DUYGU, DÜŞÜNCE VE MÜZİK
Yalçın Çetinkaya*
Müzik, sadece duyguların ya da insanoğlunun henüz anlayamadığı ve tanımlayamadığı fakat adına “duygu” dediği başka bir şeyin ifadesi midir? Müziğin çok yaygın olarak kullanılan, “duygu ve düşüncelerin seslerle ifadesi” tanımı acaba müziği ne kadar doğru ve yeterince tanımlayabilmektedir? Duyguyu insanoğlu öyle bir biçim ve yere konumlandırıp tanımlamış ki, düşünce ile elde edilemeyen, aklın pek fonksiyonel olmadığı, duyularla algılanan her şeyi “duygu” olarak tanımlamış. Peki, o hâlde “duyu” nedir? Türk Dil Kurumu sözlüğünde duyu şöyle tanımlanıyor: “İnsanların ve hayvanların, dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneği, duyum”. Bu tanımlamaya göre insana şöyle düşünme yolu da açılabilir demektir: Duygu, eğer duyularla algılanan şeyler ise ve duyu da insanların (ve hayvanların), dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneği anlamına geliyorsa, gözleri görmeyenler ve kulakları işitmeyenlerin duyuları ve duyguları yok demektir. Bu tanımlar, duygu ve duyu gibi kelimelerinin anlamlarını daralttığı gibi, ona bağlı olan müziğin de anlamını daraltabilir.
Hâlbuki duygu hakkındaki bu tanımlama da üzerinde yeniden düşünülmeyi gerektiriyor. “Duygu” kelimesi, Arapça kökenli “his” kelimesinin Türk Dil Kurumu’nca önerilen ve kullanılan “öz Türkçe” şekli. His, duygu diye, hissetmek de duyumsamak diye Türkçeye tercüme edilmiş. Ancak duygu, duyu gibi kelimeler de “his” kelimesinin tam karşılığı değil. Duygu, sadece görünen ve duyulan âlemden algılanan ile ilgili. Fakat “his”, sadece görünen ve duyulan ile ilgili değil…
Arthur Schopenhauer’in müziği, idealar âlemine en yakın sanat olmak bakımından diğer sanatların hepsinden üstün tuttuğunu bu yazımda da hatırlatma gereği duydum, çünkü bu ifade müziği duygularla daha fazla ilişkilendirmemize katkı sağlayacak bir ifade… Alman romantik dönem bestecisi Richard Wagner’e göre ise bütün sanatlar, müzik olmaya doğru evrilmektedir ve bu evrim tamamlandığında diğer sanatlar da gerçek anlamda “sanat” olma düzeyine erişeceklerdir. Müzik hakkındaki bu tanımlamalar, müziğin sadece duygu işi olmadığını ve onun aslında derin bir düşüncenin ifadesi olabileceğini de gösteriyor. Ayrıca duygu denilen şeyi düşünceden ayırmak ve ona farklı bir anlam yüklemek de duygu denilen şeyi doğru anlamamıza engel oluyor.
Amacım, bu yazıda duygunun ne olduğunu izah etmekten çok, müziğin duyguların ifadesi olup olmadığına dair bir şeyler söyleyebilmek olduğu için, müzik ve duygular arasındaki bağlantıyı anlamaya çalışmanın üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Lakin yine de “O hâlde duygu tam olarak nedir?” sorusunun tatmin edici bir cevaba ihtiyacı var.
Maalesef ne “duygu” kelimesi “his” kelimesinin, ne de “duyumsamak” kelimesi “hissetmek” kelimesinin anlam derinliğine sahip değil. Dilimizi Arapça kelimelerden arındıralım derken, arındırmaya çalıştığımız kelimelerin anlam zenginliğinden ve bu kelimelerin zihnimizde meydana getirdikleri geniş çağrışım ve açılımlardan da arındırmış oluyoruz. Bu kelimelerin yerine önerilen veya kullanılan kelimeler de, birkaç toplantı neticesinde “uzmanların” ürettikleri veya “uydurdukları” kelimeler olduğu için, tatmin edici ve ufuk açıcı bir anlam zenginliğine de maalesef sahip olamıyorlar. “Duygu” gibi anlamı indirgenmiş bir kelime yerine, “his” gibi anlam zenginliği daha fazla bir kelime ile anlaşılmaya çalışıldığında ve ilişkilendirildiğinde, müziğin de daha iyi anlaşılabileceğini ve birleştirildiği kelime gibi bir anlam zenginliğine sahip olabileceğini düşünüyorum. Tıpkı Platon’un felsefeye metafiziği kazandırıp onun ufkunu genişletmesi gibi, kelimeyi de doğru ve zengin anlamıyla kullanmak, müziğin de anlam ufkunu genişletecektir diye düşünmeden edemiyorum. Ama bu defa da, “duygu” kelimesinden daha fazla anlam derinlik ve zenginliğine sahip olduğuna inandığımız “his” kelimesinin nasıl bir anlam zenginliğine sahip olduğunu merak ediyoruz. Çünkü mukayese ettiğimiz bir kelime var, bu mukayeseyi de doğru yapmak mecburiyetindeyiz. Ya da bu kavram kargaşasına hiç dalmadan, “duygu”yu sözlük anlamıyla kullanıp müzik ile ilişkisini kurmak daha kolay diyorum ama, bu yoldan bir ilişki kurmak da doğrusu meselenin yeterince ve sağlıklı anlaşılmasını mümkün kılmıyor.
İlhan Ayverdi, “Misalli Büyük Türkçe Sözlük”te “His” kelimesini sadece “Dış dünyaya ait etkileri beş duyu yoluyla idrak etmek” olarak tanımlamamış, onun bu anlam zenginliğini açıklamış. Mesela, “Dış dünyaya ait herhangi bir şeyin insanın iç dünyasında uyandırdığı etki” veya “Bir kavramın idrakinden meydana gelen etki” veya “Açık bir delil olmadan bir şeyi sezme, sezgi, seziş” gibi tanımlamalar yaparak “His” kelimesini izah etmiş.
Müzik, “duyguların ifadesi” ve duygularımız da duyularla algıladığımız her şey; “duyu” ise insanların ve hayvanların, dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneği demek ise; duyguların ifadesi olarak müzik, sadece görünür ve duyulur âlemle ilgili ve görünür ve duyulur varlık âleminin taklidi demektir ki bu da yetersiz bir izahtır. Çünkü duyular, görünür ve işitilir varlık âleminin etkisiyle şekillenmektedir, Schopenhauer’in ifadesiyle müzik, görünür ve duyulur varlık âleminin besteci üzerinde bıraktığı etkiyle ortaya çıkmaz, müzik görünür ve duyulur âlemin taklidi değildir. Eğer böyle olsaydı diğer sanatlardan farkı olmazdı, oysa müzik diğer bütün sanatların hepsinden daha yukarıda bir sanat ve ifade biçimi. Besteci, görünür ve duyulur varlık âleminin üzerinde bıraktığı etkiyle müzik yapabilir ama bu bir kural değildir… esas ve müzik sanatı için gerekli ve geçerli olan, bestecinin, varlık âlemindeki olaylardan etkilenmeden müzik yapabileceğidir. Nitekim başta Schopenhauer olmak üzere metafizikçiler, müziğin olaylar dünyası ile bir ilgisi olmadığını, müziğin iradenin bir kopyası olduğunu söyler. Örneği Beethoven üzerinden veren Neoklasikçilere, özellikle Rus besteci Igor Stravinski’ye göre, bir besteci olarak Beethoven için ne toplumsal, ne siyasal ne de varlık âleminin görünür ve işitilir olaylarının önemi yoktur, önemli olan sadece Beethoven’in müziğidir.
Hegel, sanat eserinin tabiatın ürünü olmadığını, bir insan etkinliği tarafından meydana getirildiğini ileri sürer. Bir sanat eseri de (müziğin de sanatın bir dalı olduğu gerçeğini göz önüne alacak olursak), özünde insanın kavrayışı için ortaya çıkarılmıştır ve özellikle, az veya çok, duyularla kavranması için, duyusal alandan elde edildiğini ifade eder. Yani insan duyularından ortaya çıkan bir sanat eserinin yine insanın duyularıyla kavranması söz konusudur.
Müzikleri ortaya çıkaran duygular
Duygu ve düşünce… insanı özetleyen iki önemli kelime. İnsan müziği duygularıyla yapar ve yaptığı müzik duygularının ifadesi midir yoksa müziği düşünceleriyle yapar ve yaptığı müzik düşüncelerinin ifadesi midir? Duygularıyla yapıyorsa eğer, düşünceleriyle yaptığı müzikten farkı nedir? Düşünceleriyle yaptığı müzik nasıl bir müziktir? Duygularıyla yaptığı müzik yatay, modal; düşünceleriyle yaptığı müzikler ise aklıyla yaptığı, dikey ve tonal müzikler midir? Tam da burada, Max Weber’in Avrupa müziğini neredeyse aklın müziği olarak açıklamasını hatırlıyoruz. “Aydınlanma”nın ve “Aydınlanma akıl ve düşüncesinin” Avrupa müziği üzerinde büyük etkileri olduğunu da not etmek gerekiyor. Avrupa müziği verticaldir (dikey).
