MÜZİK, İNSAN VE TOPLUMUN GÖSTERGESİDİR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yalçın Çetinkaya*

     

    Müzik, onu besteleyen -insan olarak- bestecinin ve ait olduğu toplumun göstergesidir. İnsanın ve toplumun kalitesi yükseldikçe bu insanın ve toplumun müziği de daha kaliteli hâle gelecektir. Nitekim tespit edilebildiği kadarıyla, müzik ve insanlık tarihi birlikte incelendiğinde insan, toplum ve müzik arasındaki bu uygunluğu görebilmek mümkündür. Avrupa’da özellikle kilisenin etkisinden kurtulduktan ve Aydınlanma döneminin başladığı takriben on sekizinci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren müzikteki yeni arayışlar ve değişim, klasik dönemde Viyana, Romantik dönemde de Paris’in sosyo-kültürel olarak gelişip yükselmesi ve birer kültür-sanat şehri hâline gelmesi, insan, toplum ve müzik arasındaki ilişkinin sonucu olsa gerektir. Osmanlı İstanbul’unda da farklı değildir. İnsanın ve toplumun kalitesi yükseldikçe kültür ve sanatın da kalitesi yükselmiş, nitelikli toplum, nitelikli sanatçılar yetiştirmiştir.

    Avrupa müzik tarihinde Johann Sebastian Bach’ın 1750 yılında ölümü ile başlayan ve Ludwig Van Beethoven’in 1827 yılında ölümüne kadar devam eden ve klasik dönem olarak adlandırılan süreç, aynı zamanda Viyana’nın Avrupa kültürünün merkezi olduğu dönemdir. Viyana, klasik dönemde Avrupa müziğini yükselten ve toplumun öncülüğünü yapmış olan müzisyenlerin hem yetiştiği, hem de kendilerini gösterdikleri bir şehir olma özelliğini taşıyor. İtalya’da Medici ailesinin desteklerine benzer bir şekilde Habsburg hanedanının destekleriyle çok sayıda sanatçının yetiştiğini unutmamalıyız. Joseph Haydn’ın, her hafta Viyana’nın halka açık farklı noktalarında seslendirilmek üzere kuartetler bestelediğinin de altını çizmek gerekir. Bu besteleri, patronu Esterhazy’nin talepleri ile besteleyen Haydn, belki de Viyanalıların kültür seviyesini yükseltmekteydi. Her hafta açık havada ücretsiz olarak gerçekleştirilen bu müzikli sunumlar, muhtemeldir ki nitelikli Viyanalıların da yetişmesine katkı sağladı. Ardından, “nitelikli Viyanalılar”, nitelikli müzikler besteleyen “nitelikli ve üst düzey” bestecilerin yetişmesini sağladı. Aşağı yukarı benzer şeyler, Beethoven’in ölümünden sonra yükselen Romantik dönemde Paris için de söylenebilir. Fakat Paris’in Gotik Çağ’dan, yani aşağı-yukarı on iki ve on üçüncü yüzyıldan itibaren Notre-Dame dönemi ile birlikte Avrupa müzik ve genel olarak sanat tarihinde önemli bir yeri olduğunu hatırlamamız gerekiyor.

    Avrupa’nın aslında Rönesans ile başladığını söyleyebileceğimiz ve Aydınlanma ile birlikte yaşadığı bu “yükseliş” dönemi, Avrupalı insanı ve toplumu da yeniden inşa etti. Bu “yeni” insan ve toplum, kendi niteliklerini yansıtan üst düzey müzisyenlerin yetişmesini sağladı. Bu müzisyenler de, besteledikleri eserleriyle ve müzik sanatında gerçekleştirdikleri yeniliklerle, bir anlamda yaşadıkları toplumun öncüleri oldular. Nitelikli insan, nitelikli toplumu oluşturdu. Nitelikli toplum nitelikli sanatçılar ve müzisyenler yetiştirdi ve yüksek seviyede müzik eserleri bestelendi. Benzer şeyleri Osmanlı ve Osmanlı müziğinin merkezi konumundaki İstanbul için de söylemek mümkündür. Çünkü Osmanlı’da da müzik, nitelikli toplumun göstergesi olmuştur.

    Ancak önce Sanayi Devrimi ve bu devrimin yol açtığı sosyal değişim ardından da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan ve insanlığın yaşadığı yüksek travmadan sonra, toplumdaki olumsuz değişimin sanata ve özellikle müziğe yansıdığını söylemek, sanırım pek de yanlış olmayacaktır. Nitekim Theodor Adorno, kültürün metalaşması düşüncesiyle bunu en iyi şekilde ifade edebilen düşünür olmuştur.

    Sanayi Devriminin ardından yükselen kapitalizm ve sömürge sayesinde zenginleşen Amerika ve Avrupa’da refah seviyesi de yükselirken, yükselen refah ve kapitalizmin toplum üzerinde büyük bir değişime ve yozlaşmaya yol açtığını söylemek mümkün. Batı toplumlarındaki bu değişim ve yozlaşmanın, çağdaş uygarlığa uyum sağlama hedefi güden ve bunu başarmak için de batılı ülkeleri taklit etmek gerektiğine inanan diğer ülkeleri de benzer biçimde hızla yozlaştırdı. Bu hızlı yozlaşmanın en fazla yansıdığı alanlardan biri de hiç şüphesiz müzik olmuştur. Çünkü toplumsal değişimlerin en hızlı gözlendiği alan, sanatın diğer alanlarına kıyasla müziktir.

    Yozlaşmanın müzikleri: Ahir zaman insanının müzikleri

    Bu yozlaşmayla birlikte bütün dünyada müzikte bir zevksizliğin, düzeysizliğin yükseldiğini ifade etmeliyiz. Yükselen bu yozlaşma ve zevksizlik sadece müzikte değil, aslında sanatın bütün dallarında en alt seviyelerde seyrediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan müzik pazarı, sanatsal değeri yüksek eserler yerine, satış değeri yüksek müzikleri önemsiyor.  Türkiye’de yeni çalışmalar yapmak yerine Osmanlı’dan kalan müzikler tekrar ediliyor. Zamana uygun form ve içerikte bir şeyler yapmaya çalışanların ortaya koydukları sanat eserleri beğenilmiyor. Hem beğenilmiyor hem yeni müzikler üretilemiyor ya da gözler isim yapmış şahsiyetlere takılıp kaldığı için, yeni ve doğru şeyler söyleyenlerin söyledikleri ya fark edilemiyor veya bu yeni söylenen şeyler zamane algısının yanından geçip gidiyor. Daha da vahim olanı, akademisyeninden gazetecisine, yazarına, sanatçısına, sokakta dolaşan vatandaşa kadar müthiş bir cehaletin ve düzeysizliğin bütün bir toplumu sarmış olması. Pek az aklı başında ve sıra dışı düşünürümüz, yaşadığı toplumun standartlarının üzerinde bir şeyler yapma çabası içinde.

    Toplumun öncüsü olarak kabul edilen akademisyenler ve üniversitenin de yozlaşmanın önüne geçebilecek çabaları olduğu söylenemez. Herkesin bilgiye emek vermeden ulaşabildiği bu zamanda, bilginin neredeyse hiçbir öneminin kalmadığını ifade etmeliyiz. Ülkemizde müzik eğitimi veren konservatuarlardan mezun olan genç müzisyenlerin bile, daha iyi ve sanatsal değeri yüksek müzikler üretmek ve toplumun müzik zevkini yükseltmek yerine müzik pazarında tanınır olmak ve bu devasa pazardan pay almak peşinde oldukları görülüyor.

    Bütün bu olumsuz gidişatın birçok sebebi olduğunu düşünebiliriz. Bunlardan biri ve belki de en önemlisinin, insanın yaratıcı ile olan bağının zayıflaması, ahlaki ve vicdani ölçü ve sınırları tanımaması, zenginlik ve refah için bütün insani değerlerden uzaklaşması olduğunu düşünüyorum. Bu da, sadece pazara ve satışa odaklı bir insan modeli anlamına geliyor ve bu insan modeli için yegâne amaç, daha çok kazanmak ve sahip olmak. Bu insan türü, varlığını sahip olmakla kanıtlayabildiğine inanıyor. Kazanmak ve sahip olmak idealiyle yaşayan bir insan modelinin yapacağı şey, bu ideale ulaşmasına mâni olacak şeyleri hayatından uzaklaştırmak olacaktır ki olan da maalesef budur. Hatta dinî inançları ve kutsal kabul ettiği değerleri bile bu ideal uğruna terk edilebilmektedir. Özellikle Müslümanlar arasında bunu ziyadesiyle görebilmek mümkündür.

    Eğer müzik, insan ve toplumun göstergesi ise o halde müzikleri inceleyerek insan ve toplumun ne durumda olduğunu anlayabiliriz demektir. Bu sözden sonra aklıma Avrupa’da on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yükselen “müzikte fütürist akım” ve “fütürist müzikler” geliyor.

    Arthur Honegger ismi, müzikle ilgilenenlerin dışında herkesin bildiği bir isim değildir. Bu Fransız asıllı İsviçreli müzik adamı, yirminci yüzyıl müziğinin seyrini önemli biçimde etkileyecek bir yenilik gerçekleştirdi; yaşadığı yüzyılın seslerini müziğinde yansıtmaya çalıştı. Gerçi hemen hemen tüm bestecilerin eserlerinde, yaşadıklarının izlerini görmek mümkündür. Hayatın seslerini işitmek, onları eserlerine yansıtmak müzisyenin tabiatında var olan bir özellik. Ama Arthur Honegger’in yaptığı biraz daha farklı. O, tabiatın seslerinden ziyade teknolojinin seslerini eserlerine yansıttı. “Pasifik 231” adlı eserinin senfonik bölümünde, 120 mil hızla giden bir treni konu aldı; trenin çalışmasından başlayarak, hız kazanmasını ve yol almasını işledi.

     

    “Hazreti Davud” adlı dramatik Mezmur ile adını duyuran Arthur Honegger, fütürist (gelecekçi) müziğin ilk uygulayıcısı olarak kabul edilebilir. Onun, bir rugby maçından esinlenerek yazdığı “Rugby” adlı eseri de aynı kategoriye dâhil edilebilir. Mesela “gelecekçi şiirin öncülerinden” kabul edilen Sovyet şair Mayakovski’ye göre şiir, lirizm ve estetik gibi, burjuva sınıfının önyargılı değerlerinden sıyrılmalıdır; fabrika ve maden işçilerinin, sıradan halkın, çalışan, mekanik insanın şiiri yazılmalıdır. Bu sadece şiirin değil, başta müzik olmak üzere diğer sanat dallarının da konusu olur. Mesela Rus besteci Alexander Mossolof, “Fabrika” isimli bale eserinde böyle yapar. Amerikalı besteci George Antheil “Mekanik Bale” adlı eserinde uçak pervaneleri kullanır.

    İtalyan ressam Luigi Russolo da aynı zamanda “gelecekçi müzikçiler”in öncülerinden sayılır. Öyle ki, Russolo işi biraz daha ileri götürerek, teknolojik sesleri bir orkestrada tam anlamıyla ifade edebilmek için orkestraya yeni enstrümanların gerekli olduğunu savunmuş, bir enstrüman oluşturarak makine seslerini ve diğer “teknolojik gürültüler”i orkestrada seslendirmeyi başarmıştır. “Büyük Bir Kentin Uyanışı” ile “Otomobillerle Uçakların Buluşması” adlı eserlerinde, Russolo’nun müzikteki yeni ve çağdaş anlayışının uygulamalarını görmek mümkündür. 1914 yılında ilk kez Londra’da seslendirilen bu eserler, aslında fütürist müzisyenin teknolojik sesleri kullanarak hayal gücünü ne kadar zorladığını göstermesi bakımından bence anlamlıdır.

    Avrupa sanatında ve düşüncesinde değişimin başlangıç yeri İtalya’dır. Rönesans’tan sonra, belki de sanatta bir yenilik hareketi olarak kabul edilebilecek olan fütürizm de (bazılarına göre bu önemsiz bir gelişmedir), 1909 yılında bir İtalyan sanatçının, Filippo Tomasso’nun bildirgesiyle başlar. Burada amaç, geçmişten sıyrılıp bugünü ve geleceği yakalayabilmektir. Hatta bazı fütürist sanatçılar (mesela Umberto Boccioni) geçmişin öldüğünden, artık geleceğin kurgulanması gerektiğinden söz eder. Bu görüşler yaygınlaşır ve destek bulur.

    Geçmişe ve geleneksel değerlere bir sünger çekmeyi hedeflemektedir fütürist müzisyenler. Bu amaçlarını da, bütün tepkileri göğüsleyerek rahatça ifade edebilmektedirler. Meselâ deneysel müziğin öncülerinden Edgar Varese şöyle der: “Öyle güçlü ve etkili bir bomba arıyorum ki, geleneksel müzikte büyük bir delik açsın. Sonra da hayatımızdaki bütün sesler, hatta gürültüler bile bu delikten girsin.”

    Müzikte fütürizm yani gelecekçilik, Avrupa müzik kültürü açısından bence çok önemli bir dönüm noktasıdır. Gerçi Avrupa, Aydınlanma ile birlikte hemen her alanda ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşadı. Aydınlanma’dan daha sonraki yıllarda, yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan fütürist akımın, Aydınlanma sonrası, ama Aydınlanma’nın temel felsefesinden pek de kopuk olmayan bir akım olarak belirdiği söylenebilir. Fütürizm, “iç âlem”in değil, “görünen âlem”in aktarımıdır adeta. O görünen âlem de, teknolojinin insan hayatında meydana getirdiği hayli gürültülü değişimdir.

    Müzik, tabiiliktir kuşkusuz. Tabii duyguların ifadesidir. Fütürizm ise, tabii duyguların değil, teknolojik gürültünün, yüreği durmuş ve mekanik bir varlığa dönüşmüş insanın tabiatla çatışmasının müzik diliyle ifadesidir sadece. Fütürist müziklere bakarak, modernizmin insan hayatı üzerindeki etkilerini anlamak mümkün olabilir, insanın ne durumda olduğunu anlamak da.

    Zamanının yükselen sesi olan teknolojik gürültüyü müzik diliyle ifade etmek olarak da anlayabileceğimiz fütürist (gelecekçi) müzik akımı, aslında insanlığın kırılma noktasını ve insanın tabii seslerden (ve kendi tabiiliğinden) ne kadar uzaklaştığını göstermesi bakımından çok anlamlı ve önemli. Fütürist müzik akımı ve müzikler, hiç şüphesiz sebepsiz yere ortaya çıkmadı. Müzikte muazzam eserlerin ortaya çıktığı Romantik çağın ve özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa müziğinin ve bestecinin romantik döneme kıyasla verimliliğinin neredeyse ortadan kalktığını düşünüyorum. Nitekim yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Arnold Schönberg ile başlayan yükselen atonal müzik sistemi, insanlığın zevk ve estetik algısının başka bir evreye sürüklendiğinin göstergesi olabilir.

    Müzik türleri, toplumsal türlere karşılık gelebilir mi?

    Bugün dünyanın hemen her toplumunda ve bu toplumların ürettiği müziklerde çeşitli türler yer alıyor. Bu bakımdan belki de dünyanın en zengin kültür coğrafyası Anadolu’dur. Müzik türlerinin tam olarak sosyal sınıfları yansıttığını söylemeye birkaç nedenden ötürü cesaret edemiyorum: Bu nedenlerden bir tanesi de, Türkiye’de sürecin önemli bir bölümüne tanıklık ettiğim “arabesk” müzik olgusudur. Bazı Türk sosyologları arabeskin, taşradan büyük kentlere göç eden ve büyük kentlerin varoşlarına yerleşen kitlelerin müziği olduğunu söyleyip konuyu çözüme kavuşturduklarını düşünmüşler ve böylece kalitesiz müziğin sebeplerini göçe bağlamışlardı. Kuşkusuz sadece bu, arabeskin ortaya çıkış sebebi olamaz çünkü İstanbul, feth olunduğu günden bu güne sürekli göç alarak büyüyen bir şehir olmuştur. Bir başka yaklaşım da, klasik müziğimiz radyolarda yasaklanınca, bu müziği dinlemek isteyenlerin Arap radyolarında çalınan müzikleri dinledikleri ve bu dinleme alışkanlığının arabeskin ortaya çıkışına sebep olduğu şeklindeki bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım ve tartışmalara bu yazıda girmemeye çalışarak, ilk başlarda küçümsenen arabesk müziğin, bir müddet sonra sınıf farkı gözetilmeksizin, zengin fakir herkes tarafından dinlenir olduğunu sanırım herkes gözlemlemiştir. Dolayısıyla, bu örnek tek başına yeterli olmasa da her farklı müzik türünün, farklı toplumsal sınıflara ait olduğu tezi pek karşılık bulabilmiş değil. Fakat gerek Avrupa’da ve gerekse Türkiye’de klasik müziğe ve eski seslere tutunmaya çalışan, eski seslerde kaybettiği değerleri arayan insanlar var ve bu insanlar bir ölçüde yozlaşma ve seviyesizleşmeye, zevksizliğe, sıradanlığa ve modern zamanların kabalık ve görgüsüzlüğüne direnmeye çalışıyor.

    Ben konuyu, Kur’ân-ı Kerîm’den bir ayete dayandırarak anlama ve izah etme gayreti içindeyim. Allah (Celle Celâluhu) Tîn suresinin dört ve beşinci ayetlerinde “Biz insanı ahsen-i takvîmde (en güzel surette) yarattık… sonra onu esfeli sâfilîne (aşağıların en aşağısına) düşürdük” buyuruyor. Konudan uzak olanlar için bu anlamsız bir yaklaşım olabilir ama ahsen-i takvîmde yaratılan insan, aşağılara doğru düştükçe, sürekli düşüşte olan bu insanın yaşama biçimi, hâl ve tavırları ile birlikte zevk ve beğenileri de onunla birlikte aşağı yuvarlanıyor olsa gerektir.

    Ahsen-i takvîm’den esfeli sâfilîn’e indikçe yok olan güzellik algısı

    Güzellik algısı izafi ve herkesin güzel algısı farklı gibi görünmektedir. Güzellik algısının izafi görünmesi normal ve fıtrîdir. Önemli olan bu algının seviyesini yükseltmektir ki bunu yükseltmek veya düşürmek insanın kendi elindedir. Güzellik algısı, kişinin yaratıcısı ile olan ilişkisine bağlı olarak rafine olur ve seviyesi de yükselir. Kişinin yaratıcısı ile olan ilişkisini, Allah’a gerektiği gibi iman etmek olarak ifade edebiliriz. Takva ve iman, kişinin ruhunu incelttiği, amellerini düzgünleştirdiği gibi, buna bağlı olarak bedii zevklerini de geliştirir ve yükseltir. Takva ve iman sahibi, varlığı yaratıcısından ayrı düşünmez ve varlıkta Yaratıcının yansımalarını görür. Allah’a iman konusunda zayıf, O’nun emir ve yasaklarına göre yaşamayan ve fakat dünyevi anlamda zenginliklere sahip olan kişinin güzellik algısı ve seviyesi de aslında aşağı seviyelerdedir. Allah insanı “ahsen-i takvîm”de yaratmıştır, insan Allah’tan uzaklaştıkça ve “esfeli sâfilîn” düzeyine indikçe bedii zevkleri de bu düzeye iner. Biz bu insanlara karşıdan baktığımızda toplumsal refah ve zenginlik açısından yüksek seviyelerde ve zevk-i selîm sahibi olduklarını zannederiz, hâlbuki durum hiç de göründüğü gibi değildir. Yani, güzellik algısı kişinin ahsen-i takvîm ile esfeli sâfilîn arasında durduğu yere göre değişiklik arz eder. Bu durumu güzellik algısında izafilik olarak algılamaktayız, yani güzellik algısının izafi olduğunu bize düşündürten şey budur. İzafilik, bu iki uç nokta arasında bulunan yere göre değişir ve ahsen-i takvîm ile esfeli sâfilîn arasındaki mesafe de çok uzaktır. Ahsen-i takvîmde yaratılan insan Allah’a iman ettikçe bu yerini korur, imandan uzaklaştıkça da esfeli sâfîline doğru iner. İnsan Allah’tan uzaklaştıkça bedii zevk de körelir, esfeli sâfilîne doğru indikçe bu zevk kararır, ilahi olan güzellik algısı şeytan tarafından bozulur, saptırılır. Güzellik algısı bu bakımdan insanın bulunduğu yere göre değişiklik arz eder. Yani Allah’a iman ederek ahsen-i takvîmdeki durumunu koruyan insanın güzellik algısı ve zevkleri ahsen-i takvîme uygundur, iman etmeyen ve böylece esfeli sâfîline doğru inen insanın güzellik algısı ve zevkleri de esfeli sâfîlîne uygundur. Allah’a iman, bedii zevki rafine eden, parlatan ve sanat ürünlerinin Yaratıcı ile bağlantısını da kuran bir şeydir. Allah’a iman ile başlayan bir sanat ve bu sanat eyleminin ortaya koyduğu eser de gerçek anlamda bir “eser” olacaktır. Naçizane gerçek sanatın ve sanatçılığın, Allah’ın “yaratıcılık” sıfatının bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Özellikle Allah’a iman etmiş Müslüman bir sanatçı, ortaya koyduğu sanat eserinin gerçek sahibinin, kendisine öncelikle bu sanatı icra etme kabiliyeti ve sonrasında da ilhamını lütfeden Allah olduğunun idrakindedir. Allah’a iman etmiş olan bir sanatçı, ortaya koyduğu eserin gerçek sahibini bildiğinden, “benlik” denilen şeyi kendiliğinden aşmış bir sanatçı profilidir. Sanat, aslında Allah’ın esmâ-i hüsnâsından insana süzülüp gelen bir ilahi eylemdir. Sanatçı, kendisine lütfedilen bu kabiliyeti ile aslında Allah’ın sıfatlarından birini yine O’nun ilhamı ile işler ve ortaya sanat eseri adını verdiğimiz ürünü çıkarır. Bunun bilinciyle sanatını icra eden sanatçının imanı ve bu iman ile sanatını icra ediyor oluşu, ahsen-i takvîm hâlini muhafaza ettiğinin de bir göstergesidir. Eğer sanatçı ahsen-i takvîm hâlini muhafaza ediyor ve sanatını da bu hâli ile icra ediyorsa, mutlak olarak ortaya koyduğu sanat eseri de ahsen-i takvîm hâl ve seviyesinde bir sanat eseri olacaktır. Çünkü ahsen-i takvîmini Allah’a gerektiği gibi iman ederek koruyan bir sanatçı, sanatının ana malzemesi olan varlığa da bu zaviyeden bakmakta ve bu zaviyenin kendisine kazandırdığı, gösterdiği muazzam perspektifle varlığı algılayıp ondan gördüğü ya da işittiğini sanat eserine dönüştürmektedir. Ama daha da önemlisi, Allah’a iman eden bir sanatçının, Allah’ın eseri olan varlık âlemine bakarken hissettikleridir. Çünkü kendisine lütfedilen bir nevi “ilahi vasıf” yani sanatçılık, onu varlığa sıradan bir insanın baktığı gibi baktırmaz, varlığı sıradan bir insanın gördüğü gibi gördürmez. O, mükemmel ahenkli yaratılmış varlığın her zerresinde Allah’ı görür, O’na şükreder, bu bakışla aslında O’nu zikreder ve sanatını da bu şuurla icra eder. Estetik veya güzellik algısı Allah’a imandan ayrı düşünülemez. Güzellik ve güzellik algısı, imanın cüzlerinden biridir çünkü güzelliğin sahibi ve yaratıcısı Allah’tır.

    Dolayısıyla insanın güzel müzik bestelemesi veya dinlemesi noktasında güzel müzik algısı ve seçimi de aslında tamamen ahsen-i takvîm ile esfeli sâfilîn arasında bulunduğu yere bağlıdır. O bakımdan naçizane insanın beğeni ve zevklerinin Allah’a imanına, O’na olan yakınlığına bağlı olduğunu, hatta güzellik algısının ve beğenilerinin de Allah’a imanının bir göstergesi olduğunu düşünüyorum.

    Modern sanatın ve sanatçının bunalımı ve modern insanın ve insanlığın beğeni ve zevk düzeyi de bence bununla ilgilidir. Müzik zevk ve tercihinin de insanın ahsen-i takvîm ile esfeli sâfilîn arasındaki yerine bağlı olarak değiştiği kanaatinde olduğumu tekrar vurgulamak istiyorum. İnsan, kıyamet yaklaştıkça esfeli sâfilîn olan inişini sürdürüyor. Bu inişin her katında, bulunduğu kata uygun müzikler çalınıp söyleniyor. Bugün içinde bulunduğumuz durumu da, içinde bulunduğumuz durumun göstergesi olan müzikleri de bu sebebe bağlıyorum.

    * Prof. Dr.,, İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü.