OSMANLI TARİHİNDE VEKAYİ’NÜVİSLER VE MEŞHUR VAK’ALAR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Haşim Şahin

     

    Tarihe meraklı okuyucuların sıklıkla karşılaştıkları kavramlardan birisi olan vak’a Arapça kökenli bir kelime olup, hadise, olay, mesele, muharebe, birini bir defada yere düşürmek gibi anlamları içerir. Vakı’a kelimesi de aynı kökten gelen ve aynı anlamda kullanılan bir diğer kelimedir. Bu kelimenin çoğulu ise vaka’i olup, Türkçede daha ziyade vekayi şeklinde seslendirilmiştir.

    Vak’a sıradan olayları da içeren bir kelime olmakla birlikte kelimenin bilhassa Osmanlı tarihinde toplum ve iktidar nezdinde derin izler bırakan bazı olayları ifade etmek için kullanıldığı da görülmektedir. Tarih geçmişten günümüze pek çok vak’ayı aydınlatan, öğrenilmesini, ders çıkarılmasını, bazen de örnek alınmasını temel gaye edinen bir bilim dalı olarak tanımlanır kimilerine göre. Bu açıdan bakıldığında tarihçi aynı zamanda geçmiş zamanlarda yahut kendi devrinde meydana gelen olayları kaleme alan bir görevli olarak da kabul edilmiştir. Nitekim Osmanlı döneminde merkez teşkilatında görevli saray tarihçisine “vak’anüvis” yahut Türkçe ifadesiyle “vekayi’nüvis” denilmekteydi.

    Osmanlı’nın Vak’a Yazarları: Vekayi’nüvisler

    Bu kurum Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren devamlı bir devlet görevine dönüştürülen Şehnâmeciliğin bir devamı olup, Osmanlıların meşhur vezir ailesi Köprülüler’e mensup olup Boğazdaki eşsiz yalısıyla ve ulema muhitlerine teveccühüyle bilinen Amcazade Hüseyin Paşa’nın sadrazamlığı devrinde resmî bir devlet görevi hâline getirilmişti. Bazı araştırmacılar tarafından vekayinâmesini has oda hizmetinde bulunduğu dönemde sultanın şifahi emriyle yazmaya başladığını ifade eden Nişancı Abdurrahman Paşa ise ilk vekâyinüvis kabul edilse de bu alanın mütehassısı rahmetli Bekir Kütükoğlu’ndan itibaren Osmanlı tarihçiliğinde ilk vekayi’nüvisin Amcazade Hüseyin Paşa’nın emriyle günlük 120 akçe maaşla Edirne’den İstanbul’a gönderilen Nâimâ Mustafa Efendi’nin bu görevi üstlenen ilk Osmanlı bürokratı olduğu fikri kabul görmüştür.

    Vekayi’nüvisler ilmî birikimi oldukça iyi olan, inşa ve şiir sanatındaki yetenekleriyle öne çıkan, edebî kimlikleri ağır basan âlimler arasından seçilmekteydi. Bu sayede onların konu edindikleri olayların geçmişleri, yaşadıkları döneme etkileri ve kendi devirlerindeki olaylar karşısında analiz yeteneklerini de kullanabilmeleri beklenmekteydi. Bekir Kütükoğlu’nun belirttiğine göre vekayi’nüvislere “hizmette bulundukları zamanın vak’alarını tesbit ve tahrir asli vazifesi yanında, seleflerinin eksik bıraktıkları devrin tarihini yazmak vazifesi de yüklenmişti”.

    Osmanlı döneminin başlıca Vekayi’nüvisleri Naima Mustafa Efendi (ö. 1716), Sadrazam Şehid Ali Paşa tarafından göreve getirilen Masrafzâde Şefik Mehmed Efendi (ö. 1715), Raşid Mehmed Efendi (ö. 1735), Küçük Çelebizâde Âsım İsmail Efendi (ö. 1760), Sâmi Mustafa Efendi, Hüseyin Paşazâde Şakir Hüseyin Efendi (ö. 1735), Râmi Mehmed Paşazâde Abdullah Ref’et Efendi, Hıfzı Mehmed Efendi, Subhî Mehmed Efendi, İzzi Süleyman Efendi (ö. 1755), Seyyid Hakim Mehmed Efendi (ö. 1770), Çeşmizâde Reşid Mustafa Efendi (ö. 1770), Mûsâzâde Mehmed Ubeydullah Efendi, Behçeti Hasan Efendi, Enveri Sadullah Efendi (ö. 1794), Ömerzâde Süleyman Efendi (ö. 1807), Vâsıf Ahmed Efendi (ö. 1806), Halil Nûrî Efendi, Seyyid Mehmed Pertev Efendi (ö. 1807), Ahmed Âsım Efendi (ö. 1819), Şanizâde Mehmed Atâullah Efendi (ö. 1826), Mehmed Esad Efendi (ö. 1828), Recai Mehmed Şakir Efendi (ö. 1874), Ahmed Cevdet Paşa (ö. 1895), Ahmed Lütfi Efendi ve Abdurrahman Şeref Bey (ö. 1925)’tir.

     

    Osmanlı Tarihinin Meşhur İki Vak’ası

    Vak’a-i Vakvakiye

    Osmanlıların resmî devlet tarihçiliğini ihdas etmesinin çok evvelinde de, bu güzide müverrihlerinin eserlerini kaleme aldıkları dönemlerde de tarihin seyrini değiştiren yahut tarih denizinde devasa dalgalar oluşturan pek çok vak’anın varlığı bilinmektedir. Osmanlı tarihinin en önemli hadiselerinden birisi Sultan IV. Mehmed devrinde gerçekleşen Vak’a-i Vakvâkiye’dir. Osmanlı Devleti’nin Girit’te başarısız olması üzerine seferden dönen sipahiler ve yeniçeriler, İstanbul’da maaşlarının yetersiz olmasını bahane ederek büyük bir isyan çıkarmışlardı.

    2 Mart 1656 yılında meydana gelen bu olayda, saraydaki görevinden uzaklaştırılmış Sipahi Mehter Hasan Ağa, Şamlı Mehmed Ağa, Galata voyvodalığı elinden alınmış Karakaş Mehmed Ağa gibi isimlerin başını çektiği asiler, duruma hâkim olmakta zorlanan Sultan IV. Mehmed’i tehdit ederek ayak divanı istemişler ve bazı ocak ağalarının görevlerinden azledilmesi talebinde bulunmuşlardı. İki gün sonra kışlaların bulunduğu Etmeydanı’ndan Atmeydanı’na geçen asiler devrin şeyhülislamı Hüsamzâde Abdurrahman Efendi’nin talimatı doğrultusunda ara buluculuk yapmak isteyen Kara Abdullah Ağa’yı meydanda katlettikten sonra padişahı ayak divanı yapmak mecburiyetinde bıraktılar. Durumun gittikçe daha kötü bir hâl aldığını gören padişah yanında vüzera ve ulema olduğu hâlde Soğukçeşme’deki Ala Köşkü’ne geldi. İsyancılar burada maaşlarının düşük olmasından dolayı çektikleri geçim sıkıntısından, ağalar ve musahipler arasındaki yolsuzluklardan şikâyet ettikten sonra Enderun ve Bîrun’da görev yapan yaklaşık otuz kişinin başlarının kendilerine verilmesini istediler. Yeni sadrazam Zurnazen Mustafa Paşa’nın arayı bulma çabaları da sonuç vermeyince, durumun kendi aleyhine gelişmesinden çekinen Sultan Mehmed içlerinde Dârüsâade Ağası Behram Ağa, Bosnalı Çalık Ahmed Ağa, Raco İbrahim Ağa, Has odabaşı Hasan Ağa, İç hazinedar Yusuf Ağa ve Valide Sultan’ın muzahibesi Meleki Usta ile kocası Şa’ban Halife’nin de içlerinde olduğu otuz kadar devlet adamını asilere teslim etmek zorunda kaldı. Sürüklenerek saraydan çıkarılan bu bürokratlar Sultanahmet Meydanı’nda öldürüldükten sonra cesetleri meydandaki çınar ağaçlarına asıldı. Asilerin öldürdükleri bu görevlileri çınara asmalarından dolayı bu olay Osmanlı tarihçileri tarafından Çınar Vak’ası olarak anıldı. İşi daha ilginç kılan ise, bu trajik görüntü, meyveleri insan olan mitolojik vakvak ağacına benzetildiği için, bu hadisenin Vakâ-i Vakvâkiyye adıyla da meşhur olmasıydı. Nâimâ Mustafa Efendi’nin naklettiğine göre, o devrin şairlerinden birisi bu hadiseyi şu sözlerle dile getirmişti:

    Gûş-i Merih’e erip tantana-i câh-ı celâl

    Lerzenâk etti bu gavga-gede-i âfâkı

    Oldu mahmur nice mest-i müdâm-ı devlet

    Câm-ı ikbâle ne tarh etti bilinmez sakî

    Bağbân-ı felek-i kîne-güzârı seyret

    At Meydanı’na dikti şecere-i vakvakı

     

    Vaka-i Hayriye

    Osmanlı tarihi içerisinde doğrudan Vak’a kavramıyla ele alınan hadiselerden birisi de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması hadisesini ifade etmek amacıyla kullanılan Vak’a-i Hayriye’dir. Yeniçeriler Osmanlı Devleti’nin en önemli askerî unsurları arasında yer almakta olup, kuruluş devrinden itibaren Osmanlı ordusunun elde ettiği başarılarda büyük pay sahibi olmuşlardı. Bazı tarihçiler tarafından Orhan Gazi devrine kadar götürülen yeniçeriler, devşirme sistemi denilen ve gayrimüslim tebaanın çocuklarının küçük yaşlardan itibaren ailelerinden alınarak Türk köylerinde Müslüman ve örf ve âdetlerine göre yetiştirilmeleri suretiyle Osmanlı ordusuna kazandırılıyorlardı. Çirmen, Birinci Kosova, Niğbolu, İkinci Kosova, Varna, İstanbul’un Fethi, Çaldıran, Mohaç gibi zaferlerde büyük başarılar elde edilmesinde başat rolü üstlenen yeniçeriler, fetihlerin durması ve devletin eski gücünden uzaklaşmaya başlaması üzerine Osmanlılar için hatırı sayılır bir sorun hâline gelmişlerdi. Savaşlardan elde edilen gelirlerin azalması, saltanat sisteminin değişmesi, şehzadelerin sancağa çıkması uygulamasına son verilmesi üzerine eskiden olduğu gibi tecrübeli hükümdarların yetişmemesi, harem ağalarının ve bazı bürokratların devlet yönetiminde güç ve nüfuz sahibi olmaları Osmanlı idari sisteminde bazı problemleri de beraberinde getirmişti. Bu durum zaman içerisinde pek çok nizam gibi yeniçerilerin ve sipahilerin de nizamının bozulmasına neden olmuştu.

    Bilhassa 17. yüzyılın başlarından itibaren yeniçeriler, padişah değişiklikleri sırasında düşük ulufe verilmesi, sarayda kendilerine yeterince teveccüh gösterilmesi, ocağın kaldırılması teşebbüsleri, devlet adamlarının kendi aralarındaki mücadelelerde taraf olmaları gibi nedenlerle bazen sipahilerle, bazen Osmanlı yönetimi ile mücadele içerisine girerek “kazan kaldırdılar”. 1600’lü yılların ilk çeyreğinden itibaren bilhassa payitaht İstanbul’da meydana gelen pek çok olayın altında yeniçerilerin parmağı vardı. Öyle ki bazı dönemlerde yeniçeri ağaları Osmanlı bürokrasisinin hatta zaman zaman padişahın korkulu rüyası hâline gelmişlerdi. Daha önceki devirlerde, Fatih Sultan Mehmed’in iktidarı döneminde Buçuktepe Vak’ası örneğinde görüldüğü üzere, yeniçerilerin bazı isyan girişimleri olsa da, bu isyanların hiçbirisi 1618-1622 yılları arasında Osmanlı padişahı olan ve Genç Osman adıyla da bilinen Sultan II. Osman’ın ölümüne neden olacak isyan kadar dehşet verici olmadı. Çocuk sayılacak yaştaki Sultanın ocaklarını kaldıracağı gerekçesiyle çıkarılan isyan neticesinde ağır işkencelere maruz bırakıldıktan sonra Yedikule Zindanı’nda feci şekilde öldürülmesi Osmanlı yönetimi açısından da yeniçeri meselesinin mental olarak sona erdiği anlamına geliyordu. Onun selefi IV. Murad’ın yeniçeriler karşısındaki aşırı sert tavrı belki de bu hadiseye duyulan öfkenin bir yansımasıydı aynı zamanda.

    Yeniçerilerin zaman içerisinde başta askerî düzenlemeler olmak üzere Osmanlı yönetimi tarafından yapılan neredeyse her türlü reforma karşı çıkmaları, her fırsatta isyan edip bozgunculuk çıkarmaları, savaşlardaki disiplinsiz tavırları Osmanlı idaresi için bu önemli kurumun bir nevi kangren hâline gelmesini sağladı. Sultan III. Selim devrinde kurulan Nizam-ı Cedid yeniçerilerin menfi tavırları neticesinde lağvedilmek zorunda kaldı.

    Osmanlı tarihinin en yenilikçi padişahlarından birisi kabul edilen Sultan II. Mahmud Osmanlı tahtına çıktığında, yaklaşık yüz yıldır devam eden askerî yenilikleri sürdürmeye kararlı bir tavır sergilemişti. Selefleri gibi onun da karşılaştığı en önemli problem yine Yeniçeri Ocağı mensupları oldu. Yeniçeriler Sultan II. Mahmud tarafından kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunun da varlığından rahatsızlıklarını dile getirmişler ve padişaha açıkça cephe almışlardı. Ancak bu kez durum yeniçeriler açısından da kritikti.

    Ocağı kaldırmayı kafasına koymuş olan Sultan II. Mahmud geniş bir kamuoyu desteğini arkasına aldıktan sonra 17 Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı. Osmanlı Devleti’nin yüzyıllar boyunca bir anlamda belkemiğini meydana getirilen ocağın kaldırılması ise Hayırlı Olay anlamında Vak’a-i Hayriye olarak adlandırıldı. Sultan Mahmud, kendisinden evvel bazı padişahların ölümü pek çoğunun ise tahtı kaybetmesinin başlıca müsebbibi olan Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmayı tahta çıktığı 1808 yılından itibaren planlamakla birlikte, seleflerinin akıbetine uğramamak için bu düşüncesini büyük bir gizlilik içerisinde yürütmüştü. Sultan, aslında Osmanlı tarihinin kendi iktidarına kadar uzanan son yüzyılındaki olayların sadece yeniçeriler olmadığının, öne çıkan bu yapının çatısı altında meselenin eritilmeye çalışıldığının da farkındaydı. Bu nedenle geniş bir hazırlık ile bütün sorumluları iyice analiz ettikten sonra ilk iş olarak Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmaya karar verdi. Osmanlı reformlarına itiraz eden başlıca kurum olarak Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi diğer unsurları da büyük ölçüde sindirecek yahut ortadan kaldıracaktı.

    Kadim zamanlardan beri yeniçerilerin İstanbul’da yaşamaları, odalarının şehrin muhtelif yerlerinde bulunması, nizam bozulduktan sonra esnaflık yapmaya başlamaları ve bunun neticesinde loncalarda etkin hâle gelmeleri ahaliyle ve nüfuz sahibi pek çok kimseyle yakın ilişkiler kurmalarını ve günden güne daha da güçlenmelerini sağlamıştı. Kısacası bir yeniçeri İsyanı, iktidar açısından sadece ordunun hatırı sayılır bir grubunun baş kaldırması değil, aynı zamanda toplumsal tabanı hayli geniş bir muhalefetin varlığı anlamına geliyordu. İşte bu nedenle Sultan II. Mahmud’un yeniçeriler aleyhine atacağı bir adımda bu riskleri de çok ince bir şekilde hesaplaması kaçınılmazdı. Sultan Mahmud’un bu süreçte en büyük destekçileri ise yine Ocak içerisinde kendisine sadık olan ağalar oldu. Bu süreçte bilhassa Seyyid Mehmed Ağa ile Ağa Hüseyin Paşa’nın gayretleri dikkate değerdir. Sultan bu ağalar vasıtasıyla 1815’ten itibaren pek çok asiyi ve başıbozuğu tasfiye etmeyi başarmış, düzensizlik çıkaranların büyük bir bölümü Mora’ya sürgüne gönderilmişti.

    Ağa Hüseyin Paşa, padişaha son darbeyi vurma vaktinin geldiğini bildirdiğinde İstanbul’da direniş gösterebilecek yeniçeri sayısı da hayli azalmıştı. Bu durumu, köklü ocağın birkaç saat süren bir çatışma neticesinde ortadan kaldırılması ile neticelendi. Sultan Vak’a-i Hayriye’nin gerçekleşmesi sürecinde ulema ile yeniçerilerin bağlantısını kesmiş, ulemanın ve şeyhülislamın desteğini almış, Rum isyanı başta olmak üzere meydana gelen başarısızlıkların faturasını ulema ve kamuoyu nezdinde yeniçerilere keserek son darbeyi vurabilmenin alt yapısını da oluşturmuştu. Bu çerçevede oluşturulan yeni teşkilata dair adımlar yeniçerilere duyurulunca Ocak mensupları 13 Haziran’da son defa kazan kaldırdılar. Ancak bu kez umduklarını bulamamışlardı. Önceden planlandığı şekilde kayıkçılar, kalyoncular, topçular, lağımcılar ve humbaracılar padişahtan yana tavır aldılar. Üstelik bu kez İstanbul’a yeniçerilerle kavgalı olan medrese talebeleri ile İstanbul halkı da yeniçerilere karşı padişahın yanında harekete geçmişlerdi. Asilerin teslim olmaları için yapılan çağrıyı reddetmeleri üzerine Ağa Hüseyin Paşa Divanyolu, humbaracılar, lağımcılar ve medrese talebeleri de yanlarında hayli kalabalık ahali ile birlikte Bozdoğan Kemeri tarafından saldırıya geçtiler. Bu arada Topçubaşı Numan ve Karacehennem İbrahim Ağa tarafından yeniçeri kışlaları topa tutuldu. Canhıraş bir mücadele başlamış, ortalık adeta kıyamet meydanına dönmüş, asilerin feryatları Haliç kıyılarına kadar ulaşmıştı. Hücum başladığında asilerin kaçmaması için şehrin bütün kapıları da kapatılmıştı. Akşam olduğunda kışlalar yeniçeri cesetleriyle dolmuştu. Kaçan yeniçerilerin ardından sıkı bir takibat başlamış yakalananlar Sultanahmet Camisi’nin hünkâr mahfilinin altındaki mahzende boğdurulmuşlardı. Bazı kaynaklarda öldürülen yeniçeri sayısının 70.000 olarak verilmesi Vak’a-i Hayriye’deki durumun vahametini ortaya koymaktadır.

    Vak’a-i Hayriye Osmanlı tarihinin en kanlı hadiselerinden birisi olarak tarihin tozlu sayfaları arasındaki yerini almıştır. Bu olaydan sonra yeniçeri mezar taşlarının dahi tahrip edilmesi, yeniçerilerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle Bektaşi tarikatının kaldırılması Osmanlı yönetiminin ve halkın büyük bir kesiminin, Osmanlı ordusunun bu zümresi karşısındaki durduğu noktayı göstermesi, devletin kuruluşunun başlıca dinamikleri arasında yer alan bu kadim ocağın geldiği noktayı göstermesi bakımından hayli önemlidir. Öyle ki, yukarıda da ifade edildiği üzere Osmanlı kaynakları bu hadise için Vak’a-i Hayriye tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir.