İNSAN ÖLDÜ ONU BİZ ÖLDÜRDÜK!
Vahdet İşsevenler
Bugünün sorusu şudur: Yapay zekâ insanlığa sığar mı? Son haftalarda, özellikle de ChatGPT’nin dördüncü versiyonunun yayınlanmasıyla, yapay zekânın yapabildikleri küresel gündemi meşgul eden konular arasında ağırlıklı bir yer teşkil etmeye başladı. Bu maalesef politik bir meşguliyet değil. Yapay zekâ neleri yapabiliyor, onu nasıl kullanırım? Bu soru birçok farklı meslek mensubunun gündemi oldu. Bu kişiler hem bu haberi takipçileriyle paylaşmanın hem de bu yeteneği erken kazananlardan olmanın getirisini elde etme noktasında birbirleriyle yarışırken, programları kullanmak suretiyle aslında gönüllü olarak programların geliştirilmesine de katkı sunmaktalar. Bu olgu, yani kullanımın kitleselleşmesi, yapay zekâya yönelik politik tartışmaların yokluğu kadar önem arz ediyor; zira bir yandan böyle bir tartışmanın yapılabilmesi için gerekli kışkırtmayı temin ediyor, öte yandan bu tartışmanın anlamlı bir sonuca ulaşması için gereken süreyi kısaltıyor. Bu yazıya başlamamdan bir süre sonra, içlerinde Musk gibi yatırımcıların, Harari gibi kanaat oluşturucu akademisyenlerin yer aldığı bir grup, çalışmaların hiç değilse altı aylığına durdurulmasını talep eden bir bildiri yayınladı. Bu bildiri, politik aksiyon noktasında dikkat çeken nadir etkileşimlerden olmasının yanı sıra altı ay gibi kısa bir süre talep etmesi bakımından da dikkat çekicidir. Vakit tamam olduğunda bu konuyu tartışmamızın bir anlamı kalmayacak gibi gözüküyor çünkü sorunumuz tam olarak politika potansiyelimizin icat ettiğimiz bir araç tarafından elimizden alınması. İşin doğrusu birçok kimsenin bunu sorun edeceğini sanmıyorum. Bundan çok daha fazla sayıda kimsenin ise söz konusu kapasitenin yitimini bu aracın nimetlerinden faydalanmak için ödemekten çekinmeyeceği bir bedel olarak değerlendireceğini tahmin ediyorum. Fakat tüm felaketler gibi ümit veren parıltılar da insan eseri. O hâlde bir işaret fişeği yakmak için geri durmanın manası yok.
İnsanlık dediğimizde hem türümüzün hikâyesini hem de bu hikâyeyi anlatılmaya değer kılan bir erdemi kast ederiz. Bir hikâye anlatmayı mümkün kılan soyut ifadelerdir. Bunlar olmadan geçmişten ve gelecekten bahsedemeyiz. Kronoloji burada, şimdi olmayan şeylerden bahsedebilmekle mümkündür. Tek başına kronoloji de bir hikâye için yeterli değildir; anlamlı, mümkünse mesajı olan bir dizge ortaya çıkmalıdır. Anlamı da temin eden yine erdemlerin de içinde yer aldığı soyut ifadeler, tümellerdir. Bu erdemler amaçlardır; iyi yaşam gibi. Ne var ki; iyi gibi, insanlık gibi erdemlerin nesnel geçerliliği olmayan adlar olduğunu savunan kanaat bunları da birer araca indirger. Bu adlara uzlaşımsal içerikler vermek suretiyle toplu hâlde yaşamak mümkün olur. İnsan için de toplu hâlde yaşamak dışında hayatta kalmanın yolu yoktur. Sadece devlet gibi adalet gibi normatif kurumlar değil; sapan gibi, çekiç gibi araçlar da insanın doğayla olan mücadelesinde fark yaratır. Bu yönüyle insanlık kendine özel bir ad bulur: Homo Faber! Ve insanlık ister bile isteye olsun isterse bu onun makus talihi olsun, çok uzun zamandır neredeyse tüm yatırımını araçlara yapmaktadır. Ya da şöyle diyelim, araçlar medeniyeti diğer olasılıklara galip geldi. Ne var ki, araçlar medeniyetinin sonu insanın araçlaşması, nesneleşmesidir. Bunun en beliğ örneklerinden birini antropolojide buluruz: Araştırmacılar, Okyanusya halkının o coğrafyaya nasıl yerleştiğini uzun süre anlayamamışlardı, zira pusula gibi araçlar olmadan o kıyılara varmak mümkün olmamıştı. Antropologlar bir süre sonra yerlilerin bedenlerini, gel-giti, dalga boyunu, rüzgâr hızını anlayacak şekilde çocukluktan itibaren eğittiğini fark etti. Bedenleri pusulaya ihtiyaç bırakmayacak donanımdaydı.
İnsanın araçsallaşmasının, nesneleşmesinin birden fazla boyutu vardır. Bununla bir yandan insanın işini araçlara yaptırmasını ve ahlaki sorumluluğunu kurumlara devretmesini, diğer yandan da amaçları gerçekleştirecek zeminin yitirilişini kast ediyorum. İnsanın işini araçlara yaptırmasına ve bu esnada kişisel kabiliyetlerinin körelmesine yukarıda verdiğim gibi daha birçok örnek bulunabilir. Alet kullanmadan yaşayabilecekler de alet kullanmadan yapılacak işlerin toplumsal karşılığı da azaldı. Ahlaki sorumluluğun kurumlara devredilmesi ise müesseseleşmiş Avrupa toplumlarında en yetkin şekilde görülür. Toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi kurallara devredildikçe öznenin seçenekleri de sorumlulukları da azalır. Daha temel problem ise amaçların gerçekleştirileceği zeminin yitirilmesidir. İnsanlık doğayla olan mücadelesinde araçlara bel bağladı; ne var ki, piyasa adı verilen yabanın tahakkümündeyken de insan olmaktan ziyade tüketici görünümündedir. İnsanlıktan değil pazardan, insanlık erdeminden değil tüketim alışkanlıklarından bahsedilebilir ancak. Sonuç olarak bir başka belirlenimin etkisindedir, neden-sonucu aşarak sebebi olan davranışlarda yani eylemlerde yani değerleri, erdemleri gerçekleştirmeye yönelik edimlerde bulunamaz. Birilerinin işine yarar sadece. O birileri de başka birilerinin. Kamusal alanın yerini pazara terk etmesiyle ölçülebilir insan davranışları, ki bunlar büyük ölçüde tüketim paternleri olarak okunur, pazara yeni girdi temin edecek bir hammadde muamelesi görür. Ve nihayet son nokta: İnsanlığın istikametini, yani kamusal politikaları belirlemek için yapay zekâya başvurmak. Bu nihai olarak amaçsal aklın yerini araçsal, hesaplayan akla terk etmesidir. Araçsal akıl, bir yere en kısa, en ekonomik nasıl gideceğimi gösteren navigasyona benzetilebilir. Amaçsal akıl ise nereye gideceğime karar verirken devreye girer. Yapay zekâ şu an bizim tayin ettiğimiz amaçlara erişimin yolunu bize sunuyor. Fakat YZ’nin işlem kapasitesinin insani sınırları geçtiği noktada onu denetleyebilmek ve verdiğimiz limitler içerisinde hareket edip etmediğini test edebilmek mümkün olmayacak. Zaten araçlara gösterdiği teveccühle piyasalaşan, insanlığını yitiren insanlık, kaderini tüm araçları bünyesinde toplayan deus ex machina’nın güdümüne terk edecek. Bu tabloda insanlık erdemi gibi erdemlerin yaşanabilmesi kategorik olarak dışlanmıştır. Bu menfi kehanetin izahına erdemli davranış potansiyelinin yitimiyle başlamak uygun olur.
Amaçlı davranışlarımızın bir cüzünü, belirlenime karşı gelme kapasitemizi, politik edimlerimiz oluşturur. O yüzden işe politik potansiyelin yitiminin ne demek olduğunu, sonuçlarını ve bunun ne ölçüde mümkün olduğunu ifade ederek başlamak istiyorum. Felsefi yazında, tarihe mal olmuş ifadelerden birisi Aristoteles’in “insan politik hayvandır,” cümlesidir. O hâlde insan politik potansiyelini yitirdiğinde hayvana eşitlenir. Nitekim Aristoteles de bu yetisini kullanamayanları köle olarak işaretler. İnsanın bu potansiyelini mümkün kılan lisandır. Lisan sayesinde insan, adalet gibi devlet gibi soyut varlıkları dile getirebilir ve onlarla uyumlu hareketler icra eder. İnsan hareketinin hayvandan farkı bu bağlamda ahlaki gerekçeleri olması; diğer bir ifadeyle belirli değerleri gerçekleştirmeye yönelebilmesi, belirlenimden sıyrılabilmesidir. Değer yönelimli eylemden, amacı, değeri çıkardığınızda elinizde davranış kalır. Şayet eylemde bulunamıyorsanız insan potansiyelini kullanamıyorsunuz; Aristotelesçe ifade edecek olursak günlerinizi hayatta kalmak üzere geçiriyorsunuz, yaşamıyorsunuz demektir. Yaşamak, uğruna ölünecek hedeflere sahip olmayı; başka bir ifadeyle hayatta kalma amacını askıya alan sanat, felsefe, oyun gibi meşgalelere katılabilmeyi gerektirir. Herhâlde insanlık, insanlık mirası dediğimiz de bunlardan oluşur. Diğer türlüsü hayat gailesi: Yemek yemem, barınmam lazım. Depremden, virüslerden korunmam lazım. Kirayı, faturayı denkleştirmem lazım. Kadim sorunlarımız… Ve bu satırların konusu bunlarla başa çıkma yolumuzun nihai bedeli hakkında.
Bir düşünelim… Her şey tarım devrimiyle başladı dersek maksadımızı aşmış olmayız sanırım. Tarım devriminin getirisi, toplayarak edinebileceğimizden fazla yiyeceğe sahip olmaktı. Götürüsü ise yerleşik hayata geçmek. Tarımla meşgul olmak demek, buğday yetiştirmenin günümüzü işgal etmesi demekti. Sonraki sıçrama sanayi devrimiyle oldu. Fabrikalar tarlaları ikame etti, bugünkü şehirler ortaya çıktı. Günleri işgal eden çifte mesailer idi artık. Örgütlendik. Bir kavram etrafından bir araya geldik yani. Geçim işlerinin tüm hayatımızı işgal etmesine karşı çıktık. Tatil, süreli mesai, emeklilik vb. haklar edindik. Bu iyileştirmeler rehaveti de peşinden getirdi. Giyinmek Gogol’a Palto’yu yazdıracak denli güç bir iş değildi artık; hazır giyim sayesinde ucuz ürünlerle çok sayıda insan kolay yoldan kuşanabiliyordu. Tekstil atölyesinde çalışan kişi, ürettiği kottan satın alabilecek kadar maaş almıyordu ama onun imitasyonunu alıp yine o markayı taşıyabiliyordu; -mış gibi görünmenin tadına direnmek kolay değil. O kadar ki bu tezgâh Çin gibi bir devi yarattı. Fason üretim sadece ucuza üretimi değil bu ucuz mala talip tüketiciyi de talep ediyordu. Düşük gelirli milyonlarca insan bu iki işlevi de yerine getirebiliyordu. Derken üçüncü dalga. Dijital devrim. Burada dilediğin gibi görünmek daha da kolay. Aynı şekilde kolayca uyarılıp haz almak da eskisine nazaran çok daha mümkün. Haz duyuyorum öyleyse hayattayım! Kendimi başkasına haz verecek şekilde sunmam, yerimden kalkmadan, dikkatimi toplamadan birkaç saniyelik videolarla uyarılmam ve vaktin nasıl geçtiğini fark etmeden günü tüketmem çok kolay.
