İNSANLIĞA KARŞI

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sam Dubal*

     

    Bir nesilden fazla bir süre boyunca, insan hakları fikri liberal Batı’nın rehber yıldızı vasfıyla hizmet etmiştir. Dünyanın her yerinden gaddarlıklarla ve adaletsizliklerle mücadele eden en seçkin ve güçlü Batılı kurumlar ve bireylerden bazıları sığınmacıların, göçmenlerin ve zulme uğramışların insan haklarını gündeme getirerek tepki vermiştir. Perde arkasındaki fikrin gücü de müştereklerimizden ileri gelir; yani tüm insanlar tıpkı bizim gibi insandır, bu da onlara bizim itibar edip korumamız gereken bazı haklar verir. Çağımızın bu idealinde insanlık, empatiye ve kibarlığa çağrıdan daha fazlasıdır, savunmasızları ve ezilmişleri korumaya mecbur bırakan felsefi bir temeldir.

     

    Ben bir antropoloğum; Kuzey Uganda’da Rabbin Direniş Ordusu (RDO) içindeki sabık savaşçılarla bir yıl boyunca çalıştım. Edindiğim tecrübe, felsefi bir fikir olarak insanlık hakkında çok düşünmeye itti beni. RDO, insanlığı çoğu zaman sorgulanan ve bazen inkâr edilen bir gruptur. 1986’dan beri ruhani bir isyan mücadelesi veren asi grup öyle savaş yöntemleri kullanıyor ki dışardan bakıldığında pek tabii vahşi, korkunç ve insanlık menzilinin dışında görünüyor, çünkü genç oğlanları zorla askere alıyor, genç kızları “seks kölesi” yapıyor, hükümetle iş birliği yapanları ve itaatsiz askerleri ya doğruyor ya da ölümüne dövüyor ve üyeleri yabanda yıllar boyunca hayvan gibi yaşıyor.

     

    Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), RDO liderlerini en ağır suçla yani insanlığa karşı suçlarla itham etti. Sekiz yıl önce Amerikalı sivil toplum örgütü Invisible Children [Görünmez Çocuklar], “Kony 2012” adlı toplumsal aktivizm kampanyasıyla RDO’yu internet üzerinden hedef almış ve bu kampanya birçok kesimin dikkatini çekmişti. Kony 2012, RDO’nun komutasındaki Açolili medyum Joseph Kony’nin ABD destekli bir askerî harekatla yakalanması için kamuoyundan destek istedi. 1980’lerin sonunda ruhlar Kony’yi önce çarpmış, sonra ona vaaz vermeyi ve iyileştirmeyi öğretmiş, sonunda da asi bir ordu kurması talimatını vermişlerdi. Bu ruhlar RDO’nun bütün eylemlerinde rehberlik yaptı; adam kaçırma, sakat bırakma, sivillerin öldürülmesi ve diğer şiddet biçimleri de buna dahildi. Invisible Children posterlerinden biri Kony’yi Usame Bin Ladin ve Hitler ile birlikte resmetti. Kampanya videosu viral oldu, o zamanlar YouTube’da bir günde en çok izlenen video rekorunu kırdı, 30 milyondan fazla izlendi. Invisible Children ABD’nin RDO’ya karşı askerî müdahalede bulunması için çok uğraştı ama ABD 2017’de askerî desteğini geri çekti, üstelik Kony de ele geçirilmemişti.

     

    RDO’nun insanlıktan ihraç edilmesinin farklı sebepleri var. Öncelikle, insanlık dışı şiddet eylemleri icra ettikleri düşünülür, düşmanlarını öldürmüş ya da sakat bırakmışlardır; “rasyonel” ya da temiz bir siyasi ajandaya sahiplermiş gibi görülmez; hayvana dönüştükleri sanılır çünkü yabanda yaşamış ve faaliyet göstermişlerdir. “Seks köleliği” insanlığa karşı işlenmiş en dokunaklı suçlardan biri olarak tasavvur edilir. Esasında, alıkonmuş kızların henüz reşit olmadan istemedikleri hâlde RDO üyeleriyle evlenmeleri âdettendi. Arkadaşım Amito da onlardan biriydi.

     

    RDO, Amito’yu 11 yaşındayken kaçırdı. Amito RDO yöneticilerinden birinin karısı yapıldı, ilk çocuğunu 14 yaşındayken doğurdu. Başlangıçta Amito kocası Onen ile kalmak istemedi -bu arada Onen’in beş karısı daha var. Fakat yıllar içinde ilişkileri geliştikçe kocasının onu ne kadar çok sevdiğini ve ona nasıl özen gösterdiğini gördü. Amito savaşın ortasında kaybolduğunda Onen günlerce onu aradı ve nihayet buldu. Çağlayarak akan bir nehirden geçmeye çalışırken onu boğulmaktan kurtardı. Savaşta aldığı yaraları nazikçe iyileştirdi. Belli ki eşleri arasında en çok onu gözetiyordu.

     

    Onen ile altı yıl yaşadıktan sonra Amito bir gün hiç beklemediği bir anda bir çatışma esnasında Uganda ordusu tarafından kurtarıldı ve eve döndü. Onen’den ayrılmayı hiç istemese de RDO’nun elinden kurtulmayı için için arzulamıştı. Sınır boylarındaki yaşam ona zor gelmişti. Fakat eski yaşamına geri dönmek istediğini Onen’e nasıl söyleyeceğinden emin değildi, çünkü Onen’in onu ne kadar çok sevdiğini biliyordu.

     

    Büyük bir Açoli kasabası olan Gulu’ya geri döndükten sonra Amito annesiyle birlikte yaşamaya başladı ve Onen’in bir gün geri dönmesini beklemeye karar verdi. Arkadaşları ve komşuları çıldırdığını düşünmüşlerdi: Hukuki manada onu kaçıran, istismar eden ve lekeleyen biriyle birlikte olmayı nasıl aklından geçirirdi? Danıştığı kişiler Onen’in ölmesi için dua etmesi gerektiğini tavsiye etmişlerdi. Amito ise annesiyle birlikte çocuğunun babası Onen’in sağ salim dönmesi için dua ediyordu. Onen’in ailesiyle bağlantı kurdular, ara sıra da sınır boyunda bulunan Onen’in kendisiyle iletişime geçtiler. Demek ki Onen bir gün döner ise birlikte yaşayacaklardı.

     

    Buradaki “ise” ifadesi önemliydi, Amito’nun dönüşünden yaklaşık on yıl sonra bile Onen sınır boylarındaydı. Amito, onun dönmesini arzuluyordu, ama daha fazla çocuk yapmak istedi ve ailesine bakmak için yardım talep etti. Tekrar evlenmeye karar verdi, zor bir evliliğin sonunda maalesef boşandı. Amito ikinci kez evlendiği için pişmandı; Onen’in daha olgun ve müşfik bir insan olduğunu düşünen annesi ise Amito’nun tekrar evlenme kararından memnun değildi. Yıllar geçtikçe ve RDO bir güç olarak iyice köşeye sıkışınca Amito Onen’in döneceğinden umudu kesmeyi başlamıştı.

     

    Uluslararası Ceza Mahkemesi RDO içindeki zorla evliliği insanlığa karşı suç teşkil eden insanlık dışı bir eylem olarak nitelemişti. Amito ve Onen’in evliliği “insanlığa karşı suç” olsa da kendileri ve aileleri öyle düşünmüyordu. Gerçi ilişkileri şiddet içinde şekillenmişti, özellikle de aşk evliliklerine karşı modern hassasiyetlerimizi alt üst eden bir şiddet içinde. Fakat bu, onların evliliklerinin kendi içinde anlamsız olduğu ve şiddet içerdiği manasına gelmiyordu; buna göre Amito da cinsel suçun pasif bir kurbanı olmayacaktı. Onların ilişkisini “insanlığa karşı suç” diye kınamak onların tecrübesi hakkında dikkatli düşünmeme anlamına gelir; beklentileri ihlal etmesi, daha önce görülmemiş olması, evrensellikten pay almaması ve evliliklerin sadece birbirine âşık olan ve rızasını belirten iki birey arasında olması gerektiği de bu dikkatli düşünmemeye bahane değildir.

     

    Zorla evlilik, bazılarına göre, insan topluluğuna mensubiyet kaidelerini RDO’nun ihlal etme biçimlerinin sadece başlangıcıydı. Açoli halkının nazarında RDO’nun insanlığı şüpheliydi, çünkü orduları on yıllar boyunca “yaban”da (lum) yaşamış ve icraat göstermişti. Günümüzde Açoli halkı için lum, “ev”e (gang) nispetle, hayvanların, ruhların ve delilerin vahşi alanıdır, insanların değil. Sıradan halktan insanlar yabana gidip yakacak odun toplasa da veya vahşi hayvan avlasa da burayı insan yaşamına uygun bir yer gibi görmezler. Halka göre RDO açlıkla savaşıyor, yabani kökler topluyor ve tabir yerindeyse kendisini yaban yaşamda kirletiyor. RDO yabandan çıkıp saldırılar gerçekleştirdiğinde halk bunların yaptıklarını aslan veya fillerin yaptıklarına benzetiyor, tehlikeli vahşi hayvanlar yıkım ve şiddetle öç alıyor diye düşünüyorlar.

     

    Asiler ise yabanı bir yaşam, saflık ve gelişim yeri olarak tecrübe ediyorlar. Yabandaki karargâhlarında halk tarafındakinden farklı olmayan “normal” bir yaşam sürüyorlar, her günkü faaliyetlerinin yanında yemek yapıyorlar ve yıkanıyorlar. Birçok asi yabanı seviyor, onlara göre burası müşfik ilişkilerin, topluluk olmanın ve çok kıymetli talimlerin yeri. Hatta onların nazarında kutsal bir yer. Asiler kutsal alanlar inşa ediyorlar, kutsal ruhlar aracılığıyla buradan doğa üstü güçler devşiriyorlar ve böylece insanları iyileştirip mucizeler gösteriyorlar. Açoli köyleri ve semtlerindeki toplumsal yaşamın sarhoşluk, fuhuş ve tembellikle dolu olduğunu düşünüyorlar. Yabanda alkolden uzak duruyorlar, fuhşa karşı katı kuralları var, çok çalışıyorlar, kıyasıya mücadele ediyorlar ve gür bitki örtüsünde bile kısa zamanda büyük mesafeler kat edebiliyorlar. “Goril mücadelesi” dedikleri şeyi icra ediyorlar, ilkel yoldaşları gibi örgütlü askerî birlikler hâlinde mücadele ediyorlar. Küçük bir asi grubun hareketlerini tasvir eden “gerilla mücadelesi”nden mülhem “goril mücadelesi”, isyancıların peşine düştüğü korkmuş hayvanlara özgü sıra dışı bir mücadele tarzıdır. Halkın nazarında asiler insanlıklarını kaybetmiş ve sırf hayvan olmuşlardır, ama esasında insanlıklarını aşmışlar ve insan ötesi yöntemlerle savaşarak hilebaz, öfkeli ve saygın gorillere dönüşmüşlerdir.

     

    Genelde yakalanma ya da firar yollarıyla birçok asi sınır boylarından sivil yaşama geri dönmüştür. Asilerin geri dönüş sürecine tanık olan siviller ve rehabilitasyon örgütleri hem onlardan korkuyor hem de onlara acıyordu, onları ayrıca sıkı bir soruşturmaya da tabi tutuyordu. Asilerin korkunç şiddet eylemleri işlediği düşünülüyordu, fakat çocukken kaçırılmışlarsa kendileri de bizzat kurban olabilirlerdi. Sivillere göre yeniden entegrasyon süreci “hayvan zihniyetine” sahip asileri “insana” dönüştürmeyi içerecekti. Eski asileri ıslah etmekten bahsediyorlardı, onları bir “terbiye” sürecinden geçirecekler ve yabandaki eski yaşam tarzlarını geride bırakmayı öğreteceklerdi. Diğer davranışların yanında özellikle hijyen ve toplumsallığı öğreneceklerdi, bu sürecin adını da “[asilerin] kafalarını onarmak” koymuşlardı. Sivil topluma bu yeniden entegrasyon sürecinin en bariz amacı da gaddarlaşmış, sarsıntıya uğramış ve akli melekelerini yitirmiş vahşi asi hayvanların talimden geçerek, disiplin ya da tavsiye verilerek tekrar insan olmalarını sağlamaktı.

