendilerini farklı yerlerde konumlandırıyor olmalarıdır. Klasik dönemde ben ya da benlik, basit, gayrimaddi ve gayricismani bir nefsin oluşturduğu mükemmel bir birlik olarak görülürken bugün en küçük bir fiziksel ya da bedensel rahatsızlıkta tehlikeye giren ben, benlik ve kendilik algımız bütün bunların birleşik maddi bedenin mükemmel olmayan birlikteliğinden kaynaklandığı izlenimini uyandırır. Bununla birlikte insanın özünü oluşturduğu iddia ettikleri soyut, metafiziksel veya tanrısal bir cevher olarak nefse veya bene atıf yapan yaklaşımlar, bütün güçlerini eleştirdikleri yaklaşımların açıklamalarında ortaya çıkan boşluklardan alarak kendilerinin de bizzat bir kişinin şahsında maddi olmayan bir yön ile maddi yön arasındaki etkileşim sorununu açıklayamadıklarını ve eleştirdikleri ben anlayışları kadar parçalamasalar da en azından iki parçalı bir ben ve benlik algısını savunduklarını görmezden gelirler. Dolayısıyla bu teoriler çeşitliliği içinde zihinsel ve fiziksel nedensellik veya etkileşim sorununu çözebilmek için bir çözüm olarak ileri sürülen tekçi tutumların nasıl ki kendi içinde taşıdıkları güçlükler varsa, tekçi yaklaşımların ben diye kendisine atıf yaptığımız şeyi tam olarak açıklayamadıkları gerekçesiyle çözüm olarak ileri sürülen düalist tutumlar da aynı oranda kendi içinde çeşitli güçlükler taşır. Materyalist tutumların eleyici ya da indirgemeci formları benimsendiği takdirde varlıkta ve insanda olup da sadece fiziksel olarak düşünülmeye direnen yapıların, öznel niteliklerin ve deneyimlerin, psikolojik iç gerçekliklerin varlığı sorun teşkil ederken; düalist tutumların yaptıkları gibi gerçek ve ideal bir ben olarak akli, zihinsel, ruhsal veya tinsel bir varlığı düşündüğümüzde varlığın ve insanın somut, maddi, gözlemlenebilir fiziksel yönü gözden kaçırılmış olur. Nihai noktada her iki tutumun da ihmal ettiği asıl şey, benin bir deneyimler çeşitliliği içinde var olan, ortaya çıkan, değişip dönüşen bir şey olduğudur.

     

    Deneyimin Ben’i

    Bu durum hem klasik dönemde Sokrates ya da Platon, sonrasında da İbn Sînâ veya Descartes gibi isimlerce temsil edilen düalist tutumun hem de çağdaş dönemde radikal materyalist ve fizikalist yönü baskın sinirbilimin epistemolojik, metafizik veya bilimsel kesinlik adına inkâr ettikleri şeyin deneyim olması açısından ilginç bir yön taşır. Oysa kendi benimize ve benliğimize ilişkin farkındalığımız deneyimler bağlamında ortaya çıktığı için belirsizliğin tam ortasında var olan, yapılan, bozulan, ucu açık, sınırsız, kimi zaman daralan kimi zaman genişleyen fakat sürekli olarak değişip dönüşen çeşitli benlerden oluşmuş görünüyoruz. Kendi birlik ve bütünlüğü içindeki bir ben herhangi bir anda deneyimlediği şeye ilişkin metafiziksel veya bilimsel kesinlik adına talep edilen nihai bir tanım getiremiyor olsa da deneyimlediği şey en azından kendisi için kesinlik taşıyabilir ve bunu söz konusu ben ya da öznenin kendisinden başka hiç kimse aynı kesinlikte bilemeyebilir. Fakat kimi zaman metafiziksel kimi zaman teolojik kimi zaman da bilimsel bir tutum adına benimsenen nesnel kesinlik arayışı, benin zamansal ve tarihsel bir deneyimler çeşitliliği içinde dağılıp parçalanmasını önlemek için tanımlı, belirli ve bütün değişimlere rağmen aynı kalabilen bir ben resmine ulaşmaya çalışırken benin zamansal ve tarihsel deneyim çeşitliliği içinde dinamik bir şekilde gelişip dönüşen bir şey olmaktan yoksun kalmasına neden olur. Neticede benin korunması amacıyla çıkılan yolun sonunda canlı ve kanlı yaşamsal deneyimlerin her türlü zenginlik ve çeşitliğinden yoksun yaşam fakiri benler ortaya çıkar. Dolayısıyla bilimsel kesinlik ve nesnellik adına beni görünür fiziksel bedenin sınırlarına indirgemek ne kadar daraltıcı ve sınırlayıcı bir şey ise, beni metafizik ya da teolojik kesinlik ve nesnellik amacıyla salt fiziksel olana indirgemeden tanımlamak isterken daha başka soyut tanımların içine hapsetmek de aynı oranda daraltıcı ve sınırlayıcı bir şey hâline gelir.

    O hâlde ben ya da benlik deneyimi, fiziksel bedende inşa edilen, fiziksel bedende ikamet eden, bu anlamda maddi ve somut olanla ilişkili bir şeydir. Aynı zamanda ben, hem maddi, somut, fiziksel görünür bedene hem de aynı şekilde gayrimaddi, metafiziksel, soyut veya tanrısal bir cevhere indirgenemeyen, bu her iki uçla da sınırlandırılamayan ve dışarıyla içerinin kesiştiği iki kutuplu fenomenal bir alanda beliren bir deneyim olarak karşımıza çıkar. Ben bu şekilde fenomenal bir alanda deneyimlenen bir şey olarak görüldüğünde hem beni bedene veya beyne indirgeyici, insanı kendi bedensel ve fiziksel sınırlarına hapsedici yaklaşımlardan kurtulmak hem de gayrimaddi, gayricismani, soyut ve metafiziksel bir ben tanımı peşinde olmaksızın insanın fizikselliğini ve bedenselliğini dikkate alan, öznenin dış dünyayla ilişkisi esnasında ortaya çıkan dinamik bir benden veya zihinsel ve bilinçli deneyimlerden bahsetmek mümkün olacaktır. Bu koşullar altında deneyimlenen bir ben algısında, ben sabit ve verili bir şeye gönderme yapmaz ve ağzımızdan lafız olarak çıktığında aynı olmakla birlikte içeriği her yeni yaşantı ve deneyimle sürekli olarak farklı benlerle doldurulan bir nitelik gösterir.

    En başta benin ne olduğuyla ilgili kararsızlığımızdan bahsetmiştik. Sona geldik ve ben hakkında kesin, elle tutulur bir tanımımız, benin ne olabileceğine ilişkin bir kararımız hâlâ yok. Belki hiç olmayacak da. Fakat bu belirsizlik ve kararsızlık içinde belki de bildiğimiz tek şey, Spinoza’nın ifadeleriyle “bir bedenin neler yapabileceğini henüz bilmediğimiz”. Belki de Nietzsche’nin durduğu yerden başlamak şimdilik en mümkün ve en doğrusu olacaktır: “Beden büyük bir akıldır, tek bir bilinci olan bir çoğulluktur, bir savaş ve bir barıştır, bir sürü ve bir çobandır. Senin küçük aklın da bedenin aletidir, şu senin ‘ruh’ dediğin, senin büyük aklının küçük bir aleti ve oyuncağıdır. ‘Ben’ diyorsun ve gurur duyuyorsun bu sözcükten. İnanmak istemeyeceksin ama senin bedenin ve onun büyük aklı daha da büyüktür oysa, o Ben demez, ama Ben’i oluşturur…”

     

    *Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üni., Felsefe bölümü.