DÜŞÜNCE TARİHİNDE DÖNÜŞTÜRÜCÜ BİR METİN OLARAK HAYY BİN YAKZAN
Selahattin Akti*
Batı Felsefesi Tarihi adlı eserinin girişinde felsefenin teoloji ve bilim ile olan ilişkisine değinen Bertrand Russell, felsefeyi diğer ikisinin arasında konumlandırır. Ona göre felsefe, bir yandan teoloji gibi sağlam bilginin şimdiye kadar kesinleştiremediği konulara yönelik spekülasyonlardan oluşurken, diğer yandan bilim gibi, geleneğin ya da vahyin otoritesi yerine daha çok insan aklına başvurur. Bu sebeple felsefe, teoloji ile bilim arasında kalan ve her iki tarafın saldırısına maruz kalan tarafsız bir bölgedir.[1] Russell’in çizdiği bu genel çerçeve belki herkes tarafından kabul edilmeyebilir, ancak herkes, tarih boyunca bu üçü arasında süren gerilimin farkındadır.
İbn Tufeyl’in (ö. 1185) Hayy bin Yakzan adlı eseri, sözü edilen üç alanın düşünce tarihinde yarattığı gerilimde arabulucu bir rol oynayarak uzlaşmacı tavrıyla dikkatleri üzerine çeken önemli bir klasiktir. Devrinin siyasi ve fikri gelişmelerinde etkili bir düşünür olarak karşımıza çıkan İbn Tufeyl’in kelam, felsefe ve tasavvuf üçgeninde kaleme aldığı söz konusu eserinin yazılmasına sebep olan ve uzun değerlendirmelere ihtiyaç duyan dinî, siyasi ve felsefi arka planını bir kenara bırakarak, bu çalışmada onun Batı düşünce tarihindeki yolculuğuna kısa bir bakış atacağız.
Aristoteles’in Metafizik kitabının girişinde belirttiği “Bütün insanlar doğaları gereği bilmek isterler.”[2] ifadesini benimsemiş görünen İbn Tufeyl, romanında bu düşünceyi Hayy karakteriyle somutlaştırmak ister gibidir. Bu düşünceye göre insan yalnızca yaşamayı istemez, yaşamının nedenini ve değerini de bilmek ister. İbn Tufeyl, eserinde, kendi zamanına kadar gelen filozofların fikirlerini ele aldığı kısa ve eleştirel giriş bölümünden sonra sahip olduğu ontolojik, epistemolojik ve kozmolojik tasavvurunu öykü bölümünde kahramanı Hayy üzerinden ortaya koymaya çalışır. Romanı okuyanlar, doğumundan elli küsur yaşına kadar Hayy’ın büyümesini ve fikrî gelişimini takip ederken İbn Tufeyl’in zihin dünyasını da anlamış olurlar. Eserin romantik çerçevesi ve edebî üslubu kimilerine göre orijinal olmasa da onun basit bir masalı felsefi bir metne dönüştürme konusunda gösterdiği performans herkesin takdirini toplamıştır. Tüm Orta Çağ boyunca otodidakt öğretinin en güzel örneklerinden biri olarak gösterilen eserde İbn Tufeyl, toplum ve medeniyetin her türlü etkisinden uzak, doğayla baş başa kalan bir insanın gerekli şevk ve motivasyona sahip olması hâlinde, kendi kendine hakikati bulabileceğini göstermeyi amaçlamıştır. Roman kahramanı Hayy, doğanın izlenmesi ve düşünülmesinden hareketle düşüncenin doğasını keşfetmiş, bir adım sonrasında ise doğasını keşfettiği teorik düşünce ve mükâşefe yoluyla da mutlak hakikatin bilgisine ulaşmıştır. Eşyayı, verili bilginin kullanılması yoluyla değil, kendi tecrübeleriyle algılayan ve tanımlayan Hayy, böylelikle geleneksel bilginin muhtemel sınırlandırmalarından da kendini koruyarak otodidakt öğretinin en güzel örneklerinden birini ortaya koymuştur.