     

    Asiler ise yabanda yaşadıklarını ve RDO üyesi olarak tecrübelerini farklı tasavvur ediyorlardı. Evet, palalarla insan öldürmüşler ve sopalarla insanları ölümüne dövmüşlerdi; fakat devlet ordularının kullandığı silahlar ya da dronlar gibi daha “insani” görünen öldürme teknolojilerine erişimleri ya da başvuru hakları her zaman yoktu. Evet, kaçırılmış ve iradelerinin dışında savaşmaya zorlanmışlardı fakat asi davalarının ruhani ve siyasi boyutlarını bazen sempatik bulmuşlardı. Yabandan zorla çıkarılıp Kuzey Uganda’nın köy ve kasabalarındaki evlerine döndükleri için çoğu pişmandı, çünkü burada alkoliklik, işsizlik ve ihanet kol geziyordu. Evet, yabanda bazen on yıllarca yaşamış ve kendilerini “goril mücadelesine” katılmış goriller olarak görmeye başlamışlardı, fakat kendini hayvanla bir tutmak itibarını yitirmek değil, daha ziyade daha yüce bir güç ve vahşet statüsüne bir tür yükseliş anlamına geliyordu.

     

    Yeniden entegrasyon süreci birçoğunun kafasını karıştırmıştı. Ordu onlar için yakın dostlukların ve aile bağlarının kurulduğu anlamlı ve faal bir yaşam anlamına geliyordu. Yabandaki diğer insanları kardeşleri olarak görüyorlardı, sanki damarlarından aynı kan akıyormuş gibi bir birlik ve dayanışma ruhu paylaşıyorlardı. Bazılarının dediğine göre yabandaki ilişkileri, orduyu terk ettikten sonra sivil yaşamda kurdukları ilişkilerden daha kuvvetli ve destekleyiciydi. Siviller onlara niçin insan olmaları için eğitilmesi gereken vahşi ve murdar hayvanlar gibi davranıyorlardı?

     

    Birçok eski asi bu duruma tepki gösterdi. “Biz de insan evladıyız,” diye bayrak açtılar. Vahşi katil ya da travmatik mağdur muamelesi görmek istemediler. Ama bence insanlık iddiaları muğlaktı. Kendilerini goril addeden onlar değil miydi? Kutsal ruhların koruduğu yüce ve insan üstü kutsal alandan gelmiyorlar mıydı? Onların insanlık iddialarının amacı farklı bir dışlanmışlar topluluğu muamelesi görmemekti. Ancak insanlık onların tecrübelerinin, inançlarının ve varoluş biçimlerinin hakkını verememişti, çünkü bunlar çoğu zaman insani âlemi aşıp ilahi ve hayvani âlemlere dahil oluyordu.

     

    RDO gazilerinin çabaları, gelişen ideallerle ve “insanlık” kavramının kullanımıyla alakalı iki sorunu ortaya çıkarır. Öncelikle, Batılı insan hakları aktivizminin ve yasalarının “insanlığı” belirli bir toplumsal muhayyilenin ahlaki inşasıdır. Evrensellik iddia ederken kendine özgü bir insanlık sunar, neyin iyi neyin kötü sayılacağını vazeder. İnsani olanı insani olmayandan veya insanlık dışından toplumsal açıdan ayrıştıran tecrübe ve inancın katı ahlaki sınırları vardır. Öldürmenin, sevmenin ve savaşmanın insani ve insanlık dışı yolları var. İnsani askerler bir savaşta düşmanlarını silahlarla öldürürler, barbarlar ise kurbanlarını ölene kadar döver ya da doğrarlar. Kendi yaşlarında bir adama kendi iradesiyle âşık olan bir kadına nispetle kendinden çok yaşlı bir adamla evliliğe zorlanan bir ergen kız var. Halkını azat etmek için mücadele veren bir özgürlük savaşçısının karşısında serkeş şiddete başvuran bir terörist var. Çağdaş insanlık fikri bu ayrımları sürdüren sorgulanmaz bir ahlaki barometre hâline gelme riski taşıyor; iyiyi kötüden ayırıyor, sanki kendi başına tamamen iyi olan bir insanlık varmış gibi.

     

    Bir diğer sorun da gelişen Batılı “insanlık” idealinden kaynaklanıyor. Ortak bir durum ve hatta bir aynılık vazediyor  -“hepimiz insanız”- ve farklılıkların hepsini kasten tek-tipleştiriyor. Herkesin ortaklaştığı evrensel bir durum vazediyor, ama biz bunun tehlikeli olduğunu düşünüyoruz. Kültür teorisyeni Sylvia Wynter ve diğerlerinin belirttiği üzere bu insanlık ideali özellikle Batılı bir idealdir, tarihteki köklerinde de Avrupalının göklere çıkarılması ve Avrupalı olmayan diğerlerinin de yerin dibine sokulması vardır.

     

    Daha da önemlisi, tek ortak durum vazettiğinizde, “insanlık” Başkalığın Kendi vizyonundan anlaşılmasını gerektirir. Bir başka deyişle, Başkasını tanımak onu bir ortaklık mekanizmasına (“insanlık”) tabi tutmayı gerektirir; bu mekanizma da bir farklılık ortaya koymak için Başkasını bir zamanlar Kendiymiş gibi anlamak zorunda kalır. Başkasının hakiki Başkalığı aracı bir bağlantı vizyonuyla değersizleştirilir. Ortaklık açısından düşünmeyi vurgulamak ya da amaçlamak bazı avantajlar sunar, yani Başkasının görünürde vazedebileceği herhangi bir tehlikeyi yatıştırır, fakat kökten farklılıkları tanıma ve onurlandırma sorununu gidermede yardımcı olmaz. Ne yazık ki insanlık ideali yapay bir yol silindiri hâline geliyor, yaşam ve varlık çeşitliliğini dümdüz ediyor. İnsanların daha fazla aynı görünmesini sağlamak insan hakları gibi temel hakları teşvik etmede yardımcı olabilir ancak anlamlı deneyim çeşitliliğini yanlış temsil eder.

     

    O hâlde, insanlıktan azledildiği düşünülen bu kişilerle iştigal ederken modern ideoloji, düşünce ve ahlak çerçevesinde sınırları dikkatlice çizilmiş müşterek bir gruba mensubiyetlerini yeniden tesis etmeye çalışmak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Batılı aktivistler uzaktaki başkalarının insanlığını savunurken istemeden de olsa alttan alta bir şiddet uyguluyorlar. Başkasının da “insan” olduğunu iddia etmek, insanlığı tesis eden şeyler hakkında dile getirilmemiş fakat sorunlu modern varsayımları usulca somutlaştırır. Farklılığa saygı duyarak ve itibar ederek bu sarmaldan çıkarız. Kendilerini gorillerle özdeşleştiren insanların “aynı zamanda” insan olmadıklarını, insandan “fazlası” olduklarını kabul edebiliriz, özellikle de “insan” denen şeyin doğal değil toplumsal bir ideal olduğunu anladığımızda. İşte bu, farklılığı reddetmeden, aksine onurlandırarak denkliği takip etmenin bir yoludur; endişe ya da acıma duymadan, bir imkân hissiyle farklılığa yaklaşmanın bir yöntemidir.

     

    Irkçılık ve sömürgecilik mirası, yabanda yaşayan vahşi bir Afrikalı gruba hayvanlık atfetmeye devam etmemiz ve vahşiliklerine direnmenin bir yolu olarak insanlıklarını onlara geri kazandırmaya çalışmamız için bizi zorluyor. Fakat RDO asilerine insanlıklarını “geri kazandırmak” onların insanlığı aştığı yöntemleri inkâr etmek demektir, zira onlar vahşi yırtıcıların korkulu özelliklerini benimserken kutsal ruhların doğa üstü güçleriyle yaşayabiliyorlar. Goriller gibi azılı ve saygın hayvan askerler onlar; düşman askerlerin saldırılarından korunmak için zeki maymunların becerikli taktiklerini kullanabiliyorlar. Alkolden, fuhuştan ve diğer toplumsal hastalıklardan azade erdemli bir yaşam sürüp kutsal savaşçılar olarak Rabbin iradesini temsil ediyorlar. Burada ihtiyatlı bir şekilde sivillerle hemfikir olup asilerin artık insan olmadığını söyleyebiliriz, fakat bunun sebebi sivillerin düşündüğü gibi kutsal insanlık durumundan çıkıp düşük bir hayvanlık seviyesine rücu etmeleri değil. Daha ziyade, insanlığı aştıkları ve sıra dışı hayvani ve ilahi varlık biçimlerine ulaştıkları için. Onların insanlıkları kurtarılmaya muhtaç değil; onlar bu sınırlayıcı durumu yani insanlığı anlamlı biçimde aşmışlardır.

