SINIRDA SINIRSIZLIĞI DÜŞÜNMEK: AHLAK VE METAFİZİKTE SINIR
Yazar: Ekrem Demirli
Cevher-i la-mekân benim
Ben bu cihana sığmazam
Gazzâlî’nin eserlerinden aklımda kalan etkili cümlelerden birisi “Bir şeyin sınırı (haddi) onun ruhudur.” anlamındaki bir cümlesiydi. Böyle bir cümlenin dikkatimi daha çok çekmiş olmasının nedeni, galiba aramak-bulmak ilişkisi veya talebin bulunanın ehemmiyetini artırması olmalıydı. O dönemde bir hadis-i şerifte belirtilen “had” yani sınır tabirini dinî ve ahlaki kavram bir olarak inceliyor, çerçevesini anlamaya ve buradan hareketle had ile tanım ve mahiyet arasındaki ilişkiyi keşfetmeye çalışıyordum. Had (sınır) tabiri zihnimizi birçok yerden tahrik edebilen, aynı anda bireysel ve toplumsal hayatın farklı alanlarında olduğu kadar hukuki, ahlaki, estetik ve metafizik cihetleri bulunan çok yönlü bir tabirdir. Bu bakımdan had üzerindeki herhangi bir konuşma ancak haddini belirleyerek yapılabilir, bunda tereddüt yoktur. Lakin bunun yanı sıra tabir metin okuma, metnin anlaşılma sürecinde tahrife sapmadan zihni bir sınırda tutabilmek, insan ve nesnelerin tanımında aşmayacağımız sınır olarak da düşünmenin sınırlarıdır. Bir şeyin tanımı onun sınırları demek iken (had) bu durumda had, asıl anlamını elde ederken haddin zikredildiği hadis-i şerif (her nassın zahiri, bâtını ve haddi vardır mealinde bir hadis) metnin ruhunu sınır olarak ifade etmiş olmalıdır. Biz o sınırı aştığımızda metni yanlış anlamış olacağız, tahrif ederek metni kötü bir yoruma tabi kılmış sayılacağız.
Gazzâlî’nin cümlesinin dikkat çekici yanı, sınır-had kelimesine getirdiği yorum değildi, ruhu tereddütsüz bir şekilde sınır anlamında kullanmış olmasıydı. Düşünce tarihinin en belirsiz ve açıklanması güç kavramlardan birisi olan ruhu Gazzâlî en açık ve belirli olması gereken bir kavramla tefsir edince, zihnimizin şaşırması tabiidir. Bu durumda demek istediği şey “Sınırı bilemezsiniz.” demek miydi, yoksa ruhu sınır gibi düşünerek bilinmeyen-bilinen tarzında metafizikçilerin dilinde aşina olduğumuz paradokslardan birisiyle mi karşılaşmıştık? Öyle görünüyor ki işin bu kısmı yani sınır ile ruh arasındaki ilişki bir muamma olarak kalacak, belki de sınırları hiçbir zaman bilemeyeceğiz, belki de ruhu sınıra yaklaştırmakla bütün nesnelerin ruhunu anlamaya çalışacağız; metnin ruhunu da buna dâhil edeceğiz. Öte yandan haddi ruh olarak kabul etmek (metin ruhu) en azından metin yorumculuğunda bizi başka bir noktaya taşıyarak sınırdan sınırsıza doğru intikal etmiş, fakat yine sınırda kalmış oluruz. Bu durumda had nassı zahir ile bâtın arasında hapseden insan zihninin yargılarını kırarak zihnin özgürleşmesini sağlayan bir kavram hâline gelir. İşte Gazzâlî’nin bu daha büyük sınırı bir şeyin ruhu diye tesmiye etmesini böyle okumuştum.
İnsanın haddi yani tanımı düşünen bir canlı olmaktır. Bu sayede insan tanım kazanırken öteki bütün varlıkları bu sınırdan tanımış olacaktır. Düşünen canlı olmak insanın bilme imkânlarını ve hepsinden önemlisi insanın zihinsel sınırını belirler. Bu itibarla “sınır” neyi bilmek mümkündür sorusunu bize sordururken bilgi ile karışabilecek bütün öteki meseleler ve konular sınır ile bertaraf edilmek istenilir. Bu meyanda akıl ile akıl olmayanın ayrıştırılması gerçeğin sınırının akıl ile çizilebilmesi düşünce tarihini yönlendiren en mühim amaçtı. Buna mukabil başka bir kabiliyetimiz olan tahayyül ile sınırların ortadan kalktığına şahit oluruz; bu kez sınır bir yönde var iken öte yandan ve durumda sınırlar kalkar, en azından belirsizleşir, bir önceki durumda emin olduğumuz şey kesinliğini yitirmeye başlar. İnsan ise hayal ile aklın sınırlayıcılığı arasında gider gelir; bazen birine bazen ötekine yönelse bile, hiçbiri mutlak bir otorite tesis edemez. Bu nedenle biz sınırlı-sınırsız yaşamak durumunda kalırız. Klasik metafizikçiler aklı sınır çizme yetkisinin sahibi olarak kabul ederken tahayyülü ise sınırları ilga eden zararlı en azından kontrol edilmesi gerekli güç olarak zapturapt altına almak isterler. Doğrusu bu yaklaşım, yani sınırları akıl ile çizerek hayalî etkilerinden uzaklaşma teşebbüsü hayalin “şibih (benzer)” durumlara gerçeklik atfetmesi ile sürekli farklı şeyleri terkip edebilmesinden kaynaklanır.
Sınırları çizmek ve korumak bahsinde akıl ile hayal arasındaki çatışma beden ile ruhumuz arasındaki çatışma diye de isimlendirilir. Hiç kuşkusuz ruhu hayal ile özdeşleştirmek veya ona yakın saymak niyetinde değilim fakat insanlar genellikle ruhun sonsuzluğa yönelen tarafını hayal ile yakın kabul eder. Bu nedenle de çatışmanın sınırlı beden ile sınırsız ruhumuz arasında olduğunu düşünürler. Haddi zatında bedenli olmak sınırlı olmak demektir. Tasavvuf edebiyatı bunu kafes, biraz kadim gnostik nazariyelerin etkisinde ise zindan diye isimlendirir. “Çan anasır bendi” denilen şey, ruhumuzun içinde bulunduğu beden ve onun sınırlı dünyası iken içimizden bizi dürten şey, derinliğimizde bulunan sınırsızlık, haddi aşmak, gerçeği ve hayatı başka bir zeminde idrak etme talebidir. Her insan sosyal davranışları ile bedenin teşkil ettiği dünyada sınırlarını bilir, haklarının başladığı nokta ile bittiği noktayı en azından öğrenerek yaşar. Bu yönüyle beden dünyamız görece bir nizamı, bunu ortaya çıkartan bir nedenselliği iktiza eder. Bedenimizin yapabilecekleri sınırlıdır, gücümüz sınırlıdır, imkânlarımız sınırlıdır, yapabileceğimiz şeyler sınırlıdır vs. Çağımızda içimizdeki sınırsızlık, ebedîlik özleminin kaynağı üzerinde durulmaz, buna gerçekte bir değer de verilmez, belki de gerçek de kabul edilmez. Unutmamak gerekir ki, insanı büyük değerlere taşıyan şey, onu sınırlı beden içinde evrensel bir varlık hâline getiren ilkeler, içimizdeki sınırsızlık düşüncesidir.
Sınırlara Riayet Anlamında Edep
Müslüman ahlakçıların, ahlakı ortaya çıkartan ince düşünce, derin bilgi ve hakikatli eylemi anlatmak üzere kullandığı kavramlardan birisi edeptir. Kavram Gazzâlî’nin sözünde anlamını bulan “ruhun sınır” olmasıyla ilgili bir şekilde varlıkta ruh sahibi olmayan bir şeyin bulunmadığını dikkate alarak yaşamaktan neşet eden bir hayatı anlatır. Haddi zatında edep kelimesinin geniş kullanımına bakınca, Müslüman düşünürlerin, “Varlıkta ruh sahibi olmayan bir şey yoktur, dolayısıyla varlık tümüyle sınırlardır.” diye düşündüklerini fark ederiz. Vakıa edep Allah ile insan ilişkisinden başlayarak hayatın her bir alanında her bir zemininde ortaya çıkan en ince ve en düşünülmüş davranışı anlatır.
