DİJİTAL MEKÂNDA YAZI VE TEKNOLOJİ FELSEFESİ
Emre Şan*
Sabah Ülkesi’nin 74. sayısında yayınlanan “Bernard Stiegler, Fenomenoloji ve Antropoloji” başlıklı makale, belli bir tür gramatizasyon olarak yazı sorusuyla sonlanmıştı. Bu makalede insanın bilişsel yetilerini sözlü iletişimden çok daha farklı bir biçimde etkileyen dijital mekândaki yazı meselesini ele almak istiyorum.
Şu hâlde dijital yazı çağında felsefe ve teknoloji arasındaki ilişkiyi nasıl betimleriz? Yukarıda bahsettiğim makalede ileri sürüldüğü gibi, bilgi sadece sistemli ayrımlar ile ilerleyen mantıksal işlemler bütünü olan bir süreç olarak tanımlanamaz. Bilgi aynı zamanda belli pratikleri paylaşan bir topluluğu ve teknik dayanakları varsayar. Teknolojik koşullar öznenin bilmek ve bilgiyi yeniden canlandırmak için temellük etmek zorunda olduğu dışsallıklardır. Bilgi ancak dışsallaşarak varolur, yani iletilir ve içselleştirilir. Bilgilerin yorumlanarak farklılaşması ve tekilleşmesi ancak bu yolla mümkündür. Dolayısıyla farklı yazı dayanakları sadece iletişim şeklimizi değil, iletilen bilgiyi de dönüştürür.
Sinirbilimci Maryanne Wolf’un gösterdiği gibi beyin öğrendiklerimiz tarafından yeniden yapılandırılır. Okuma yazma öğrenme sinaptik bağlantıları derinden etkiler. Okuryazar beyinler hâlihazırda dışsallaşmış yazıyı içselleştirir.[1] Dolayısıyla beyin sadece lojik (mantıksal) süreçler ile değil tekno-lojik süreçler tarafından da şekillendirilir. Şu hâlde, alfabenin kullanılabilmesi için onu içselleştirmem gerekir. Böylece beynin okuma işlevi yazı karşısında otomatikleşir. Fakat dijital yazı ile kurulan ilişkide söz konusu otomatikleşmenin yerini başka süreçler alır. Dijital yazıda beynin otomatik işlevi içsel bir zorunlulukla işlemez. Bilginin içselleşmesi alfabetik yazıdan farklı olarak 21. yüzyılın dikkat ekonomisi içinde makinelere devredilerek otomatikleşir. Söz konusu dikkat ekonomisi içinde gerçekleşen otomatizasyon bilgi edimindeki rasyonel süreçleri kısa devreye uğratarak bilginin içselleştirilmesiyle kurulan bireyselleşmeyi imkânsız kılar. Dikkat öğrenme süreçlerinde zihinsel odaklanma yeteneğidir. Örneğin geometrinin öğrenilmesi zihni geometrik uzayın koşullarına duyarlı bir biçimde biçimlendirmeyi gerektirir. Diğer yandan dikkat, sosyal bir yeti olarak insanın çevresiyle kurduğu ilişkiye ihtimam göstermesini sağlar. Dikkatin bu iki boyutu birbirinden ayrılamaz. Bireyin kişisel ve kolektif hafızayı kullanarak öğrendikleri ile toplumsal yaşamdaki bireysel ve kolektif geleceğe yönelimleri birbirlerine eklemlenir. Dikkat ekonomisi yüzünden bu iki boyutun birliğini kaybeden bilinç, bireyselleşmenin koşulu olan dışsallaşmış bilginin içselleştirilmesi yerine, dijital yazının dinamiklerine adapte olmaya girişir. Bilinç zamanı mekânsallaşarak tüketim nesnesi olmaya elverişli hâle gelir. Politikacıların ve reklamcıların son derece farkında olduğu bu durum felsefenin güncel problemidir.