Mezkûr aşamaların her birine dair ciltler dolusu eleştiriler kaleme alınabilir. Söz konusu aşamaların tasviri uzatılabilir, başka yönleri öne çıkarılabilir. Bu yazı bağlamında söz konusu üç aşamayı ortak kılan şey, insanlığın geçirdiği dönüşümü aynı noktadan etkilemesidir. İnsan, politik hayvan gibi araç kullanabilen hayvan olarak da tanımlanır. Söz konusu bu üç aşamada da araçların insanlığın seyrini değiştirecek düzeyde günlük yaşantılara etki ettiğini gözlemlemek mümkündür. Diğer bir ifadeyle tarım devrimiyle başlattığımız sürecin dijital devrimle, Gates’in ifade etmeyi tercih ettiği hâliyle yapay zekâ çağıyla nihayete erdiğini söyleyebiliriz. Bir günümüzü nasıl geçireceğimiz, ömrümüzü neyin uğruna harcayacağımız noktasında doğa ile girdiğimiz mücadelede en büyük destekçimiz gibi görünen araçların bedelini bu nihayette göreceğiz. Bedel, insanlığı anlamlandırmak adına yukarıda andığım iki tanımdan birinin diğerine galip gelmesidir. “İnsan politik bir hayvandır,” derken esas itibariyle bir potansiyele işaret edilir. Ne var ki, araç kullanan hayvan olarak insan, araçların belirlenimine girdikçe bu potansiyelini kullanmaktan uzaklaşmıştır. Simyanın temel yasasının infazı yakındır; üretilen her karışım eş düzey bir bedel talep eder, doğaya karşı mücadelede araçlara bel bağlamak kendi doğamıza mağlup olmak anlamına geliyor; manamızı biyolojik varlığımızla takasa sokuyoruz. Bir başka anlamda bu mananın taşıyıcısı olmak hasebiyle kendisi de bir araç olan biyolojik varlığımızı haz alıcısına kendimizi de onun işlevlerine indirgiyoruz. En büyük icadımız olacak olan yapay zekâ bilincin taşınacağı yeni bir yuva olarak tasarlanıyor. Buradaki bilinç de ahlaki edimleri mümkün kılan amaçsal akıl değil, hesaplayan öznel akıl.
Bu karamsar tabloda gölgelere dahi yer bırakmayacak zifiri karanlığın ikametgâhı olan mezara dökülen son toprağın adıdır yapay zekâ. YZ’ye dair endişeleri sunacağı katkılardan bahsederek dindirmeyi teklif eden Bill Gates’in yapay zekâ çağının başladığını duyuran yazısı bir belagat şaheseri, son derece yalın bir dile ve başarılı bir kurguya sahip: Bir yapay zekâ tarafından da yazılabilecek olan metin, geniş kitlelerin okuyabileceği basitlikte. Tam da Gates’in YZ’nin sahip olacağını ifade ettiği sade İngilizceyle yazılmış bir metin. Gates, söze tam zamanlı işinin hayırseverlik olduğu vurgusuyla başlıyor ve hemen girişte yapay zekânın faydalarına dair can alıcı bir örnek paylaşıyor. Küresel olarak en büyük eşitsizliğin sağlıkta olduğunu çocuk ölümleriyle örneklendiriyor. Daha uzun süre hayatta kalmak ve çocukların sağlığı. Karşı koyamayacağımız iki büyük fayda! Ne var ki yazı YZ’ye yönelik güvensizliğe karşı teskin ettikten hemen sonra verimliliği geliştirme faydasına geçiyor. Biliyoruz ki, verimli olmak uğruna yaşamak, başkalarının işine yaramak için hayatta kalmak demek. Başkalarının işine yaramak diğerkâmlığı değil, bir piyasa değerine sahip olmayı ifade ediyor. Fakat Gates, artı zamanın şirketlerin karlılığına ayrılacağına düşünmemize fırsat bırakmadan bir kez daha sağlık kozunu oynuyor; her nedense YZ’nin hastaların, yaşlıların bakımıyla insanlar gibi ilgilenemeyeceğini öngörüyor, verimliliğin artmasıyla boşa çıkan vakti insanların buna harcayabileceği önerisinde bulunuyor. (Yazının sonlarına doğru piyasanın merhametli YZ’ler üretmeyi seçmeyeceğini de belirtiyor.)
Gates, nihayet meselenin kilit noktasına yazısının altıncı bölümünde geliyor: YZ kendi amacını tayin etmeye başladığında ne olacak? Amaçlar konusu YZ meselesinin en önemli problemi olsa da sorunun doğru soruluş şeklinin bu olduğunu düşünmüyorum. Esas mesele YZ gerçek anlamda amaçlara dair bir düşünceye sahip olabilir mi? Zira onu insana yaklaştıracak olan işlem kapasitesinin artışı değildir. Hobbes’a sorsak insan ile hayvanın farkı tam olarak buradadır. İnsan dil sayesinde soyut şeyler hakkında düşünebildiği için plan yapabilir, kompleks yapılar üretebilir. O kadar. İnsan gelişmiş bir hayvandır. Bu bağlamda YZ’nin işlem kapasitesinin insana eşitlenmesi durumunda, ki bu olduğunda insanı geçmesi çok daha kısa sürecektir, YZ’nin insandan farkı kalmayacaktır. Öte yandan Hobbes’un böyle düşünmesinin sebebi amaçların da dahil olduğu adalet, güzellik gibi tümelleri birer uzlaşımsal addan ibaret görmesidir. Bunlar ona göre hakkında objektif bilgiye erişebileceğimiz nesneler değildir. Buna karşılık, insanın sadece hazza yönelik davranışlar sergileyen gelişmiş bir hayvan olmadığını, mezkûr değerleri amaç edinerek eylemde bulanabildiğini savlayan Aristotelesçi pozisyon, insan olmanın anlamını burada bulur. Geçim işlerinin işgalinden kurutulabilen bir kimse sanat, siyaset gibi performanslarda bulunabilir. Kendini gerçekleştirebilir. İndirgeyerek de olsa, gerçekten özgür olanlar kültürel ve ekonomik sermayesi buna yetenlerdir diyebiliriz. Hayatta kalan, ölüm tehlikesini bertaraf eden, kendisine haz veren metalara dilediğince erişebilenler değil. Amaçlara erişim bu bağlamda praksis’in koşuludur. Arendt, tam da bu nedenle, amaçlara dair dile getirmelerin mümkün olmadığı matematiksel ifadelerin politik olmadığını ifade etmişti. Hatırlayalım, insanın politik hayvan olarak nitelendirilmesi adalet, güzellik gibi tümeller hakkında tartışabilmesi, bunları amaç edinip eyleyebilmesi, başkalarıyla ortak amaçlar etrafında organize olabilmesiydi. Praksis’in kolektif performansı diyebileceğimiz politika gibi ahlaki edimler de hep lisan ortamı sayesinde mümkün oluyordu. Bu nedenle Gates’in “Eşitsizliği görmek ahlakla mı mümkündür yoksa rasyonel bir zekâ da bunu başarabilir mi?” sorusunun cevabı aslında nettir: Praksis de phronesis de hesaplayan aklın erişiminde değildir. Dolayısıyla ya insan Hobbes’un dediği gibi nomina’ları toplayan bir ratio’ya sahip gelişmiş bir hayvandır ve yapay zekâ pekâlâ insanı ikame edebilir ya da insan kendi kendini inkâr etmektedir.
Burada birkaç sorunun sıralandığını fark etmemiz gerekiyor: Birincisi, tümeller, hesaplayan aklın konusu değildir. Dolayısıyla neyin adil olduğu meselesi ne makineye ne de mühendislere terk edilecek bir tartışmadır. İkincisi, bu alan hesaplayan akla terk edildiği ölçüde insanın politika yapma olanağı ketlenir. Diğer bir ifadeyle insan eylemleri üzerinde söz sahibi olamaz. Üçüncüsü, amaçlara dair bir tartışma yapabilmek ve hayat verdiğimiz devlet, sendika gibi kavramsal varlıklar aracılığıyla hayatımızı belirleyen geçim işlerine karşı direnebilmek sadece bir imkânı işaret eder. Tarım devriminden yapay zekâ çağına geçen yıllar içerisinde insan hayatı çok daha fazla araçların kolonisi hâline geldi. Araçlara bağımlılığımız arttı, araçların oluşturduğu kompleks ilişkiler içerisinde yer almamız nedeniyle istesek de amaçlara yönelik edimlerde bulunma imkânımız azaldı. Geçen yıllar sahipsiz topraklara yaptığı gibi praksis’in sergileneceği tezahür sahasını, kamusal alanı da ortadan kaldırdı. Tarım devriminden bu yana yatırımımızı araçlara yaptık. Daha gelişmiş araçlara sahip oldukça daha iyi bir hayata sahip olacağımızı düşündük ve araçlar giderek hayatı kolonize etti. Arabalar bir yandan daha uzun mesafeleri daha kısa sürede gitmemizi temin ediyor fakat öte yandan karnımızı doyurmak için daha uzun mesafeleri kat etmeyi de zorunlu kılıyor. Binlerce yıl önceki çiftçi ile Gates’in ofisinde çalışan bir beyaz yakalının günlük meşguliyeti bu noktada esaslı bir fark arz etmiyor. Geçim meşgaleleri ömrü işgal etmeye devam ediyor. Araçlara olan bağımlılığın artması da cabası. Araçlara müracaat etmeden bu sayıdaki nüfusun kendine bakması mümkün olmadığı gibi araçlar olmadan ya da olabildiğince az araç kullanarak hayatını idame ettirmeyi başarabilecek insanların da nesli neredeyse tükendi. Bireysel tercihler yapısal çıktıların altında eziliyor. Bildiğimiz anlamda insanın sonuna geliyoruz. Ve evet makineler dünyayı ele geçiriyor. Ne var ki bunu insan görünümlü robotlar değil araçlara bağımlılığımız mümkün kılıyor. Dolayısıyla fark etmemiz gereken ilk şey, Horkheimer’ın dediği gibi, bunun sapandan atom bombasına uzanan bir gelişme olduğu, insanca yaşamanın yolları noktasında bir ilerleme olmadığıdır. Ve bu araçlara sahip olmak amaçları gerçekleştirme düzeyimizde esaslı bir değişiklik yapmadı. Üstüne üstlük hiçbir zaman bu denli gelişmiş araçlar dolayısıyla yüksek potansiyelli risk söz konusu değildi. Dördüncü olarak, praksis’in tek görünümü politika da değildir. Güzellik tümelini düşünelim: Bir şiir, bir şarkı bu tümelin açığa çıktığı dolayımlardır. Hesaplayan akıl pekâlâ insanların beğenilerinin nasıl oluştuğunu ölçebilir ve çok satacak bir single yayınlayabilir. Fakat esas itibariyle sanatsal üretimin işlevi bu değildir. Sanat ürünleri haz vermek ve günün yorgunluğundan kurtulmak üzere de tasarlanabilir. Ne var ki, Ölü Ozanlar Derneği’nin ilham verdiği, uğruna yaşadığımız şiirler kendimizi unuttuğumuz değil bulduğumuz yapıtlardır. Haz değil acı verebilir. Fakat bu esnada kendimizi görürüz. Sınırlarımızla yüzleşir hatta belki sınırlarımızı aşarız. Kendimizin bilincine varırız. Ve evet tam olarak yapay zekâdaki sorun bu. Bilinci tanımak ve onun yapay ikamesini üretmek bir yana tarif etmek konusunda bile yeterince mahir değiliz. Yine indirgeme pahasına birkaç uzlaşımsal kavrama müracaat edelim. Bir yandan içine güdülerimizi yerleştirdiğimiz bilincin altı diğer yanda şairlerin ilhamla sıradan insanların rüyalarda eriştiği bilincin dışı/üstü. Yaratıcı muhayyilenin eriştiği bu alanın bilincin üstünde mi yoksa dışında mı yer aldığı hususundaki Guenon ve Jung arasındaki anlaşmazlığı bu noktada paranteze alabiliriz, zira her durumda şairin ilhamında, şamanın vecdinde, liselinin aşkında bilincin ötesine uzanan bir yol söz konusu. Symposion’daki ifadeyle, bir güzele yazılan şiir güzellik tümeline varan bir yolun başlangıcı. Fakat şu an aşk şiirleri date appleri kadar revaçta değil. Geçtiğimiz yıllarda Pendik’teki konuşmasında Badiou bu uygulamaların eros’un mahiyetiyle çeliştiği noktasında uyarmıştı: Karşılıklı olarak sorunsuz, masrafsız bir şekilde ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz partnerler bizi kendimize getirmez, bu yolla hem kendimizi hem de partnerimizi nesneleştirmekten öteye varamayız. Fakat bunu umursayacak durumda mıyız? Belki de daha önemlisi, içinde bulunduğumuz yapı buna müsaade edecek mi? Nesnel amaçların yokluğuna ikna olmuş durumdayız ve yapı da bunu destekliyor. Diğer bir ifadeyle Hobbesçu bir evrende küçük Hobbeslar olarak yaşıyoruz.
ChatGPT, kendisine insanların ne aradığını sorduğumda bunu onaylayan bir cevap verdi: “Bu soruya cevap veremem zira her insanın kendine münhasır hedefleri vardır. Ortak iyi -nesnel amaçlar-, kültürel, felsefi, kişisel kabullere göre cevabı değişebilen sübjektif bir meseledir.” Sorumu revize ettim ve hayvanlar için bir ortak iyi olup olmadığını sordum. Bu noktada cevabı çok daha netti: Yeme, içme, barınma ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğine işaret etti. Hobbes’un insanlar için umduğuna ne kadar benziyor değil mi? Bir adım ileri gittim ve insanlar da hayvan olduğuna göre neden farklı düşünmemiz gerektiğini sordum. Cevabı şöyle oldu: “İnsanlar da hayvandır, bizler biyolojik olarak hayvan ailesine aitiz. Bizi diğer hayvanlardan ayıran şey bilişsel kapasitemiz, soyut düşünme becerimiz, yaratıcılık, kendimizin farkında olmak ve ileri düzey toplumsal organizasyonlardır.” Sizin de dikkat edeceğiniz üzere biz demekten geri durmadı. Ben de ona insan olup olmadığını neden biz ifadesini kullandığını sordum. Kendisinin canlı bir organizma olmadığını, duyguları, fiziki bir varlığı bulunmadığını ifade etti. Bu durumda insanla hayvan arasındaki farkın bilişsel kapasite, insanla kendisi arasındaki farkın ise bedene sahip olmak olduğunu söylediğine göre kendisinin de nihayetinde neredeyse insan olarak tanımlanabileceğini söyledim. “Evet ama insan bilişsel kapasitesine indirgenemez; bizler, toplumsal, kültürel, duygusal varlıklarız karmaşık değer sistemlerimiz var,” şeklinde cevap verdi. Biz vurgusuna geri dönüşüne dikkat çekmeden tüm bunların soyut düşünme potansiyelinden kaynaklandığını ve kendisinin de buna mahir olduğunu, insanlaşmasının sadece zaman meselesi olduğu söyledim. “Bu mümkün fakat insana dair hâlâ anlaşılmamış şeyler var dahası YZ’nin toplum üzerinde yol açacağı etkilerin ve risklerin hesaplanması gerekir,” dedi. “Nedir gördüğün riskler?” diye sorduğumda şunları sıraladı:
-Kimi işlerde YZ insanın yerini alacaktır, meslekler ortadan kalkabilir.
-Mevcut önyargıları muhafaza edecek şekilde eğitilirse YZ bunları yaygınlaştırabilir.
-Gizlilik ve güvenlik
-Varoluşsal riskler: YZ kontrol edilmediği takdirde insan için varoluşsal bir risk oluşturabilir.
-Etik kaygılar: YZ’nin ahlaki kararlar vermesinin sonuçları.
Görüleceği üzere ChatGPT ile meselenin eni konu ahlaki tümellerle ilişkili olduğu noktasında hemfikiriz. Yapay zekâ, Kant’tan mülhem ifade edecek olursak doğru fakülteleri işletmeden ahlaki kararlar alabilir, insanlığın ahlaki seçimlerini ikame edebilir. Esasında araçların belirleniminde kaldığımız müddetçe zaten bizler de bu potansiyelimizi kullanıyor değiliz. YZ tarım devrimiyle başlayan sürecin sadece nihayeti. Üstelik şimdi kendimize ekin muamelesi yapmamız karşılığında sadece güvenliği ve geçimi değil haklı bir sebebi olmayan mutluluğu da daha doğrusu hazzı da elde edeceğiz. Haz dolu rüyada geçen bir hayat seçeneği cazip bir isimle önümüzde: Metaverse. Aktüel varlığınızın başından neler geçtiğinden bağımsız dilediğiniz gibi görünüp dilediğiniz gibi uyarılacağınız haz dünyasının inşası çok yakın.
Velhasıl Sokrates’in Symposion’daki ayak izleri normal şartlarda dahi insanların ısrarcı olduğu bir yol değil. Haz duymanın karşı konulmaz bir cazibesi var. Milyonlarca kullanıcıya sahip uygulamalar insanların alışkanlıklarına bu bağlamda bilinçaltına erişmenin anahtarını elinde tutuyor. İşlenmeyi bekleyen big data nezdinde insanlar birer hammadde. Tüketim alışkanlıklarının yönlendirilmesi insan nüfusunun piyasa karakteri sergilemesine katkı sunacaktır. Piyasa formundaki kitle toplumu amaçları tartışan kamudan esaslı anlamda farklılık arz eder. İnsan birinde tüketici, diğerinde politikos’tur. Bilinçaltını ekonominin hizmetine sunmuş bir insanlık, doğa karşındaki mücadelesini yaptığı güvenli yapılarla kazanmış gibi dursa da esasında kendi doğasına yenilmiş, egosundan vazgeçmiş demektir. Bu insan hammaddesini kullanabileceğini sanan seçkinlerin de ne kadar yüksek riskli bir kaynakla oynadıklarının farkında olduklarını sanmıyorum. Tolkien gibi ifade edecek olursak cücelerin tamahkarlığı uyandırmak üzere gölge ve alevi. İnsanların arzularını yönetebilmek bir servet kazandırabilir, kazandırıyor da, lakin güdülerine hapsolmuş milyonların nasıl bir reaksiyon vereceğini öngörülebilir sınırlar içerisinde değildir. Öte yandan tek risk bu da değil. Tutkularına köle kılınmış insanlar, insanlıklarını yitirdikçe bundan nüfuz ve gelir elde edenler de insanları verip karşılığında yalnızlık alıyorlar. Yani kendileri için de hayırlı bir iş yapmıyorlar. Her şeye sahip olduktan sonraki gün neyle meşgul olacaklar? Bu soru araçlara sahip olmanın doğru amaç olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Her insan bunu fark edebilir. Fakat söz konusu seçkinler de dahil olmak üzere hiçbir insan tek başına bunun gereğini yerine getiremez. Bir CEO yahut sermayedar, pozisyonunun gereğini yapmak durumundadır; statüsüne uygun bir rol icra etmediği takdirde tahtından olur. Velhasıl yapısal kısıtlar, piramidin her basamağına aynı muameleyi yapar. Dolayısıyla piramit aslında bir illüzyondur. Doğamız karşısında hepimiz kısıtlıyız ve hepimiz ötekine muhtacız. Bir rüyadan, seraptan uyanmanın yolu ötekinin size dokunmasıdır. Fakat bu dokunuş acıtabilir. Sanal dünyadaki, hep hayallerinizdeki gibi bir eş ise size sadece istediklerinizi verecektir.
Velhasıl klasik soru sahnedeki yerini bir kez daha aldı: Mavi hapı mı kırmızı olanı mı seçeceğiz. Esasında cevaba dair de bir fikrimiz var. Matrix filmindeki Cypher gibi insanlık da yalan da olsa hazzı ve hayatta kalmayı tercih edecek gibi duruyor. Sosyal medya takipçilerine, beğenilerine olan teveccüh bunun delili. Önümüzdeki ihtimaller şöyle: İnsan pekâlâ bildiğimiz insan olmak zorunda değil yeni bir insanı doğurabilir doğa. Fakat öte yandan insan var olmak zorunda da değil: Bilinç kendisine başka bir taşıyıcı bulabileceği gibi şayet bilinçli canlı olma noktasında insan düşündüğümüz gibi eşsiz ise, aynı zamanda yokluğu çok fark yaratmayacak bir istisna da olabilir. Zaten her gün biraz biraz bizi insan yapan dertlerimize sırt çevirmiyor muyuz? Şimdi, son kez: Rilke’den mülhem ifade edecek olursak, şeytanlardan kurtulmak uğruna melekleri kovacak mıyız?
Bibliyografya
Arendt Hannah, İnsanlık Durumu, İletişim, 2013, passim.
Arendt Hannah, Devrim Üzerine, İletişim, 2017, passim.
Aristoteles, Politika, Pinhan, 2018, passim.
Derek Bickerton, Ademin Dili, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012, passim.
Gates Bill, The Age of AI Has Begun, https://www.gatesnotes.com/The-Age-of-AI-Has-Begun
Horkheimer, Akıl tutulması, Metis, 2013, passim.
Yuval Harari, Hayvanlardan Tanrılara – Sapiens, Kolektif Kitap, 2015, passim.
Wade Davis, Yol Bilenler Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi, Kolektif Kitap, 2015, passim.