Edep neredeyse bütün Müslüman disiplinlerin bir şekilde atıf yaptığı ana kavramlardan birisidir. Normatif gelenekte adap daha çok “olsa iyi olur” tarzında ele alınan yerinde ve hakkıyla yapılan işlere atıf yapar edep! “Olsa iyi olur” diyoruz çünkü ibadet ve ahlakta riayet edilmesi gereken sınırlar vardır, sınır aşıldığında zaten yapılan iş ifsat olur, sınır ihlal edilmiş ve ahlak ortadan kalkmış sayılır. Bu nedenle normatif gelenekte bir davranışın icra tarzı edebe riayetle teminat altına alınmaz, bunun yerine amelin yapılma tarzı kendisi gibi zorunlu kural kabul edilerek sınır güçlü bir şekilde korunmuş olur. Bu yaklaşım helal ile haram, doğru ile yanlış, ibadet ile âdet arasında çizilen kesin sınırlarla belirlenir: Helal bellidir, haram bellidir.
Sufilerin kavrama yükledikleri anlam ise günümüzde tartışılabilecek ve düşünceye katkı sağlayabilecek birçok konuyla ilgilidir. Bu anlamıyla edep sınıra riayet etmek, sınırda kalmak, arzuların ve hayallerin insanı taşırmak istediği noktada “iradeli” bir şekilde durabilmek anlamına gelir. Özellikle hırsları ve şehveti kontrol ederek sınırda durmak söz konusu olunca edep, aklın ve iradenin temel rüknü hâline gelir. Sufilerin “Edep aklın dıştan görünüşüdür.” şeklinde dile getirdikleri şey, tam olarak, pratik akıl ile teorik akıl arasındaki ilişkinin yorumudur.
Öncelikle belirtmek gerekir ki edep “sofra” anlamındaki me’debe kelimesinden türetilmiş bir tabirdir. Bu anlam ilişkisi ilk bakışta insana şaşırtıcı gelir: Sofra ile dinî ve ahlaki düşüncenin ana kavramlarından birisinin nasıl ilişkisi olabilir? Bununla birlikte geriye doğru, düşünme ve dil ilişkisinin kurulduğu zamana doğru döndükçe birçok kelimenin zaruri ihtiyaçlar üzerinden anlam genişlemesi yaşadığı düşünülür. Bu meyanda özellikle yemek-içmek ile bilmek öğrenmek tabirleri arasında ilişkinin kurulduğunu biliyoruz. Bu ilişki günlük dilde en azından bir ifade kalıbı olarak varlığını sürdürmüş olsa bile, tasavvufta daha güçlü bir şekilde varlığını korur. Her şeyden önce yemek-içmek bir öğrenme tarzı iken (çağdaş psikolojide de öğrenme ile yemek-içmek arasındaki ilişki üzerinde durulmuştur, aynı zamanda klasik psikolojide ise öğrenme-yemek ile itme-çekme güçleri arasındaki ilişkiyi hatırlamak gerekir) aynı zamanda öğrenmenin ideal tarzını anlatan tabirler de yemek-içmek tabirleridir. Meselenin bir bölümü burayla ilgilidir. Dolayısıyla edebin sofradan türetilmesi yaşamanın bilgiyle-öğrenmeyle ilişkisi kadar dünyanın bir sofra gibi düşünülmesiyle ilgilidir. Öte yandan lokma, yemek ve benzeri konuların ahlaki deyim hâline gelmesi de edep-sofra ile ilgilidir. Demek ki sofra meselesi insanın varlıkla ilişkisinde temel bir konu olarak ortaya çıkarak daha sonra birçok başka meselenin ilkesi hâline gelir.
Edep kelimesinin sofradan türetilmesi ise sınırı ihlal eden arzular ile irade arasındaki çelişkide fark edilebilir. Acıkmış insanlara sofrada sınırları göstermek ahlakın istikametini anlamak bakımından mühim bir düşüncedir. Sofra yani yemeğin insan duygularının harekete geçtiği ve zaaflarının belirdiği bir an olduğunu hesaba katmak gerekir. İnsan acıkmıştır, yeme arzusunun tahrikiyle hareket etmektedir ve bunun neticesinde aceleyle elini yemeğe uzatmaktadır. Bu noktada edep insanı sınırda tutarak yeme sınırını ve ötekinin hakkını gözetmeyi icbar eden bir aklı ortaya çıkartır. İnsan önünden yemekle veya az yemekle sınırı idrak eder, aşmayacağı yeri öğrenir. Bu amaçla sufiler “Edep aklın dıştan görünümüdür.” demişlerdir. Bu anlamıyla edep hemen bütün ilişkilerin belirleyici kuralı hâline gelerek insana sürekli sınırlar, sınırlara riayet ve haklar öğretir. Allah ile insan arasında sınır vardır riayet edilmelidir; insan ile insan, insan ile nesneler, insan ile bütün öteki insanlar, insan ile kendisi, beden ile ruh arasında riayet edilmesi gereken haklar ve sınırlar vardır. Edep bütün bunlara riayet etmekle aklımızı yetkin bir akıl hâline getirmek demektir. En azından yürürken bile “nazar ber kadem” denilerek yürüme yolundaki sınırı fark ederiz.
