DERVİŞ VE SAVAŞ
Hasan Sevil*
Tarikat–devlet ilişkisi tarih boyunca farklı şekillerde tezahür etmiştir. Bazen mesafeli, bazen çatışmalı olmuş ama çoğu zaman ortak gaye için mücadele etmişlerdir. Siyasi ve sosyolojik olarak farklı değerlendirmelere açık bu tarihî ilişkinin bir de kurumsal tarafı mevcuttur. Osmanlı askerî geleneğinde ordu şeyhliği sembolik bir makam ve gelenekli bir kurumdur. Ordunun psikolojik ve manevi yönünü tahkim amacıyla ihdas edilen bu kurum Osmanlı devleti tarihi boyunca önemli roller üstlenmiştir. Kısaca sefere çıkan ordunun maneviyatından sorumlu olan ordu şeyhliği kurumu toplum nezdinde tekkelerin taşıdığı mana ve üstlendiği rol neticesinde ortaya çıkmıştır.
Diğer yandan tarikat devlet ilişkisini yalnızca ordu şeyhliği bağlamında değerlendirmek eksik olur. Şeyh ve dervişlerin orduyla ilişkileri bu tür resmî görevlendirmelerden ibaret değildir. Yeri geldiğinde tekkeler ve tekkelerde bulunan dervişler orduda aktif görevler de almıştır. Hepimizin bildiği Birinci Dünya Savaşı’nda oluşturulan Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı ve İstiklal Harbinde Üsküdar Özbekler Nakşibendî Tekkesinin durumu bunun en belirgin iki örneğidir diyebiliriz. Daha erken dönemlerde, İstanbul’un fethi esnasında bir Bayrâmî şeyhi olan Ak Şemseddin hazretlerinin fiilen savaşa iştirak etmiş olması da hafızalarımızda yer etmiş bir vakıadır. Erken ya da geç dönem örnekleri çoğaltılabilir. Kamuoyu tarafından pek bilinmeyen bir örnek de Doğu Anadolu’da Ruslara karşı verilen Sarıkamış harekâtına iştirak eden Rifâîlerdir.
Günümüzde Erzurum’a bağlı olan Hacı Ahmet Baba köyünün önceki adı Sanamir’dir. İşte bu köyde bugün kendi adına inşa edilen türbede yatan Rifâî şeyhi Hacı Ahmet Baba uzun bir muhaceretten sonra gelip o günkü Sanamir köyüne yerleşmiş ve bu köyde irşat faaliyetlerini sürdürmüştür. Gerek bu bölgede ortaya çıkan Ermeni olaylarında gerekse Sarıkamış harekâtında aktif rol alan oğlu Yakup Baba bu dönemde çok büyük yararlılıklar göstermiştir.
Doğu Anadolu’da patlak veren Rus işgalinin ardından Birinci Dünya Savaşı ve Sarıkamış harekâtı Erzurum’un bu küçük köyünde faaliyetlerini sürdüren ve sadece insanların gönüllerini fethetmekle meşgul tekkede de büyük yankı uyandırmıştır. Rifâî Şeyhi Hacı Ahmet Baba’nın oğlu Yakup Baba da meşgul olduğu tekke hayatına bir süre ara verip dervişlerden oluşan 60 kişilik bir milis gücü teşkil ederek düzenli orduya destek vermek üzere cepheye hareket etmiştir. Cephede cansiperane bir mücadele verdikten sonra 2 Ocak 1915 tarihinde cephede şehit olmuştur. O günden sonra şehit Yakup Baba olarak anılmıştır. Örnekler çoğaltılabilir, ancak üzerinde durulması gereken konu dervişlerin bir mücadele, mücahede ve mukateleye hangi şartlarda girmiş olduğu hususudur.
Şehit Seyyit Yakup Baba örneğinde gördüğümüz iki durum vardır. Birincisi içerisinde yaşadığı toplumda ortaya çıkan etnik bir saldırı ki bu saldırı can, mal ve namusu tehdit etmektedir. İkincisi ise yaşadığı coğrafyanın işgale uğraması veya fiilî bir savaşın baş göstermesidir. İşte bu iki durum bir dervişin hangi şartlarda savaşa iştirak edeceğinin de ölçüsünü ortaya koymaktadır. Nitekim cana, mala, ırz ve namusa karşı bir tehlikenin oluşması durumunda hiçbir insanın ve vicdanın tepkisiz davranması düşünülemez. Bir savaş ve işgalin baş göstermesi durumunda ise bütün bir toplum elinden geleni yapmakla yükümlüdür. Böyle bir durumda devletin ya da toplumun bünyesinde hayatına devam eden her kurum ya da kuruluş yerine getirmekte olduğu bazı görev ve etkinlikler askıya almak durumunda kalabilir. Ne kadar mühim olursa olsun birçok olağan rutin ya da vazifeler hayati bir durum söz konusu olduğunda askıya alınır ya da devre dışı kalır. Nitekim can, mal ve hürriyetini kaybeden bir şahıs ya da kurum da bu husustan azade değildir. Emniyet ve huzurun teminini sağlayan devletin ya da vatanın tehlikede olduğu durumlarda doğrudan maddi ve manevi varlıkları tehdit altında olduğu için birçok kurum gibi tarikatlar da olağan üstü şartlara uymak durumunda kalırlar. Tarikatlar gönle hitap ettiği için ve insanların maneviyatını yükseltmek kararında olduğu için manevi terbiyeyle meşgul şeyhler ve dervişler bu tip hayati durumlarda hiç tereddüt etmeden kendilerini feda ederler. Fakat bu kahramanlığı dahi mahviyetkâr bir üslupla yaparlar. Olağanüstü hâl bitip barış ve sükûnet temin edilince de hiçbir maddi ödül ya da karşılık beklemeden tekkelerine döner ve irşat faaliyetlerine kaldıkları yerden devam ederler. Nitekim yukarıda kısaca temas ettiğimiz olaylarda da durum böyledir. Yakup Baba’nın mensup olduğu tekkenin savaş sonrası durumuna baktığımız zaman, bütün diğer tekkelerde olduğu gibi hiçbir şey olmamış gibi irşat faaliyetine devam ettiğini görürüz. Sanamir dergâhında da memleketin birçok tekke ve dergahında olduğu gibi gönül ateşi yanmaya devam etmiş ve Yakup Baba’nın şehadetinden sonra oğlu Seyyit Hacı Mevlüt Baba gönüller fethetmeyi sürdürmüştür.
Konunun başında temas ettiğimiz ordu şeyhliği meselesine baktığımızda daha farklı bir durumla karşılaşırız. Burada öncelikle üzerinde durulması gereken husus tekkelerin gündelik hayatta üstlendikleri bir takım görevlerdir. Tekkelerin temel görevi insanların manevi arınma süreçlerine yardımcı olmaktır. Diğer yandan tekkeler sosyal kurumlardır. Toplumun bir takım maddi ve manevi ihtiyaçlarını doğrudan giderecek bir imkâna sahiptirler. Hâliyle içinde bulundukları toplumun birtakım sorun, anlaşmazlık ya da hayır işlerinde başvurdukları merci olarak da hizmette bulunmuşlardır. Öyle ki insanlar gündelik hayatta mutluluklarını, hüzünlerini, anlaşmazlıklarını ortaya çıkar çıkmaz adlî veya resmî otoritelere götürmezler. Zaten bu durumların tamamı hukuki, adlî veya dinî olaylar da değildir. Tekkeler gündelik hayatın rutini içerisinde evlilikten, ticarete, komşuluk ilişkilerinden, niza ve çatışmaya kadar birçok hususta devlet kurumlarının sırtındaki yükü almış ve kurumları meşgul etmeden, daha sivil ve gönüllü bir atmosferde rehberlik sağlamıştır.
Osmanlı döneminde şehir kasaba ve köylerde hemen her mahallede karşılaştığımız tekkeler üstlendikleri bu toplumsal görev nedeniyle aile bağlarının güçlenmesi, psikolojik sorunların aşılması, sosyal problemlerin çözümlenmesi, dinî kültürün yerleşmesi ve sağlıklı bir din anlayışının oluşmasında hatırı sayılır katkılarda bulunmuştur. Şunu bir kere daha ifade emek gerekir ki bütün bu saydıklarımız tekkelerin aslî görevi değildir. Fakat insan yetiştirme merkezleri olarak manevi bir çekim noktası olan tekkeler kazandıkları güven ve sahip oldukları itibarla bu rolleri de üstlenmek durumunda kalmış ve bunu kutsal bir vazife bilinciyle yerine getirmeye çalışmışlardır. Osmanlı toplumunun huzuru, emniyeti ve selameti yönünde böylesine önemli görev üstlenen bunu hakkıyla yerine getiren tekkeler hâliyle devlet idaresinin de işini kolaylaştırmıştır. Tarikatların toplum nezdindeki bu başarısı nedeniyle Osmanlı devlet idaresi bu durumu savaş gibi olağanüstü hâllerde de değerlendirmeyi düşünmüş ve ordu şeyhliği diye isimlendirilen bir kurum oluşturmuştur.
Bilindiği gibi Osmanlı devlet adamlarının olduğu kadar Osmanlı Sultanlarının da tarikatlarla kuruluşundan itibaren yakın ilişkileri olmuştur. Şeyh Edebali Osman Gazi ilişkisinden itibaren bu yakın alaka devletin son temsilcilerine kadar devam etmiştir. Osman Gazi Şeyh Edebali birlikteliği, Yıldırım Beyazıt zamanında Emir Sultan, Fatih devrinde Ak Şemseddin ve Şeyh Vefa Efendi. Saydığımız bu isimlerin tamamı ordu şeyhi değildir ancak devlet adamlarının tarikat şeyhleriyle yakınlıklarını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Ordu şeyhliği aslında tam anlamıyla resmî bir görev değildir. Ordu içerisinde uygulanması gereken hiyerarşik ve askerî yapıyla doğrudan bir ilişkisi de yoktur. Askere maddi anlamda herhangi bir katkıda da bulunmaz. Ordu şeyhleri her hangi bir sefer durumunda bir kereliğine ve sadece o sefer için tayin edilirler. Savaşa iştirak eden şeyh efendinin görevi ordunun moralini yüksek tutmaktır. Bazen dua ve ibadetle meşgul olurken bazen de askere nasihat ederek onları cesaretlendirir. Söz konusu seferin sona ermesiyle de ordu şeyhinin görevi sona erer. Görevi sona eren şeyh efendi tekrar tekkesine geri döner, irşat faaliyetleriyle meşgul olmaya devam eder. Savaş hâlinin dışında tarikat şeyhlerinin ordu ve askerle herhangi bir ilişkileri olmaz. Bunun tek müstesnası yeniçerilerdir. Yeniçeri ocağında her zaman bir Bektaşi babası bulunur.
Tasavvuf telakkisi içerisinde asıl önemli konu savaş değil savaştan dönüştür. Bu dönüş bir savaştan bir diğerine, küçükten büyüğe, mühimden ehemme doğru dönüştür. Büyük savaş kişinin kendisiyle olan savaşıdır. Aslında “cehede” çabalamak, uğraşmak demektir. Kişinin sürekli olarak kendi egosuyla bir uğraşı içerisinde olmasıdır. Sufinin, tasaffi yani arınma yolunda vereceği uğraş ve çaba onun gerçek savaşıdır. Bunun için menkıbelerde savaşa çıkan dervişler tahta kılıç taşırlar. Zahirde verilen savaş tasavvuf pratiğinin içinde çocukça bir savaştır. Yani tahta kılıçla verilen savaş kadar önemsizdir. Ancak iç dünyada verilen savaş sorumlulukların bittiği ve rabbe dönüşe kadar sürecek bir uğraşıdır. Bu arınmanın, tasaffinin sürekliliğidir.
Dikkat etmemiz gereken bir nokta da dervişlerin ancak zorunlu durumlarda savaşlara iştirak etmiş olmalarıdır. Herhangi bir zorunluluk olmadan dervişin savaşa girmesi hatta savaşın da ötesinde her hangi bir tartışmaya girmesi bile düşünülemez. Derviş ortaya koyduğu yaşam tarzıyla, davranış diliyle çevresini etkileyendir. Bunun için dervişlik pratiğinde davet yoktur. Bu yaşam tarzında ikinci ve üçüncü şahısları karşılıklı etkileşimle bir yere alıp götüremeyenin sözlü anlatımla verebileceği hiçbir şey yoktur. Osmanlı geleneğinde fetih öncesi coğrafyalara gönderilen veya gönderildiği söylenen derviş zümrelerinin gittikleri coğrafyada bıraktıkları etkilerden söz edilir. Bu etki peygamberî gelenekte büyük savaş diye nitelendirilen çaba ve uğraşının yansıması olan yaşam tarzının çevrede bıraktığı etkiden başka bir şey değildir. Bu yaşam tarzını ve bunun çevrede bırakacağı etkileri Yunus Emre’ye ait olan şu diziler adeta özetler mahiyettedir: “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için/ Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.” Dervişlik yoluna giren kişinin değil bir cana kastetmesi, kendi adına varlık iddiasında bile bulunamaz. Yaratıcı tarafından mükerrem yani saygın kılınan insana karşı sevgiden başka bir duygu besleyemez. Ancak zaruret durumları bu kapsamın dışındadır. Nitekim sadece yaratıcının sevgisiyle dolması gereken gönül yaratıcıya has bir soyut mekândır. Bu soyut mekânı hoş tutmak orayı incitmemek dervişliğin gereğidir. Ancak bu tür yaşam tarzı planlı bir şekilde gerçekleşmez. Bu durum Allah merkezli bir hayatın tezahürü olarak ortaya çıkar. Osmanlı toplumunun hafızasında gündelik hayatın içine sirayet eden bu yaşam tarzıyla birlikte toplum hafızasında dervişlere ve onların ileri gelenlerine karşı pozitif bir bakış açısının oluşmasını sağlayan etken de bu husustur.
Sonuç olarak, şeyh efendiler gerek gündelik hayatta gerekse savaş gibi olağanüstü durumlarda ya da gayrimüslimlerin idare ettikleri topraklarda bulundukları toplumların moral kaynağı olmuşlardır. İşte bundandır ki bazı memleketlerde velilere ait bazı türbelerin hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler tarafından bir ziyaretgâh edinildiğine şahit oluruz.
Tekkelerden günümüze intikal eden bazı savaş araç gereçlerinin müzelerde karşımıza çıkması bu durumla çelişkili değildir. Sembolizmin büyük değer sahip olduğu tasavvufi gelenekte teber, çelik, küçük balta gibi gereçler ya deruni harbin, yani benlik mücadelesinin sürekliliğine ait bir sembol ya da seyahatlerde can güvenliği nedeniyle taşınan araç gereçlerdir. Tekkelerde günümüze kadar hiçbir ateşli silaha rastlanılmaması da bu durumun böyle olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim bünyesinde birçok tarihî silahı bulunduran Askerî Müze’de dervişlere ait sadece iki adet miğferin bulunması da bu düşünceyi destekler mahiyettedir.
Tarikat literatüründe erlik, yiğitlik, fütüvvet kavramları da önemli bir yere sahiptir. Genelde İslam kültürünün, özelde tarikat geleneğinin en önemli isimlerinden birisi olan Hazreti Ali’nin yiğitler şahı olarak nitelendirilmiş olması unutulmamalıdır. Ancak buradaki erlik ve yiğitlik ve fütüvvet kavramları benlik mücadelesini başarıyla sonuçlandırmış, kişisel istek ve her türlü egodan kurtulmuş, bu anlamda muzafferiyete ulaşmış kişiler için kullanılan bir kavramdır. Hazreti Ali özelinde meseleye bakacak olursak hiç şüphesiz onun İslam’ın ilk dönemlerinde gerçekleşen savaşlarda sergilediği kahramanlık elbette göz ardı edilemez. Ancak aynı Hazreti Ali kişisel yaşamında fevkalade mütevazı, fevkalade cömert ve hatta savaş meydanında bile adaletli, özverili ve merhametli davranan bir kişiliktir. Bunun için fütüvvet kavramı onunla özdeşleştirilmiştir.
Burada merhamet kavramına da kısaca temas etmek gerekirse unutulmamalıdır ki merhamet muhatapta bir acziyetin olduğunu peşinen kabul etmektir. Bunun için güçsüze, zayıfa, düşmüşe merhamet gösteririz. Hayvana, çocuğa, doğaya merhamet gösteririz. Oysa sevgi böyle değildir. Sevgi muhataba zatından dolayı kendiliğinden ve irade dışı açığa çıkar. Bunun tasavvufi anlamda açığa çıkması ise daha önce de temas ettiğimiz gibi Allah merkezli bir hayatın tezahürüyle birlikte görülür. Tasavvuf büyükleri bu yaşam tarzını en mükemmel şekliyle tatmış kişilerdir. Bu hususiyetleriyle cazibe merkezi olmuş ve bu sayede insanları ve toplumları manevi anlamda irşat edebilmişlerdir. Birinin değil hepsinin dilinde hep aynı hikmet vardır: “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” Bu hakikat zamanı ve mekânı aşan bir hikmetle arzı endam edebildiyse bunun tek bir izahı vardır. Kendi nefislerine karşı verdikleri savaşın ganimetini bizlerle paylaşmaları dolayısıyladır. Vesselam.
*Araştırmacı, yazar.