İbn Tufeyl bir tarafta toplumun felsefe, tasavvuf ve kelam ile iştigal eden bireylerinin kendi akli kabiliyetlerine göre aslında aynı ezelî hakikatin farklı veçheleriyle muhatap olduklarını Hayy, Absal ve Salaman karakterleriyle gösterirken, diğer tarafta, romanın kurgusu içerisinde kendi bilgi teorisinin tasvirini yaparak bir yandan Aristoteles’i Yeni Platoncularla diğer yandan Gazzâlî’yi İbn Bâcce ile uzlaştırmak ister gibidir. Câbirî’nin kavramlarını ödünç alacak olursak, bu çalışmasıyla İbn Tufeyl’in beyan, burhan ve irfanı veya bir başka deyişle kelam, felsefe ve tasavvufu uzlaştırmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İbn Tufeyl, mutlak hakikate ulaşmak isteyen kahramanı Hayy’ı, sufilerin ritüelleri aracılığıyla değil, aşamalar hâlinde ilerleyen felsefi pratik aracılığıyla tekâmül ettirir. Hayy, metafizik tümdengelim kabiliyetini, fizik âleminde başvurduğu gözlem ve deneyle elde ettiği tümevarımdan sonra çilecilik ve tefekkürle elde eder. İbn Tufeyl bununla şunu göstermek istemiştir; her ne kadar doğa bilgisi ile sufi irfan arasında temel bir ayrım varsa da bu ikisi birbirlerinin zıddı değildirler. Birincisinde takip edilecek sıkı bir eğitim kişiyi zorunlu olarak ikincisine ulaştıracaktır. Sonuç olarak İbn Tufeyl’in insani tekâmül modeli, “gözlem”, “tefekkür” ve “müşâhede ile devam eden sürecin “inşa etmek” ile taçlandırılması olarak tarif edilebilir. Diğer yandan roman kahramanı Hayy’ın insanların yaşadığı diğer adaya giderek onlara hakikati anlatmaya çabalaması ve bu çabasının sonuçsuz kalması üzerine, hakikati anlamak ve onu kabullenmek noktasında bütün insanların aynı kabiliyet ve şevk içerisinde olmadığını kavraması, onun, soyutu somut sembollerle anlatan dinin toplum için ne kadar faydalı olduğunu anlamasını sağlar. Bu örnekle insanların entelektüel kabiliyetlerinin farklılığını ortaya koymaya çalışan İbn Tufeyl’in kendisi de eserinde biri avama diğeri havasa dönük olmak üzere çift dil kullanır ve bazı hakikatleri perdeleme cihetine gider. Ancak buna rağmen İbn Tufeyl’in öncekilerle kıyaslandığında anlaşılması zor konuları avamın anlayışına yaklaştırma konusunda başarılı olduğu kabul edilmelidir.
Hayy bin Yakzan yirminci yüzyıla kadar İslam âleminde ne yazık ki hak ettiği yeri alamamış ve tartışılmamıştır. Bu kıymetli eserin Müslümanlar arasındaki popülaritesi ancak Batılı düşünürlerin onu gündeme taşımasından ve hakkında birçok araştırma yapmasından sonra mümkün olabilmiştir. 1160 yılında kaleme alınan eserin kendi ana dilindeki ilk matbu baskısı ne yazık ki ancak 1900 yılında ve yine bir Batılı olan Léon Gauthier tarafından Cezayir’de yapılabilmiştir. Buna mukabil, eserin farklı Avrupa dillerindeki baskıları yüzyıllar önce defalarca yapılmıştı. Türkçe çevirisinin de Batı’daki ilk çeviriden ancak 575 yıl sonra 1923 yılında yapılması ayrıca zikredilmelidir. Ancak eserin Müslüman coğrafyadaki bu talihsizliğinin aksine Avrupa’daki etkisi başlı başına araştırılmayı hak eden muazzam bir başarı hikâyesidir.
Hayy bin Yakzan’ın Avrupa’da birinci elden tanınmasına vesile olan kişi Yahudi düşünür Narbonne’lı Moses ben Joshua’dır (ö. 1362). 13. yüzyılda metnin anonim bir İbranice çevirisi yapılmış ve Moses Narbonni 1349 yılında Barcelona’da bu çeviriye dayanarak Yehiel Ben-Uriel başlığı altında kapsamlı bir yorum yazmıştı. Bu şerhinde Narbonni, felsefenin gençlere öğretilebileceğine dair pedagojik tezini savunmakla kalmadı, otodidaktizm (kendi kendine öğrenme) ve doğanın deneysel keşfi lehine bulgularını sıraladı. İbn Rüşd felsefesinden güçlü bir şekilde etkilendiği bilinen Narbonni İbn Rüşd, Gazzâlî ve İbn Meymûn gibi filozofların eserlerine şerhler yazmıştır. Bununla beraber Narbonni, İbn Rüşd’ün eserlerine yazdığı şerhlerde olduğu gibi İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan’ına da Yahudi Kabala’nın unsurlarını dâhil etmekten çekinmez. Örneğin Hayy bin Yakzan’ın maddi olmayan göksel varlıklarını Kabala’nın on Sefirot’uyla (Tanrı’nın on tezahürü) özdeşleştirmiştir. Narbonni’nin bu çalışmaları sonucunda okurların otodidaktizm ve dolayısıyla Hayy bin Yakzan’a olan ilgisi günden güne arttı. 1488 yılında Floransa’da Yahudi felsefi literatürüne ilgi duyan Giovanni Pico della Mirandola’nın isteği üzerine eser İbranice tercümesinden latinceye çevrilir. Hayy bin Yakzan’ın Arapçadan Latinceye doğrudan ilk tercümesi ise Edward Pococke tarafından 1671 yılında Philosophus Autodidactus adıyla yapılır. 1672’de Het leven van Hai ebn Yokdan başlığı altında Felemenkçeye, 1674’te George Keith, 1686’da George Aswell ve 1708’de Simon Ockley tarafından da İngilizceye çevrilir. Almancaya 1726’da George Pritsius ve 1783’te J. G. Eichhorn tarafından yapılan iki çevirisinden sonra eserin modern dönemde de farklı dillere yapılmış birçok tercümesine şahit oluruz.
Hayy bin Yakzan’ın Avrupa düşünce dünyası üzerindeki etkisini en iyi şekilde ortaya koyan çalışmalardan birinin sahibi olan Avner Ben-Zaken, onun Avrupa’daki dolambaçlı seyahatini, farklı kültürel ortamlarda yol açtığı tartışmaları ve bu ortamlara nasıl uyarlandığını göstermeye çalışır. Hayy bin Yakzan’ın toplumlar üzerindeki dönüştürücü etkisine dikkat çeken Ben-Zaken, Hayy’ın Avrupa’da, her biri kendi bağlamına özgü kültürel sorularla yönlendirilen, farklı kültürel ve tarihsel bağlamlara göre değişen pek çok yorumu olduğunu ileri sürer. Öykünün bu yerel yorumları, sosyalleşme formlarını dönüştürerek, her bireyin kendi hayatını biçimlendirmesini sağlamış ve daha önce değişmez görülen toplumsal düzenlere meydan okuyarak, artık aşkın otoritelere değil daha çok birinci elden deneyimlere dayanan yeni düşünce tarzlarını mümkün kılmıştır. Böylece Hayy, daha önce değiştirilemez olduğu düşünülen toplumsal düzenlere meydan okuyarak toplumda ve kültürde, insanların iktidarla ilişkilerini değiştiren izler bıraktı. Ona göre eser asıl olarak, insan aklının, dinden ya da toplumdan yardım görmeksizin bağımsız bir biçimde bilimsel bilgiye ulaşabileceğini ve bu çabanın insana aynı zamanda insan bilgisinin en yüksek formu olan mistik içgörüye giden yolu açabileceğini iddia etmektedir. Ben-Zaken’a göre Hayy bin Yakzan, İbn Tufeyl eliyle 12. yüzyıl Merakeş’inde mistiklerin denetimsiz dinî coşkusunu felsefi yorumlarla ehlileştirmek için mücadele etmiş, 14. yüzyıl Barcelona’sında Narbonni eliyle ergenleri öz-disiplinli bir inziva hayatına kapamak suretiyle toplumsal etkiden kurtarmak için çağrıda bulunmuştur. 15. yüzyıl Floransa’sında Rönesans filozofu Pico della Mirandola eliyle insanı doğanın fiziksel gerçekliğine yerleştirerek göklerin manevi zincirlerini kırmaya çalışmış ve 16. yüzyılın ütopyacı ve bilimsel toplumlarının eliyle kurumsal disiplinin otoritesine meydan okumuştu. 17. yüzyıla gelindiğinde ise deneyselciler, insanın doğayı kendi kendine keşfetmesine güvenmeyi savunarak, bireyin artık metafiziğin vesayetinden ve kabul edilmiş, yapılandırılmış bilgi kategorilerinden kurtarılmasının zamanının geldiğine inanıyorlardı.[3]
Aşkın olandan yetki aldıklarını iddia eden iktidarların otoritelerini sarsan Hayy bin Yakzan’ın toplum üzerindeki etkisi elbetteki doğrudan olmuyordu. Ondan ilham alan aydınların eserlerinde kendini aşikâr ediyordu, ancak bununla yetinmeyip eserin benzerlerini yazanlar da oldu. Hayy’ın kaleme alındıktan sonraki yüzyıllarda El Criticón ve Robinson Crusoe gibi benzer çalışmalar için bir esin kaynağı olduğu tartışmaları yapılmıştır. Nitekim bilim çevreleri Baltasar Gracián tarafından ilk olarak 1651 yılında yayınlanan El Criticón adlı roman ile Hayy bin Yakzan arasında buna benzer bir ilişkinin olabileceğini tartışmıştır. El Criticón’daki hikâye, St. Helena adası açıklarında gemisi batan maceraperest Critilo’nun bu ıssız adada vahşi bir hayvan tarafından yetiştirilen genç bir adam tarafından kurtarılışıyla başlar. Critilo, hiçbir dil anlamayan kurtarıcısına nasıl konuşulacağını öğretir ve ona Andrenio adını verir. İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan’daki anlatısı ile Gracián’ın romanının başlangıcı arasındaki bu ve diğer paralellikler nedeniyle, insanlar uzun süre olası bir etki üzerinde kafa yordular. İspanyol Arabist ve edebiyat tarihçisi Emilio García Gómez ise İbn Tufeyl ile Baltasar Gracián arasında bir bağlantı olabileceği ihtimalini dışlıyor ve keşfettiği eski bir Arapça İskendername nüshasının hem İbn Tufeyl hem de Gracián için ortak bir kaynak olduğunu iddia ediyordu. Ancak Hayy bin Yakzan’ın erken döneme ait İbranice (1349) ve Latince (1492) tercümelerinin varlığı ve Gracián gibi bir yazarın 160 sene sonra bile bu tercümelere ulaşmamış olma ihtimalinin düşük kalması, Gómez’in iddiasının aksine Baltasar Gracián’ın İbn Tufeyl’den etkilenmiş olabileceği konusundaki şüphelerin devam etmesine sebep oldu.[4]
Diğer yandan bazı akademik çalışmalarda ilk baskısı 1719 yılında yapılan Robinson Crusoe adlı romanın da tıpkı El Criticón gibi Hayy bin Yakzan’ın etkisi altında yazıldığı iddia edilmiştir. Bu iddiaların en güçlüsü, yıllarını Hayy bin Yakzan ile ilgili araştırmalara ayırmış ve İngilizce-Arapça karşılaştırmalı Edebiyat çalışmaları yapan Samar Attar’a aittir. Attar bu konuda yazmış olduğu makaleleri bir araya getirdiği kitabında Hayy bin Yakzan’ın Avrupa aydınlanmasındaki katkısını uzun uzun anlatır. Ona göre Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’nun yazımında birden fazla yabancı eserden faydalanmış olması kuvvetle muhtemeldir; bunların ilki, kökeni 9. yüzyıla dayanan ve 18. yüzyıl Avrupası’nda son derece popüler olan Denizci Sinbad öyküsüyken, ikincisi de Hayy bin Yakzan’dır. İlerleyen satırlarda Attar bu iddiasını destekleyecek çok ciddi kanıtlar sunar.[5] Daniel Defoe’nun İbn Tufeyl’in eserinden esinlenip esinlenmediği tartışması bir kenara bırakılırsa bu iki roman arasında yapılan kimi kıyaslamaların ilginç olduğunu da teslim etmemiz gerekir. Örneğin Leo Strauss, Modern ve Orta Çağ dönemleri arasındaki yaklaşımın karakteristik farkını ortaya koymak için bir Orta Çağ eseri olan Hayy bin Yakzan’ı Robinson Crusoe ile karşılaştırır ve şu sonuca varır: “Her iki çalışma da toplumun veya medeniyetin yardımı olmaksızın kişinin kendi doğal yetenekleriyle nelere ulaşabileceği sorusuyla meşgul olur. Orta Çağ insanı mükemmel bir filozof olmayı başarır, modern insan ise teknolojik bir medeniyetin temelini atar.”[6]
Mirandola’dan John Locke, Rousseau ve belki de Spinoza ve Leibniz’a kadar birçok düşünürü etkilemiş olan ıssız adanın filozofu Hayy bin Yakzan hâlâ okuyucuları tarafından keşfedilmeyi bekliyor.
* Doç. Dr., Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
[1] Bertrand Russell. Batı Felsefesi Tarihi. çev. Ahmet Fethi Yıldırım (İstanbul: Alfa Felsefe, 2021), 1:10-11.
[2] Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan (İstanbul: Sosyal Yayınları, 2010), 980a-21.
[3] Avner Ben-Zaken, Hay Bin Yakzan’ı Okumak, Çev. Yavuz Alogan, (İstanbul: İthaki Yayınları, 2017), 11-17, 249-250.
[4] Patric O. Schaerer, “Einleitung”, Der Philosoph als Autodidakt – Hayy ibn Yaqzan Ein philosophischer Insel-Roman (Hamburg: Felix Meiner Verlag, 2004), LXXVII.
[5] Samar Attar, İbn Tufeyl’in Modern Batı Düşüncesi Üzerindeki Etkisi, çev. Ayşenur Alper (İstanbul: Albaraka Yayınları, 2021), 47-70.
[6] Leo Strauss, “How To Study Medieval Philosophy”, Interpretation 23/3 (1996), 330.