     

    Rabbin Direniş Ordusu vakasından çıkarmamız gereken dersler var. Latin kökenli çocukların sınır boylarında yeterli alan, gıda ve sağlık hizmeti verilmeden tutsak edilmesini insanlık dışı addedip kınadığımızda veya onların insanlığını savunmaya kalktığımızda insanlığın neye itibar ettiğinin yanında neyi sildiğini veya kararttığını da hatırlayalım. Yani ilk bakışta neden bizim değil de onların orada olduğunu hatırlayalım. Anti demokratik ABD dış politikasının Orta Amerika politik ekonomisine yüz yıldan fazla bir süre boyunca yaptığı müdahaleleri düşünün! Eğer insanlık gerçekten uygun bir ahlak barometresi olsaydı, “insani” muamele dediğimizde banyo ve yiyecek imkânları değil, geniş ölçekli onarıcı adalet aklımıza gelirdi.

     

    Çocukların kafeslerde zapt edildiği şartları insanlık dışı olarak kınadığımızda onlara hırpalanmış hayvanlar gibi davranan bir düşünce biçimini tekrarlamış olmuyor muyuz -burada “insani” olmak kendi sidikleri içinde oturmalarına ya da bitlenmelerine izin vermemek anlamına mı gelir? Göçmenlere insanca davranılmasını istemek eşit muamelenin; örneğin, diş macunu, bebek bezi, tıbbi bakım gibi çok temel bazı formlarını talep etmek anlamına gelir. Zorunlu olsa da bunlar iyiliğe ulaşmak istediğimizde nadiren yeterlidir; iyilik derken de kastımız, onların göçmen olmasına sebep olmuş şiddetli koşulları bunca yıl boyunca yaratan emperyalist, ırkçı ve kapitalist sömürü düzeninin ardından gereken adalet türleridir.

     

    Bunun yanında, kafeslerdeki Latin çocukları beyaz, orta sınıf Amerikalı akranlarıyla pozitif açıdan denkleştirmek ya da karşılaştırmak için insanlığı kullanırken de dikkat etmeliyiz. Bu kafeslenmiş çocuklar aynı zamanda insan değildir; onlar sıra dışı varlıklar, üst insanlardır, kapitalizmin çirkin çeperlerinden ve onları bu hâle getiren (ve çoğunu da öldüren) düzenden kaçmak için birçok bölgede korkunç tehlikeli yolculuklar yapmış kişilerdir. Ne kadar müştereğe sahip olursak olalım, eşit olmayan yapısal güçler hem kökten farklı hem de ölçülemeyen varoluş biçimleri dahilinde onları şekillendirmiştir. Onlara saygı duymalı ve itibar etmeliyiz, temel insanlığın aldatıcı maddi tuzaklarına kapılıp onları aynı seviyeye getirmeye çalışmamalıyız. Bir kalıp sabun ya da bir grip aşısı onlara adalet sağlamayacağı gibi, global imparatorluğun bağrında yaşamış zengin yaşıtlarıyla temelde aynı olduklarını iddia etmek de herhangi bir adalet sunmayacaktır.

     

    İnsanlığın soyut evrenselliği çok farklı koşullardaki insanlarla bağlantı kurmamıza yardımcı olmayı amaçlar, fakat onlar adına düşünme gibi yanlış bir izlenime kapılmamıza da neden olur. Bunun yanında, insanlık evrensel adaletin sunduğu iyiliklere ulaştığını iddia ederken aslında bu iddialar adalet hususundaki belirli Batılı fikirlerce şekillendirilir, bu fikirler de tarihte Batılı olmayan başkalarını özgürleştirmekten ziyade baskılamıştır. Belki de insanlığı özgürleşmenin ve kurtuluşun simgesi olmaktan çıkarmanın vakti gelmiştir; belki de bunun yerine genelde insanlık namına talep ettiğimiz şeylere odaklanmalıyız: Yani sömürgeciliğin, ırkçılığın, emperyalizmin ve kapitalizmin geçmiş ve şimdiki yapılarının bir kalıba koyup derinlemesine marjinalleştirdiği kişiler için adalet ve tanınmaya dikkatimizi vermeliyiz.

     

    *(2020’de Amerika’da Rainer Dağı’nda kaybolan antropolog, Washington Üniversitesi Antropoloji bölümünde çalışmaktaydı).