Sınır ve Sınırsızlık: Sınırın Aşılması ve Tanrı
Bilgi zemininde bilginin imkânları, ahlakta ise davranma kuralları bahsinde sınırlayıcılığa gerek varken kavramı sınır kavramını belirsiz kılan ise ontolojidir. Hiç kuşkusuz klasik dünyada düşünce bir insan tanımı hedeflemek üzere yapılıyordu. En güvenli tanım ise yaratılmış olmak veya filozofların tabiriyle mümkün varlık olmak kategorisinde ortaya çıkan güvenlik alanı idi. Bu gerçekte insan için bir sınır demekti ve böyle bir sınırla birlikte insan bir yandan kendi tanımını kazanırken öte yandan yapıp yapamayacakları ve bilip bilemeyeceklerinin sınırını elde ediyordu. Öte yandan bu sınırın ötesi ise Tanrı’ydı. Tanrı zorunlu varlık demekti ve o da bir sınır olarak insanın geçemeyeceği bir sınır anlamına geliyordu. Bununla birlikte tek yorum yaratılmış olmak veya mümkün varlık olmak değildi. O zaman sınır bahsinde dikkatimizi çeken en önemli değişimi ise Tanrı ile insan arasında vahdet-i vücûd ekseninde ortaya çıkan sınır-sınırsızlık paradoksunda keşfederiz. Tanrı’nın var olma tarzı mutlaktır; yani O’nu sınırlayacak, daraltacak ve belirleyecek bir yer, varlık, nesne veya başka herhangi bir şey yoktur. Bu durumda Tanrı’nın varlığının nerede başladığı nerede bittiği sorunu anlamını yitirirken insanın nerede başladığı nerede bittiği sorunu da anlamını yitirir; en azından sınırlarını kaybederiz. Gerçekte sınır kavramını belirsizleştiren şey Tanrı insan ilişkisidir.
Tanrı’nın mutlak varoluşu gerçekte her şeyi birbirine bağlarken anı zamanda görece bir takım sınırlar çizmenin ötesinde gerçek sınırı izah etmeyi imkânsızlaştırır. Vahdet-i vücûd varlığı Tanrı’ya ait kılarak Tanrıyı sınırsızlaştırdı. Bunu izah ederken mümkün ve yaratılmış kategorisini varlığın bağımsız bir alanı şeklinde düşünmek şeklindeki kelamcı ve felsefi tahayyüllü bir yana iterek varlık kavramının kendisine odaklandı. Doğrusu modern çağda bile, kadim düşünceler içinde en çok dikkat çekecek olan husus bu sınır ve sınırsızlığı ortaya çıkartan varlık dikkati olacaktır. Bu yaklaşımla birlikte insanın sınırını da tam olarak bilemiyoruz. Acaba insan olmak nerede başlıyor ve nerede bitiyor? İnsan davranışlarını hukuki ve ahlaki muhtevada nasıl bir değişim yaşıyor. Söz gelişi bu yaklaşımla birlikte iyi-kötü değerlendirmeleri varlıklarını korusa bile belirsizlik çok ileri bir noktaya varır. Öyleyse Tanrı ile birlikte sınır-sınırsızlığı içeren, daha doğrusu sınırsızlığa giden bir kapı hâline gelerek insanın yürüyeceği yolu anlatır. Sınırlar duracağımız yerler değil, hakkını vermekle sınırsızlığa gideceğimiz bir yoldur. Bu durumda insanı ne bir mekân ne zaman sınırlar; ne bir hâl veya bir davranış onun nihai sınırı hâline gelir. Sufilerin “la-mekân” dedikleri şey tam olarak budur: Sınırda idrak edilen sınırsızlık.