Öyle ki otomatikleşmiş yazı olarak dijital yazıya tümüyle adapte olmak artık bilgi ile değil enformasyon ile iş görmeye başlamaktır. Dijital çağın enformasyonu tek kullanımlıktır, düşüncenin nesnesi olamaz ve kolektif olarak aktarılamaz. Örneğin kitle iletişim araçlarındaki haber akışının hızı bilginin özümsenmesini değil onun ardına takılıp sürüklenmeyi sağlar. Üzerine düşünülmüş bilgi bir süreç içinde olgunlaşır, oysa enformasyonun “verimliliği” onun zamansallığı üzerinden değil yayılma hacmine göre yani zamanı mekânsallaştırma biçimine göre belirlenir. Böyle bir ortamda, her bilginin kısa ömürlü olduğu ve ne geçmişe ait ne de gelecek için öngörülen bilgilerin gerektiği bir dünyada tarihsellik devre dışı bırakılır. Dolayısıyla enformasyon bireyleri bitimsiz bir “şimdi”ye sıkıştırır, bireyler bebekler gibi sadece “şimdi”de yaşar. Fakat şimdinin tekdüze tekrarı düşünme alanını çoraklaştırır. Şu hâlde kararlar otomatikleşir, amaçlar ve araçlar yer değiştirmeye başlar. Kararların otomatizasyonuna neden olan standartlaşma ve tekbiçimcilik bilişsel bir bozuluşa götürür.
Söz konusu sorun sadece bireysel değil kolektif bir sorundur. Dijital teknoloji bireyleri kendilerinin üretmediği “yapay” sosyal medya modellerine adapte olmaya özendirir. Örneğin dijital çevremizde profillerin çoğalmasını, bolluğunu gördükçe bir profil hâline gelme istediğini kendi kendimiz yerine getiririz. Fakat bu araçsallık ilişkisinde hakkımızda ne bilindiğini bilme hakkına sahip olamayız. Büyük veri ambarları oluşturarak teknoloji rantı elde etmeye çalışan dijital platformlar, algoritmalar yardımıyla bireylerin sosyal ve dijital davranışlarını analiz ederek onları profillere indirger. Zaman akışının teknik olarak geri getirilebilirliği ya da izlenebilirlik Big Data arşivinin bir parçası hâline gelir. Bu bağlamda özellikle izlenebilirlik piyasa ekonomisi için sınırsız bir kaynak oluşturur. Tüketicilerin dikkati dijital platformlarda sınırsızca yakalanır ve yönlendirilir. “Örneğin, Facebook kullanıcılarından topladığı verileri, algoritmaları ile işler ve kullanıcıların bir sonraki tüketim davranışının olasılığını hesaplar. Veri tabanı, algoritmalar, Facebook’un marka değeri gibi faktörler, Facebook’un, kullanıcılarının davranışlarını tahmin ederek elde ettiği reklam gelirlerini, yani teknoloji rantını oluşturur.”[2] Veri simsarları yüzünden teknolojinin giderek dijital platformların tekeline girmesi, bilgi üretimi ve paylaşımı açısından radikal sonuçlar doğurur. Dolayısıyla asıl amaç insanların potansiyel davranışlarını belirlemek ve yönlendirmektir. Bu durum insanların kendileriyle kurdukları zihinsel ilişkiyi manipüle eder, onları belli profillerde düşünmeye ve davranmaya sevk eder. Sosyal davranışlar hesaplanabilir ve öngörülebilir hâle getirilerek otomatikleştirilir. Sonuç olarak, fırsatlar ve risklerin keskin biçimde bireyleştiği, öznelerin dijital ikizlerine indirgenerek davranışlarının modellendiği bir toplum ortaya çıkar. Oysa gerçek bir felsefi, bilimsel, sanatsal toplumsal model, herkesin kolektif bireyleşmede aktif rol alarak kendisini bireyselleştirmesine izin veren bir modeldir. Bu yüzden asıl soru teknolojiye nasıl adapte olacağımız değil onu nasıl kendimizin kılacağımızdır. Ancak bu yolla bilgilerimizi arttırabilir, otonomimizi güçlendirebiliriz. Whitehead’in “aklın işlevi, yaşam sanatını yükseltmektir,”[3] ifadesine yakın bir anlamda belli bir sistemde önceden hesaplanamaz ve öngörülemez dönüşümü başlatacak bir düşünce otonominin kurucusudur.
1.Sokrates’in itirazı ve Dijital Yazı
Dijital teknoloji yeni ve çok güçlü bir bilgi depolama biçimidir. Günümüz teknolojisi hafızayı sürekli yenilenen teknolojik nesnelerde yedekleyerek bilginin korunmasını ve aktarımını kolaylaştırır. Gelgelelim bu yeni bellek biçimi Sokrates’in bir bellek aracı olarak yazı konusunda Sofistler ile girdiği tartışmayı akla getirir. Aslında Sokrates’in hatırlama konusunda sözlü kültürden yazılı kültüre geçişe dair kaygılarının benzerini günümüzde düşünme yetimiz ile ilgili olarak dijital ve görsel bir kültüre geçiş yaşayan bizler da yaşıyoruz. Şu hâlde, Sokrates’in özellikle gençler için bilgi edinmede tekniğin rolü hakkındaki uyarıları kendi çocuklarımız için kaygı duyan bizler için yol gösterici olabilir. Teknik olarak yazı söz konusu olduğunda Sokrates üç kaygıyla hareket eder. Ona göre sözlü ve yazılı kelimeler bilgi ediminde aynı rolü oynamaz. Yazılı dil bilginin içselleştirilmesi ve hafıza kullanımında aklın etkin işlevini azaltır. Canlı konuşmanın diyalojik kuvveti ölü bir söylem olan yazılı dilde yoktur. Tüm bunların sonucu olarak Sofistlerin yazıyı kullanarak retorik yapmaları diyalektiğin önünde bir engel oluşturur. Sokrates’in dediği gibi, bilgi ancak onu kendim için düşünürsem iyidir, böylece kendimi ona şu ya da bu şekilde katkıda bulunacak bir konuma getiririm. Düşünme dışarıdan alabileceğim bir şey değildir, kendi belleğimizden bireysel geçmişimizden itibaren harekete geçer.
Sokrates’in kendisi tek satır yazmamıştır ama Platon sözlü diyalogları yazıya geçirmiştir ve Aristoteles ile birlikte sözlü eğitimden okuma alışkanlığına geçildiğini söyleyebiliriz. Sokrates’in itirazları ve günümüz teknolojileri arasındaki bağlantı öncelikle kısmi öğrenme sorununda hafızanın rolü çerçevesinde ele alınabilir. Şu hâlde bir teknik olarak yazının logosla ilişkisini açıklamak için Platon’un “anamnesis” adını verdiği ve genellikle ruhun ölümsüzlüğü teması altında beden tarafından yaşanmamış bir öğrenmeyi hatırlayan hafıza fikrini ele almak gerekir. Platon’a göre ruh doğmadan önce bedenden ayrı bir varoluşa ve onunla öğrenilmemiş bilgilere sahiptir. Gelgelelim söz konusu mitolojik anlatım tarzı Platon’un asıl sorusunu gölgeler. Platon anımsama teorisi ile hem mitolojiden gelen geleneksel hafıza kullanımına hem de Sofistlerin hafıza araçlarına karşı konum alır. Öğrenme Sofistlerde olduğu gibi bilenin ruhundan bilmeyenin ruhuna edilgin bir aktarım olarak anlaşılamaz. Aslında bağlantılı anımsama olarak anamnesis, hafızada olanın açığa çıkarılması olarak, insanın etkin bilme faaliyetinin imkanları ve bilimsel akıl üzerine bir soruşturmadır.
Örneğin eşit şeyleri gördüğümüzde hatırladığımız mutlak eşitlik fikri böyle bir öğrenmeden ileri gelir.[4] Ruh doğmadan önce sahip olduğu bilgiye dünyaya geldikten sonra doksa içinden epistemeyi görünüşlerden bir örneğe benzeterek yeniden hatırlama ile erişir. Fakat bu yüzeye çıkarma öncelikle çifte değilleme gerektirir çünkü doksa içindeyken unutuşun unutuşu söz konusudur. Diğer bir deyişle epistemeye dair olanı hatırlamak, bir anıyı hatırlamak gibi değil daha ziyade bütünsel bir tecrübe olarak bir tavır değişikliği gibidir. Hatırlayan kişi kendi ortamından çıkar, sembolik çevresine mesafe alır. Bu yüzden insanın kendisi üzerine eğilmesi, ihtimam göstermesi gerekir. Dolayısıyla, anımsamanın asıl özelliği onun logosun düzenli yapısıyla olan ilişkisinde yani bütüncül bakış açısında bulunur. Bellek artık zamanla olan bağlantısında gönderme yapmak zorunda olduğu belirli bir âna bağımlı bir şekilde tanımlanmaz aksine zamanı aşan bir rasyonel düzenle anlaşılır. Aklın düzenleyici faaliyeti düşüncedeki ilkelerle ilgilidir. Canlı diyalog yoluyla bir bilginin başlangıcına geri döndüğümüzde bağlantılı anımsama gerçekleşir. Bu yüzden doğru bilgiyi korumak sadece onu olduğu gibi kayda geçirmek değildir onun felsefi hareketini korumaktır. İşte bu yüzden Platon bir teknik olarak gayri şahsi bir hafıza türü olan arşivleyen belleği, yani yazıyı epistemenin dışında tutar. Yazı tekniği mnemeye (yaşayan ve bilen hafızaya) değil fakat hupomnesise (tekrar-bellemeye, hatırlamaya, arşivlemeye) aittir. Ona göre bir bellek türü olarak yazı felsefi hakikatin örtüsünün açılmasına katkı yapmaz. Yazı, hafızaya katkıda bulunmak bahanesiyle onu daha da unutkan kılar; bilgiyi arttırmak yerine azaltır.
Dolayısıyla, teknik olarak yazı bir farmakondur; hem şifa hem dert hem ilaç hem zehirdir. Fakat buradan Platon’un yazıyı tamamen mahkûm ettiği sonucu çıkarılmamalıdır. Platon yazıyı değil onun toksik yapısını, onun diyalektiğe izin vermeyen kullanımını mahkûm eder. Oysa, kendi içinde toksik olan teknik değildir, asıl sorun onu toplumsal bir biçime, kolektif bireyleşmeye dönüştüremiyor oluşumuzdur. Bu bağlamda, dijital yazı Sokrates’in alfabetik yazı hakkında söylediği gibi bir farmakondur. Makalenin girişinde bahsettiğimiz güncel sorunlar tam da buna işaret eder. Şu hâlde bizim için önemli olan farmakonun zehirli boyutunun indirgenemezliğini göz önüne sermek ve buna karşı bir düşünce biçimi geliştirmektir. Kaldı ki fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl 20. yüzyılın başında benzer bir soruna işaret eder. Husserl’e göre modern bilimin naif nesnelci ve doğalcı varsayımları onun kesin bir bilim olmasını engeller ve onu yaşam dünyasına karşı körleştirir. Husserl bilimin rasyonel kökeni ve onun aklı doğallaştıran hesaplayıcı düşünceye dönüşümü arasında bir gerilim görür. Dolayısıyla bilim de bir tür farmakondur; hem çare hem dert hem ilaç hem zehirdir.
2.Gramatizasyon ve Teknik Bireyleşme
Stiegler’e göre, tekniğin toksik yapısını çözümlemek ve onunla toplumsallaşma biçimlerini ortaya koymak için iki bellek türü olan anamnesis ve hupomnesisi birbirinin karşısına koymak yerine birbirinden ayırmak gerekir. Fransız düşünüre göre, hupomnesis olmadan anamnesis mümkün değildir çünkü yaşayan hafızanın bilgilerini dışsallaştırması, nesneleştirmesi ve akıl yürütmenin tam bir izlenebilirliği için zamansal akışın mekânsallaşması yani gramatizasyon gereklidir. Gramatizasyon, bireylerin birbirini tanımasını ve bilgi paylaşımını sağlayan, yani kolektif bireyleşmeyi sağlayan yapay bir bellek sayesinde gelişen tarihsel bir süreçtir.
Stiegler’in ifadesiyle “dışsallaştırma süreci, yani teknik evrim, bellek tekniklerinin ortaya çıkmasıyla beraber bir gramatizasyon tarihi olarak somutlaşır. Gramatizasyon süreci belleğin teknik tarihidir.”[5] Gramatizasyon sözcük anlamı itibariyle, ses ve işaret akışlarının “gram”lar hâlinde ayrışarak harfleşmesine ve söz konusu ayrışma sayesinde kurulan alfabe sistemine gönderir. Sözlü söylem yazı sayesinde mekânsal olarak sabitlenir. Böylece düşünen varlıkların bilinç akışları, yani zamansal akışları dışsallaşır, alfabede nesneleşir. Devamlılık içeren zamansal bir akış dönüşerek mekânsal ve görsel parçalara bölünür. Başka bir deyişle yazı, söz akışlarını ayrıştırarak kaydetmektedir ve bir teknik olarak yazı kaydedildiğinde, aynı zamanda, akış hâlinde ve zamansal olanın mekânsallaşması sağlanmaktadır. Dolayısıyla gramatizasyon aslında akış hâlinde olan bir bütünü parçalara ayrıştıran analiz yetisinin de başlangıcıdır.
Stiegler’e göre, her ne kadar öncelikle yazı akla gelse de, mağara resimlerinde insanların zihinsel içeriklerinin dışsallaşması gramatizasyonun öncülü sayılabilir. Üst Paleolitik dönemde Homo sapiens sapiens’in hayvan resimleri gibi sembolik göstergelerin mağara duvarlarına yansıtılması bir tür yaratıcılık gerektirir. İnsanın nasıl olup da resmetme fiiliyle kendi çevresini sembolikleştirdiği sorusu bir teknoloji felsefesi sorusudur çünkü piktogramların kökeni sayılabilecek temsiller nesilden nesile teknik bellek aktarımını başlatır. Örneğin Lascaux’un (MÖ 18000) duvarında resmedilen hayvanlar sadece anatomi ile açıklanamaz, orada bir temsil ve anlam sorunu bulunur. Hayvan temsilleri, o bölgede bulunan türlerin sınıflanmasına ve hatta analiz sürecinin başlamasına işaret eder. Paleolitik dönemde Avrupa ve Asya’da benzer resimlerin ortaya çıkması, hatta Neolitik dönemde örneğin Çatalhöyük’teki duvar resimlerinde benzer kompozisyonların kullanılması sembolik göstergelerin gücüne ilişkindir.
Ne var ki gramatizasyonun tam anlamıyla gerçekleşmesi alfabetik yazıyla başlar. Bilimlerin ortaya çıkmasını sağlayan alfabetik yazı muhakemenin, akıl yürütmenin tam olarak izlenebilirliğini sağlar. Yazılı bilimsel kaynakların, örneğin Öklid Geometrisi’ndeki tanımların aksiyomların ve önermelerin tekrar edilebilirliği bilimin ilerlemesini sağlar. Bu bağlamda yazı, örneğin Efes’in ünlü Celsus Kütüphanesi’nin sütunlarındaki Yunanca sözcükler tıpkı geçmişte olduğu gibi bir imlemeye (signification) imkân verebilir. Bugün o sözcükleri geçmişte yaşamış birinin okuduğu gibi okuyabiliriz. Ne var ki kavramların anlamı yorum gerektirir ve her teknik dışsallaştırma bir yorumun konusu olmalıdır. Kaldı ki, Foucault’un ileri sürdüğü gibi yazı, kendilik pratiği yani kişinin kendini yetiştirmesi bağlamında düşünülmelidir.[6] Yazı kendilik kültürü için vazgeçilmezdir.[7]
Diğer yandan, yazı teknikleri, kayıt teknikleri ya da iletişim teknikleri sadece bir mesajı iletmeye yaramaz bizzat düşünme biçimimizi dönüştürür. Dolayısıyla Platon’un aksine yazı araçları düşüncelerimizin ilerlemesine, kuramsal bilgiye katkıda bulunur. Sokrates yazının diyalojik gücünün olmadığını iddia ediyordu ama kendisinden sonra yazının yaygın kullanımı öyle olmadığını gösterdi. Bunu sağlayan öncelikli koşul okuyan kişinin kendisi ve önündeki kâğıt arasındaki ilişkide kâğıdın insanın refleksiyonu için bir tür ekran rolü üstlenmesi, düşüncelerin yansıtılabileceği bir ayna hâline gelmesidir. Böylece okuryazar kişi kendi düşüncelerini nesnelleştirebilir. Düşüncenin ve içsel söylemin dışsallaştırılması yorumlama ve eleştirel analiz imkânları ortaya çıkarır. Sözlü iletişimde bir başkasını dinlerken onun bilinç akışının zamansallığını izlemek zorunda olduğumuz için ortaya konan söylemin başına dönmek, argümanları kontrol etmek için kesintiler yapma imkânına sahip değilizdir. Oysa yazılı yani kayıtlı metinde, izlenebilirlik, tekrar edilebilirlik ve eleştirel analiz imkânı doğar. Sözlü iletişimin gerçek zamanında argümanların uyumunu ve geçerliliğini yakalamanın zorluğu yazılı iletişimde aşılır. Yazılı iletişim sayesinde hem belli bir metnin argümanları arasındaki uyumu hem de başka yazarların argümanları ile okuduğumuz metnin argümanları arasındaki farkları ele alabiliriz. Söz konusu yeni imkân insanın kendi kendine ve içinde bulunduğu sembolik ortama eleştirel bir şekilde yaklaşmasının önünü açar. Eleştirel analiz yeni bir sentez ve yorumlama ile tamamlandığında yeni kuramsal metinler ortaya çıkar.
Öyleyse, Gutenberg’in matbaayı icadı ve yazılı metinlerin kamulaşmasıyla gramatizasyonun ilk aşamasının gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Ardından aydınlanma düşüncesinin ortaya koyduğu başkası tarafından yönlendirilmeden kendi aklını kullanma cesaretini gösterme fikri bununla bağlantılıdır. Yurttaşlar yasaların, toplumsal normların kaydedildiği yazılı metinlerin karşısında eleştirel zihinlerini kullandıklarında, yani kendi akıllarının kamusal kullanımını gerçekleştirdiklerinde aydınlanma gerçekleşir.
Yirminci yüzyılda görsel-işitsel analog kayıt teknolojilerin ortaya çıkışıyla başka bir gramatizasyon biçimi kamusal alanda yayılır. Bunlar melodi, film ya da televizyon programları gibi endüstriyel zamansal nesnelerdir. Endüstriyel zamansal nesneler kendi zamansal akışları tarafından kurulan nesnelerdir. Bir melodi, film, radyo ya da televizyon programı, mekânsal bir nesne olan kitaptan farklı olarak kendi zamansal akışına sahiptir. Bir kitabı bir günde ya da bir haftada okuyabilirim, dolayısıyla onu zamansallaştıran benim bilincimdir. Oysa zamansal nesneler kendi zamansal akışlarına sahip olduğu için bilincimin zamanının onların zamanıyla çakışması gerekir. Bilincimizin zamansal akışı, endüstriyel zamansal nesnelerin akışına uymak zorunda olduğu için onunla çakışır. Zamansal nesne tarafından dikkatimiz öyle emilir ki neredeyse bilinç zamanımızı o nesnede geçiririz.
Gelgelelim, okuryazarlıktan farklı olarak kültür endüstrisi, bir tarafta profesyonel üreticiler diğer tarafta proleterleşmiş tüketicilerin olduğu bir model dayatır. Metinleri okuyabilen birisi potansiyel olarak yazabilirken, endüstriyel zamansal nesnelerin tüketimi bireyleri pasifleştirir çünkü tüketici nasıl yapıldığının bilgisine sahip olmadığı bir zamansal nesneye adapte olmak durumdadır. Nasıl üretildiklerini bilmediğimiz televizyon programları ve imajlar karşısında teknik bilgimiz yetersiz kalır, sembolik bir sefalet durumuna düşeriz.[8] Stiegler’in deyimiyle sembolik sefalet, entelektüel yaşamın ürünleri olan kavram, fikir, teorem ve bilgilerin ve duyulur yaşamın ürünleri olan sanatların ve beceri bilgilerinin üretim sürecinin dışında kalmaya işaret eder. Sembol üretimine katılmamak, yaşam bilgisini ve kuramsal bilgiyi kaybetmek bireyleşme imkanlarımızı kapatır. Kitle iletişim araçları yoluyla yaşamın merkezine yerleşen pazarlama ve reklam biçimleri bireylerin ilgi ve dikkatlerini yakalayan ve davranışları standartlaştıran yaşam biçimleri sunarlar. Şu hâlde, psişik bireylerin kendilerini bireyleştirdikleri yaşama bilgilerini kültür endüstrisine devretmeleri, bilincin zamanının bir tüketim nesnesine dönüşmesi, bireylerin kendilerine özgü tekil varoluş biçimleri icat etme imkânlarını kısıtlar. Bireylerin yaşam bilgileri, yaşam sanatları topluma giydirilen tüketici davranışlarına dönüşür. Bunun önde gelen sebeplerinden birisi tekil varoluş biçimlerinin birey-ötesileşme ile keşfedileceği eğitim kurumlarının güncel durumudur. Eğitim kurumlarının programları endüstrinin programlarının sundukları düşünme ve davranış biçimleriyle yarışamaz hâle gelmiştir. Endüstrinin toplumsallaşma kriterleri marketing ve piyasa toplumu ile belirlenir. Bu birey-ötesileşmenin yıkımıdır.
Dijital teknolojilerin gelişimi ve Web’in yayılımı bu iki kutuplu ilişkiyi kırdığı için daha önce görülmemiş kamusal alanlar açar. Wikipedia örneğinde olduğu gibi kullanıcıların doğrudan aktif katılımcı olabildiği yeni kamusal platformlar sembolik üretimin çeşitlendiği yeni bir düzen vaat eder. Dijital gramatizasyon, özellikle eğitim ve araştırma alanlarında eleştirel analizin ve yorumlamanın önünü açar. Dijital yazı, imaj, ses ve video üretiminin ve editörlüğünün kamusallaşması geçmişteki teknik sistemlerden kopuşu ve toplumsal sistemlerin dönüşümünü hazırlar.
Fakat Gutenberg’in oluşturduğu galaksiden dijital yazı galaksisine geçiş yeni sorunları beraberinde getirir. Dijital teknolojik dayanaklar her zaman yukarıda bahsettiğimiz eleştirel analiz ve yorumlama faaliyetine kapı aralamaz aksine bireylerin aynı enformasyon akışına kapıldığı bir tür hiper-senkronizasyon dayatır. Teknolojinin günümüzde belleği, dili, zekayı ve algıyı birer işlev olarak bütünleştirmesi yeni bir fenomendir. Bu entegrasyon, öncelikle insanın tüm bu yetilerinin, yeteneklerinin, bilgilerinin ve kararlarının otomatikleşmesinde kendini gösterir. Bunun yanında fizik, kimya, elektrik, elektronik ve enformasyon tekniklerinin bütünleşmesi tekniğin dışsallaşma sürecini iyice belirgin kılmıştır. Öyle ki, bu bütünleşme sonucunda enformasyonun ve onunla kurulan kolektif belleğin endüstriyel üretimi ortaya çıkar. Otomatikleşme ve teknolojik standartlaşmanın arkasında hesaplama mantığı bulunur.
Sonuç olarak içinde bulunduğumuz çağı sayısal bir episteme evresi olarak yorumlayabiliriz. Dijital çağda sayısallık bilginin aracı değil onun imkân şartı gibi işler. Her tür bilgi, beceri bilgisi, teknik bilgi, yaşam bilgisi, pratik bilgi, kuramsal bilgi sayısallık tarafından tümüyle dönüştürülmüştür. Anlama yetisinin uzantıları olan makinelerin aşırı hızı karşısında aklın karar verme ve sınır koyma işlevi zayıf kalır. İnsanın tersine makinalar hesaplama yapmaktan yorulmaz. Bu orantısızlık yüzünden teknik bir sistem karşısında karar verme sürecini başlatmadan söz konusu sistem bizim üzerimizde etkide bulunur. Şu hâlde müzakere ve yorumlama süreçlerinin yerini otomatik karar verme araçları alır. Kuramsal bilginin proleterleşmesi, düşünmenin ve idrakın gerektirdiği zamanın, dijital teknolojilerin aşırı hızı karşısında vasıfsızlaşmasıyla ilgilidir. Söz konusu hiper-endüstriyel çağda, hesaplama ve ölçümün yaşamın her alanına yayılmasıyla tüketici de artık neyi nasıl yapacağını bilmeyen “kullanıcıya” dönüşür. Stiegler’e göre bu durum bilişsel olanın hesaplanabilir olana indirgenmesi, ratio’nun akıldan yoksun bir ölçü biçimine dönüşmesidir. Oysa aklın faaliyetinin, hesaplanamaz bir şey ortaya koyarak, bireyleşme süreci oluşturması beklenir.
* Doç. Dr., İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Felsefe bölümü.
[1] M. Wolf, Proust ve Mürekkepbalığı: Okuyan Beynin Bilimi ve Hikayesi, Koç Üniversitesi Yayınları, 2017, s. 15.
[2] A. Alemdar, “Platform Kapitalizminde Tekelleşme ve Teknoloji”, Evrensel, 10 Ocak 2022.
[3] A. Whitehead, Aklın İşlevi, çev. K. Çelik, Ankara, Fol, 2019, s. 31.
[4] Platon, Phaidon, çev. F. Akderin, İstanbul, Say, 2017, s. 67 (74b).
[5] B. Stiegler, Politik Ekonominin Yeni Bir Eleştirisi İçin, çev. E. Koytak, İstanbul, Monokl, 2012, s. 45.
[6] M. Foucault için not tutma şuna gönderir: “… okumakla, dinlemekle ya da öğretimle iletilen parça parça bir logosun hatırlanmasını kendilikle olabildiğince uygun ve eksiksiz bir ilişki kurmanın aracı yapmak” (M. Foucault, Özne ve İktidar, çev. I. Ergüden ve O. Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 2014, s. 213.
[7] M. Foucault, fr. çev. M. Erşen, Eleştiri Nedir? Kendilik Kültürü, Ayrıntı, İstanbul, 2020, s. 90.
[8] B. Stiegler, De la misère symbolique: Tome 1. L’époque hyperindustrielle, Paris, Galilée, 2004, s. 25.