Avrupa müziği için durum böyle. Peki Osmanlı müziği için neler söylenebilir? Osmanlı müziğinin önemli kaynaklarından biri mevlevîhanelerdir ve divan şiiri ile birbirinin mütemmim cüzü olduğu için de temel konusu “aşk”tır. Bu aşk, ilahi aşk ve mecazi aşk ekseninde bir aşkın ifadesidir. Osmanlı müziği makamsal bir yapıya sahiptir, horizontaldir (yatay). Aşk bir duygudur, o hâlde Osmanlı’nın yatay müziği duyguların ifadesidir. Böyle bir ayrım, müziği anlama yolunda acaba bizi nasıl bir neticeye götürecektir ?
Ahmed Hamdi Tanpınar’a göre şiir bir duyguyu, bir düşünceyi, “ruh hâli”nde verme sanatıdır. O hâlde, özellikle şiirin mütemmim cüzü olarak kabul edebileceğimiz müzik, bir duygu ve düşünceyi nasıl anlatmaktadır?
Wolfgang Amadeus Mozart; “Ben duygu ve düşüncelerini kelimelerle anlatan bir edebiyatçı değilim, tiyatrocu değilim, bir oyun sahneleyerek duygularımı anlatayım… bir şair değilim ki şiir yazarak kendimi ifade edeyim. Ben bir müzisyenim ve duygularımı ancak müziğin diliyle anlatabilirim.” diyor. Kuşkusuz müziğin, bestecinin duygu ve düşüncelerini anlatan bir özelliği var. Fakat bu anlatımı anlaşılır ve güçlü kılmak, bestecinin elinde. Bunu başarabilmek için de bestecinin, anlatmak istediği duygu ve düşüncelerine uygun bir melodi geliştirmesi gerekir. Ölçüsüyle, ritmiyle, tonuyla, moduyla tamamlanmış bir melodi! Ancak, bütün müzik tarihi boyunca bunu başarabilmiş pek az besteci var. Aslında müzik sanatının en zor ve bir besteciyi de en fazla zorlayan yanı belki de burası. Elinizde bir şiir varsa ve bu şiirde şair, kendi duygularını anlatabilmişse, bestecinin yaptığı şey, bu şiire uygun bir melodi bestelemek olacaktır. Şiir tek başına bir “şiir” olarak düşünüldüğünde durum başka bir boyut kazanabiliyor. İyi bir şair, şiirinde duygu ve düşüncelerini kelimelerle ifade edebilir. Ama aynı şiir müzikle birleştiğinde, salt şiir olarak bıraktığı tesiri bırakamayabilir. Bunun sebebi de, bestecinin şiiri tamamlayacak ve onu kanatlandıracak kudrette bir melodi besteleyememiş olmasıdır. Klasik Osmanlı şiirinde besteci ile şair ve müzik ile şiir, birbirini tamamlayan iki önemli cüzdür (birbirinin mütemmim cüzü). Dolayısıyla, klasik Osmanlı müziğinde bir müzik eserinin duygu ve düşünceleri ifade etmesi daha kolaydır. Önemli olan şairin duygu ve düşünceleri, “hisleri”dir. Hisseden, şairdir… besteci şairin bu hissini müzik diliyle tamamlayarak ifade eder. Şiirsiz müziklerde duygu ve düşünceyi, hisleri ifade etmek, sadece müziğin ve tabii olarak bestecinin üzerindedir. Bir bestecinin hislerini ya da anlatmak istediklerini dinleyiciye müzik dilini kullanarak anlatabilmesi onun üst düzey bir besteci olduğunun göstergesidir.
Tasavvuf düşüncesine göre şiir, mana âleminin dilidir. Mana âleminin dili ile birleşen müzik de tıpkı şiir gibi mana âleminin dili olur. Bunun en iyi örneklerini Osmanlı tasavvuf musikisinde görebiliriz. Bütün bunları düşündükçe, şiir ve müzik konusunda zihnimizi genişletici, ufuk açıcı neticelerle karşılaşıyoruz. Mutasavvıf besteciler, bir eseri veya bir makamı kendilerinin “yaratmadığını”, terkip ettiklerini ifade ederek konuyu daha da heyecan verici bir alana çekerler.
