KLASİK ESER OKUMAK VEYA ESKİ AYDAN YILDIZ KIRPMAZ: BİR ÇAĞ ÖTEKİ ÇAĞI “KLASİK/KURUCU” OLARAK OKUYABİLİR Mİ?
Ekrem Demirli
“İrşat yaşayan mürşitten mümkün olur.”
Tasavvuf deyimi
“Ne okuyorsun?” sorusuna “Bir kitabı yeniden okuyorum.” diye cevap aldığınızda klasik bir eser hakkında konuşmuş olma ihtimaliniz kuvvetle muhtemeldir. (Prof. Enes Kabakcı’nın Sosyoloji’yi Kurmak kitabından mealen alıntı) Cümle, bütün dünyada az çok geçerli olmak üzere, klasik okuma ihtiyacının mücbir ve üstenci dille dayatılmasının yarattığı baskı ile okuma-anlama imkanı arasında daralan zihnin durumunu tecrübe edilmiş bir vakıa olarak beyan ediyor. Cevaptaki “yeniden” ifadesi bitirilmiş fakat bazen anlaşılmamış bazen ehemmiyetine binaen yeniden okuma ihtiyacı hissedilmiş izlenimi verse bile, “bitirilememiş kitap” veya müphem kalmış bir okuma sürecine işaret ediyor. Dünyanın hemen her yerinde klasik eserleri okumak entelektüelliğin vaz geçilmez şartı sayılsa bile, sürecin ikmal edilmesi nadiren mümkün bir vazife olarak kalır, bir çok insanın kütüphanesi başlanıp da bitirilmemiş eserlerle doludur.
Ülkemiz örneğinde meseleye bakacak olursak, Cumhuriyetin ilanıyla neticelenen modernleşme sürecinde ideal insan anlayışının inşasının en önemli faaliyet alanı eğitim olarak görülmüştü. Daha doğrusu eğitim ideolojik bir amaçla yapılandırılmış, yeni insan anlayışının ortaya çıkmasına hizmet sağlaması için adımlar atılmıştı. Onuncu yıl marşında dile gelen “on yılda on beş milyon genç çıkarttık her yaştan” mısraı, projenin kısa zamanda gerçekleştiğini “tebşir” ediyordu. Bu süreçte alfabenin değiştirilmesi ve dilin sadeleştirilmesi yeni insan anlayışının istikametini belirlemek üzere atılmış iddialı ve tehlikeli adımlardı. Bu sayede okuma ve yazmanın toplumun tüm katmanlarına yayılması amaçlanırken -ki Latin alfabesinin bunu sağlayacak ölçüde basit ve anlaşılır olduğu kabul ediliyordu- okur yazar nesiller için geniş bir tercüme listesi planlanmıştı. Tercüme faaliyetinin ismi hali hazırda etkilerini güçlü bir şekilde koruyan “Doğu-Batı klasikleri” çeviri projesiydi. Projenin muhtevasının Doğu-Batı diye belirlenmiş olması rejimin dünya görüşünü yeterli bir şekilde yansıtıyordu. Üstelik bu çerçeve ideolojik saplantıların bariz bir şekilde ortaya çıktığı konulara göre daha mutedil ve insaflı bir yaklaşım olarak görülebilir. Bilhassa devrim sürecinde yok sayılan hatta “düşman” ilan edilen İslam mirası en azından bu kavramsallaştırma sayesinde kısmen hatırlanmış, çeşitli İslam kaynaklı eserlerine yer verilerek, toplumun tarih üzerinden İslam mirasıyla ilişkisi tesis edilmek istenmişti. Bununla birlikte zaman içinde görüldü ki, fazla iyimser olmaya gerek yoktu: İslam mirası sadece bir “tarihsel miras” olarak hatırlanmıştı ve rejim istikametini Batı içinde tahkim etmeye güçlü adımlarla devam edecekti. Bununla birlikte Hasan Ali Yücel’in öncülüğünde devrimin kendisinden uzaklaşmak istediği kaynaklar kısmen projeye dahil edilerek yeni aydının zihin dünyasında hasbelkadar yer bulmasına imkan tanınmıştı.
Cumhuriyetin büyük projelerinden birisi olan klasikler çevirisi toplumca o kadar benimsenmiş ve o kadar etkili olmuştu ki günümüzde dahi “klasik eser” tabiri o dönemin ürünü olarak kalmış, eserler ne ölçüde okunmuştur-anlaşılmıştır meselesi bir yana, hemen her okur-yazarın zihninde “klasik” tabiri Milli Eğitim projesiyle özdeşleşmişti.
Projenin ismi Doğu-Batı Klasikleri olarak şöhret buldu dedik! Demek ki genç Cumhuriyet amaçlarını gerçekleştirmek yolunda bir yandan batı klasiklerini öte yandan Arapça, Farsça ve kadim Türkçe’den hazırlanan eserleri okumayı lüzumlu addetmiş, yeni aydın zihnini inşa sürecinde Doğu ile Batıyı aynı anda okuyabilen bir anlayıştan hareket etmek istemişti. Nitekim bu kapsamda liselerde iki dilin bulunduğu dönemde Farsça’nın da belirli bir ölçüde okutulmuş olması aynı anlayışın devamıydı. Hiç kuşkusuz bu yaklaşım bilinçli bir terkip idi: Her ne kadar niceliksel olarak Doğu klasikleri Batı klasikleri kadar projede kendine yer bulamamış olsa bile yeni aydın tipi Doğu-İle Batı okuyan bir insan olarak tasavvur edilmişti. Daha sonra ülkede gelişen yayın faaliyeti nadiren bu terkibe ve itidale yaklaşabilmiş, özel sektör yayınlarında tercih bütünüyle batı eserlerine kaymış, zaman içinde gelişen yayıncılık anlayışı içinde İslam mirasının eserleri çevrilmeye başlanabilmiş, fakat aydınları birleştirme gücüne sahip olamamıştı. Milli Eğitim projesi ise bin eser olarak belirlenmiş olsa bile akim kalmış, çevrilen eserlere ulaşma sorunu ortaya çıkmış, proje hayatiyetini sürdürme imkanı bulamamış, hemen her aydının dilinde “klasikler” ulaşılamayan bir ideal olarak kalmıştır. Her şeye rağmen projede hazırlanan eserler hâlihazırda bile dikkat çeken ve değer verilen eserler arasında başat bir rol oynamaktadır.
Projenin tarihi ise Osmanlı aydınının kendi var oluş hikayesini değerlendirme imkânı verir. Bu meyanda Osmanlı toplumunda yabancı dilden ilk çeviriler 18. asrın başlarına kadar gider. Lale devriyle birlikte bazı tıp kitapları ve ansiklopedi maddeleri tercüme edilmeye başlanmış, Osmanlı aydınları Batıyı küçük eserlerle az çok tecrübe etmeye başlamıştı. Fakat bunun öncesinde Batılı bilim adamı ve askerlerin gelmesi zemini hazırlamış olmalıdır. Bunun öncesinde ise Osmanlı döneminde çeviri faaliyetlerinin istikametinin daha çok İslam mirasıyla ilgili eserlere yöneldiğini biliyoruz. Bilhassa belirli dönemlerde sanki bir uyanış başlamış gibi Türkçe çeviriler yapılmış, dini metinler ve felsefe eserleri çevrilmiş, daha sonra Türkçe eserler yazılmıştır. Fakat hiçbir zaman tam olarak çeviri faaliyeti amacına ulaşmadı. Bütün bunlar bir arayışı göstermekle birlikte sürekli akim kalan teşebbüsler olarak kayda geçmiştir. Bununla birlikte Cumhuriyet ile birlikte süreç daha başarılı bir şekilde ele alınmış, geçmişte olmayacak ölçüde, bir çok klasik tercüme edilmiş, Türkçe önemli bir literatüre kavuşmuştu. O gün bugündür ciddi bir okuma faaliyeti içinde olan her insanın az çok klasik okuma serüveni olmuştur; üstelik okullarda tavsiye edilen kitaplarla birlikte bu arzu bir mecburiyete dönüştürülmüş, talebeler az veya çok klasik eserlerle tanıştırılmıştır. Bu meyanda birkaç sorun üzerinde durmamız gerekir: Birincisi klasik derken neyi anlamak gerekir, ikinci mesele ise bu eserler neye göre ve niçin okunuyor sorusu olacaktır?
Sahi bir insan niçin “klasik” denilen eserleri okumalıdır?
Doğu-Batı Klasikleri Projesinde Klasik Neyi Anlatıyordu?
Klasik kelimesinin sınıf, ekol gibi anlamlarının yanında özellikle dilimizde kullanılan görece olumsuz anlamını hatırda tutmak gerekir. Klasik âdet hâline gelmiş, sürekli olan ve tekrarlanan, bıkkınlık veren durumlar için kullanılır. Bir şeyin sıkıcılığından söz ederken “aynı klasik tekrarlandı” gibi bir tabir kullandığımızda ortada pek iyi bir hadise vardır denilemez. Bu itibarla klasik tabirinin olumlu çağrışımlarının yanında süregelen, tekrarlanan ve bıkkınlık veren monoton anlamını dikkate almak gerekir. Projedeki eserler üzerinden modern bir zihin için klasiğin çerçevesini oluşturmak mümkündür: Bu eserler başta felsefe olmak üzere edebiyat, sanat gibi farklı beşeri üretim alanlarından seçilmiş eserlerdir. Bu minvalde eserler seçilirken olabildiğince eski bir tarihten başlanarak -Grek tragedyası hatta Gılgamış Destanı- uzun bir zaman dilimindeki bilinen ana metinlere yer verilmişti. Öte yandan eserler belirli bir periyotla modern dönemlere kadar uzanıyordu. Demek ki proje içindeki eserlerin “klasik” olarak görülmesi belirli bir zaman dilimine veya disipline ait olmalarına bağlı görülmemişti. Her devrin klasik eseri olabilir, her dönemde ortaya çıkan klasik eserler bulunabilir, klasikler her disiplinde ortaya çıkabilir. Bu yaklaşımla klasik eser tabirinin herhangi bir zamanla veya disiplinle veya bölgeyle sınırlanmadan “etkili ve önemli eser” anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Aynı zamanda bu eserler birbirinden farklı hatta çelişik disiplinlere mensup olabilirdi. Söz konusu disiplinlerin geçmişte birbiriyle mücadele etmiş olması da mümkündü. Proje bu eserleri mensup oldukları disiplinlerin iddialarını ve önceliklerini dikkate almaksızın başka bir sınıflama ve üst bir dille ele almıştı. O zaman bu zihinde kadim disiplinleri aşan üst bir dil ve paradigma söz konusu olmuş olmalıdır. Bu paradigma ise genellikle uygarlık, medeniyet ürünleri veya insanlık mirası gibi başlıklar altında toplanabilecek daha evrensel bir tabirle anlatılabilir. Bu yaklaşım ise özellikle Rönesansın kendini tarihin sonu olarak görmesiyle birlikte eski zamanlardaki eserleri bir düşünce konusu olarak ele almaya başlamasıyla ilgilidir. Yaşayan-hâkim düşünce paradigması geçmişi bir bir miras, genellikle de yeni dünyanın bir zihinsel malzemesi gibi okuma iddiasına sahipti. Düşünce tarihine yönelik ilginin temel sebebi buydu. Haddi zatında düşüncenin belirli bir tekamül seyri içinde geliştiğini ve modern dünyayı ortaya çıkardığını düşünmek rejimlerin geçmiş eserlere kolaylıkla yönelmesinin zihinsel arka planını teşkil ediyordu.
Projede söz konusu eserlere okul kurmak, ekol oluşturmak niteliğiyle yaklaşılmıştı. Bu tarz eserlere daha çok kurucu isimler veya kurucu eserler diyebiliriz. Bunlar belirli dönemlerde ortaya çıkan düşünce okulları, sanat veya edebiyat ürünleri arasında tebarüz etmiş temel kurucu eserlerdir. Bu durumda klasik eserin bariz özelliklerinin düşüncede veya bilimde-sanatta “kurucu” eser olmak, başlatıcı olmak veya ürünü yaygınlaştırmak olduğunu anlıyoruz. Bu minvalde kurucu eserler aynı zamanda kurucu düşünceler, disiplinler ve isimlerle ilgilidir. O zaman söz konusu eserler, etkileri hali hazırda devam etsin veya etmesin, belirli bir dönem içinde insan zihnini kurdukları ölçüde itibar görmüş eserlerdi.
Peki klasik eserler nasıl okunur veya niye okunur?