Şair, herkesten önce hisseder.. bu özelliğiyle de toplum içinde en erken algılayan, algıladığını da topluma aktaran “öncü” bir kişiliktir. Besteci, müziğiyle buna katkıda bulunur. Fakat bu katkıyı sağlayabilmesi için de şairi iyi anlaması gerekir. Yani, müzik ve şiir nasıl birbirinin mütemmim cüzü ise, o hâlde şair ile bestekâr da birbirinin mütemmim cüzüdür. Çünkü bir müzik eseri, şair ve bestekârın hisleriyle ortaya çıkmaktadır.
Fârâbî, müzik eserinin ortaya çıkışını ve bu eseri ortaya çıkaran kabiliyeti üçe ayırır. Bunlardan birincisi, bir bestecinin müzik eserini bestelemek için duyusal bir katkıya ihtiyaç duymasıdır. İkincisi, Hegel’in (Fârâbî’den yüzyıllar sonra) müzikte “otonomik müzik estetiği” olarak tanımladığı, bestecinin bir müzik eseri bestelemek için dışarıdan herhangi bir olaya, düşünce ya da felsefeye bağlanmadan, etkilenmeden müzik eseri ortaya çıkarması; üçüncüsü ise bestelediği eserin (yine Hegel’in “Heteronomik müzik estetiği” olarak tanımladığı), dışarıdan bir olay, düşünce veya felsefe ile bağlantılı ve etkisinde bestelenmiş olmasıdır (mesela Beethoven’in dokuzuncu senfonisini, Platon’un “Devlet” adlı eserindeki felsefeden ilham alarak bestelemesi ve bu esere dayandırması). Duygu, görüldüğü gibi bir müzik eserinin bestelenmesinde Fârâbî için de en önemli unsurlardan biridir. Ayrıca Fârâbî’nin doğaçlamayı (improvisation) bestenin bir türü olarak görmesi de ilginçtir. Ona göre doğaçlama tam bir hayal gücü ve duygu yansımasıdır.
Şöyle bir soru sormak mümkün. Müzik, duyguların sonucu mu yoksa başlangıcı mıdır? Müzik dinleyicide bazı duygular oluşturabilir mi? Fârâbî’nin izahlarından anlaşılabileceği üzere, müzik eserinin ortaya çıkmasında duygular önemli. Acaba bestecinin bir müzik eserini bestelemesine sebep olan duygular, bu eser vasıtasıyla tıpkı bestecideki gibi dinleyiciye de yansıyor ve dinleyici de bestecinin duygularını yaşayabiliyor mu? Buna tam olarak “evet” demek kolay değil, zira müzik tarihinde bunu başarabilmiş eser sayısı çok az. Aklıma geliveren eserlerden bir tanesi, İspanyol besteci Francisco Tarrega’nın Gırnata’daki Elhamra Sarayı’nı anlattığı “Recuredos de la Alhambra (Elhamra Hatıraları)” adlı klasik gitar bestesi. Bu eser, Elhamra’nın görkemli ve aynı zamanda hüzünlü hikâyesini bilenler için çok etkileyici ve besteci de eserinde bunları çok iyi anlatmış. Birkaç eser daha sırlamak mümkün ama güzel bir örnek olması bakımından bir de Polonyalı kadın besteci Tekla Badarzewska-Baranowska’nın “The Maiden’s Prayer (Bekâr Kızın ‘evlilik’ duası)” adlı piyano eseri aklıma geliyor. Badarzewska bu piyano eserinde evlenmek isteyen bir kızın tanrıya yakarışını müzik diliyle o kadar güzel ve anlaşılır bir şekilde anlatmış ki, âdeta yalnızlıktan sıkılmış ve evliliğe özlem duyan bir genç kadının duyguları eserde yansıyor. (Lakin, bu tür eserlerde besteciler duygularını eserin ismi olarak koymuşlar. Belki de mesela bu eserin başlığının bu olduğu bilinmese, eser dinleyicide başka duygular da uyandırabilir. Başlık, dinleyici kulağını ve duygusunu yönlendiriyor ve dinleyiciyi başlığın moduna sokabiliyor). Galiba bu durumu, müziğin duygulara tercüman olabilmesi özelliği olarak da anlayabiliriz. Bu tür eserlerde besteci duygularını müzik diliyle dinleyiciye aktarıyor ve dinleyici de bestecinin anlatmak istediğini anlayabiliyor. Ancak her müzik eserinden bunu beklemek gerekmeyebilir ve her müzik eserinde bunu bulabilmek mümkün olmayabilir. Çünkü bazı müzik eserleri, dinleyicide bestecinin anlatmak istediğinden farklı bir karşılık bulabiliyor. Tampere sistemde durum böyle… bestecinin duyguları başlıkta ifade ediliyor ve dinleyici başlık ile müzik arasında bir uyumsuzluk yakalayabiliyor. Fakat Türk musikisinde böyle değil. Hüzzam makamında bir saz eseri icra edildiğinde, bu eseri dinleyip de hüzünlenmeyecek kimse yoktur. Mesela (maktul) Sultan Abdülaziz’in oğlu Şehzade Seyfeddin’in Hüzzam peşrevinde, babasının akıbetiyle şekillenen hüzünlü hayatının yansımalarını, herhangi bir başlık ve açıklamaya gerek olmaksızın hissedebilmek mümkün.