Klasik eserlerin okundukları bağlamın sürekli değiştiğini düşünmek gerekir. Üstelik bu durum sadece günümüzde değil bütün dönemlerde geçerli bir olgu idi. Bu bahiste ilk büyük değişim Grek mirasının dini gelenekler içerisinde okunma ve yorumlanma sürecinde yaşanmıştı. Hâkim ve yaşayan düşünceyi temsil eden dini düşünce söz konusu mirası “malzeme hâline getirerek yeni bir anlayış ortaya koyuyor, geçmişi “gündeki hâkim düşünce” üzerinden okuyordu. Bu durum okuma faaliyetinin belirlenen metne göre değil, daha çok, okunduğu çerçeveye ve yaşanan zamana göre şekillendiğini gösterir. Bu durum, yani zihin ile geçmiş ve dünya arasındaki bağ en çok günümüzde anlaşılmıştır. Zihin genellikle yaşadığı dünyada kalır, orada şekillenir ve yaşadığı zamandaki hâkim düşüncelerle geçmişle ilişki kurar. Bu sayede geçmişteki eserleri yeniden sınıflar, takdim-tehir eder, bazı eserleri ve isimleri öne çıkartır, bazı eserler gözden düşer. Bütün bu süreç içinde belirleyici olan yaşanan hayat ile hâkim düşüncelerdir. Bütün bunlar, bir eserin klasik olmasını değil, kurucu olmasını azaltan hatta ortadan kaldıran yaklaşımlardır.
Klasik eserler ne kadar zamanı aşarak gelmiş olsalar bile, onlar her zaman yaşanan çağın içinde veya bir çağda etkin olan düşünceler etkisinde okunurlar. Bu minvalde zamanın kendisini zihnin çerçevesi gibi düşünmek, bu çerçevenin farkında olarak veya olmayarak sürekli etkin olduğunu hatırlamak gerekir. Zihni bir esere yönlendiren yaşadığı asırdaki sorunlar, yaşadığı zihinsel dünya içindeki etkileşimdir. Özellikle felsefe klasikleri zaten modern dünyadaki okunma tarzını gerçek bir “okunma faaliyeti” olarak görmezdi! Bunun temel nedeni özellikle felsefi metinler içerisinde hazırlık sürecinin belirleyici bir rol oynamasıdır. Modern dünya ise bunu gerekli görmemiştir. Çünkü metafizik başta olmak üzere söz konusu metinler bazen mukabilleriyle birlikte arada bir çelişki yokmuş gibi okunur, bazen ise üstünkörü bir şekilde okunmakla yetinilir. Çünkü o eserlerde sözü edilen dünya artık anlamını yitirmiştir ve anlamını yitirmiş bir dünyanın kurucu metni anlamlı bir dünya içinde sadece düşünce malzemesi olarak okunabilir. Böyle bir durumda biz modern çağda herhangi bir klasiği okurken gerçekte kurucu eser olarak onları okumuş olmayız; onun bakış açısını ifadelerimize katmak, zihnimize yeni alanlar açmaktan daha çok yeni bir üslup imkanı bulmak için okuruz. Çağdaş insan klasik bir eseri dilini ve anlatım imkanlarını zenginleştirmek için okur, yoksa yaşanan dünyadan tereddüt duyduğu için değil!
Meselenin en çetin kısmı ise klasikler içinde mühim bir yer tutan dini düşüncenin ürünleri hatta daha da önemlisi dinin ana metinleridir. Acaba insan bunları nasıl okuyacak, nasıl yorumlayacaktır? Hâkim paradigma meselesinin bunları okurken de ortaya çıktığını müşahede ederiz. Dünyada yaşayan düşünce ne ise metinleri okurken zihni şekillendiren düşüncenin oradan neşet ettiğini tecrübe ederiz. Hâkim nazariye bazı ideolojiler veya felsefi cereyanlar ise metinleri okumada belirleyici olan bunlardır (mesela hâkim nazariye sosyalizm ise dini metinler bu eksende okunur, şu veya bu şekilde bu bakış açısının etkisi altında metinler yorumlanır). O zaman şu sorun ortada kalmaya devam eder: Gerçekten klasik mi okuruz yoksa çağımızdaki düşüncelere malzeme ararız?
Yaygın olan ikinci durumdur.