Müzik, bazen duyguları ifade eden, bazen de duyguları uyandıran, harekete geçiren bir araç olabileceği gibi, duygularımıza tercüman da olabilir. Bunun da iki şekilde mümkün olabileceğini düşünüyorum. Birincisi, besteci ne hissediyor ve düşünüyorsa bunun dinleyicide de hemen hemen tam olarak karşılık bulması, diğeri de, bir müzik eserinin -bestecinin anlatmak istediğinden farklı algılansa da-, dinleyicinin bazı duygularına karşılık gelmesi.
Dünyevi duygular-Uhrevi duygular ve müzik
Dünyevi duygulara sahip olmak, hayatı sadece dünyayla sınırlı tutmakla ilgili olduğundan, bu duygularla üretilen müzik de elbette dünyevi amaçlarla ilgili olacaktır. Mesela çok ünlü olmak, ölümsüzleşmek, müzik sayesinde iyi paralar kazanarak iyi yaşamak, itibar elde etmek gibi ilk akla geliveren insani duygular. Bu amaçla yapılan müzikler, kendine bir pazar oluşturuyor ve her şey bu pazarla birlikte oluşan “pazar kuralları” çerçevesinde yaşanıyor. Jacques Offenbach’ın operetleri Paris’te büyük ilgi görüp salonlar tıka-basa dolduğunda, Almanya’da Yahudi olduğu için aşağılanan Offenbach, Paris gecelerinin aranan bestecisi olur. Offenbach gerçekten güzel müzikler besteler. Yani, dünyevi duygular ve amaçlarla yapılan müzikler, çok başarılı ve güzel müzikler olsalar da, bu dünya ile sınırlı. Hatta Avrupa kilise müziğinin en büyük bestecisi Johann Sebastian Bach’ın passionları bile bu dünya ile sınırlı.
Peki uhrevi duygularla yapılan müzik nasıl bir müzik ve uhrevi duygu adı verilen duygu nasıl bir duygu ve bu duygu müzikle nasıl ifade edilir?
Hiç şüphesiz, uhrevi duygularla yapılan müzik, insanın deneyimlemediği (fakat kutsal kitaplardan öğrendiği) bir hayatı anlatan müzik değil. Uhrevi duygu, insan hayatının dünya ile sınırlı olmadığına, ölümden sonra da yeniden dirilişle hayatın başka bir formda devam edeceğine ve fakat ahiret hayatının nasıl yaşanacağının, bu dünyada yaptıklarımızla ilgili olduğuna inanılan bir “inanç biçimi”nin ortaya çıkardığı duygulardır. İnançlı her insan, bu duygulara sahip olabilir. Ama uhrevi duyguya sahip olan her insan müzik yapmadığı gibi, insana müzik yaptıran duygu, sadece bu “uhrevi duygu” değildir. Mesela, Allah ve Hz. Muhammed inanç ve sevgisinin ortaya çıkardığı duygu, sadece “uhrevi duygu” ile izah edilemez. Osmanlı tasavvuf müziğinin eserleri, sadece uhrevi duygu veya cennet umudu, cehennem korkusu ile bestelenmiş eserler değildir. Allah ve Hz. Muhammed inanç ve sevgisi, uhrevi duygunun üzerinde; sevginin, saygının, inceliğin, zarafetin göstergesidir. Yapılan müzikler de bu sevginin, saygının, zarafetin hatta özlemin ifadeleridir.
Esasında İslam dünyasında tasavvuf ehlinin müzikleri sadece uhrevi duyguların yansıması olarak tanımlanamaz. Bu müzikler, “ilahi aşk”ın ifadesidir çünkü.
*Prof. Dr., İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü.