TÜRKİYE’DEKİ FELSEFE EĞİTİMİNİN GELİŞİMİNDE ALMAN FİLOZOFLARIN ROLÜ
Manuel Knoll*
Osmanlı İmparatorluğu devrinde yurtdışına okumaya giden öğrenciler genelde Fransa’yı seçmişti. Osmanlı yöneticileri ve seçkinleri Fransızcayı ikinci dilleri gibi konuşurdu. 1868 yılında kurulan Galatasaray Lisesi’nin etkisi burada yadsınamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme sürecinde, özellikle 1933 ve sonrasında, Osmanlı Devleti’yle özdeşleşen Fransız eğitim usulü geri planda kalmıştır. Osmanlılar ve Almanların yakın ilişkiler kurduğu I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya, yurtdışında okumak isteyen Türk öğrenciler için yeni ve önemli bir merkez hâline geldi. 1933’ten sonra sürgün edilen Alman filozoflar sayesinde Türk üniversitelerinde seküler felsefenin gelişimi altın devrini yaşadı. Alman hocalar, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kurulumunda da önemli roller oynadılar. Türk üniversite reformunun önemli bir paydaşı oldular. Biz de bu makalede bu gelişmeleri ve özellikle İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü inceleyeceğiz. Bununla birlikte, 1950’lerde Türk üniversitelerinde birkaç dönem ders veren Alman filozoflara ve felsefi antropologlara da değineceğiz.
İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasından önce Almanya ve Türkiye’deki gelişmeler
Adolf Hitler Almanya’da iktidara geldikten kısa bir süre sonra “Profesyonel Kamu Hizmetinin Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Kanun” (Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums) 7 Nisan 1933’te yürürlüğe girdi. Bu kanunun amacı, komünistler, sosyal demokratlar ve Yahudi kökenliler gibi siyasi açıdan istenmeyen kişileri kamu hizmetinden men etmekti. Bu yasa gereğince, 1933-1935 arasında Alman üniversitelerinde işten kovulma dalgaları yaşandı. Kanunun üçüncü maddesi özellikle “Aryan paragrafı” olarak anılıyordu ve Aryan olmayanları kamu hizmetinden azletme amacı taşıyordu. Paragrafta kısıtlayıcı bir ırk tanımı uygulanmıştı. Buna göre, “Yahudi” olmak dinî bir mensubiyet değil, “Yahudi ebeveyni olan” herkes anlamına geliyordu. Yahudi kökeni nedeniyle işini kaybeden birçok üniversite hocası arasında antropolog, filozof ve sosyolog Helmuth Plessner de vardı, Almanya’yı terk etmiş ve 1933 sonuna kadar İstanbul’da kalmıştı.
1933’te Avusturyalı hekim ve patolog Philipp Schwartz (1894–1977), Yahudi kökeninden dolayı Frankfurt’taki hocalığını kaybetti. İsviçre’nin Zürih kentine göç etti ve kısa bir süre sonra “Yurtdışındaki Alman Bilim İnsanları Acil Durum Derneği”ni (Notgemeinschaft Deutscher Wissenschaftler im Ausland) kurdu. Bu derneğin amacı, Nazi Almanya’sında zulüm gören ve yurtdışında iş bulmaya zorlanan hocalara yardım etmekti. 1933’te Schwartz ve Albert Malche (1876–1956, Cenevre Üniversitesi’nden İsviçreli bir pedagoji profesörü), Türk Milli Eğitim Bakanı Doktor Reşit Galip’le bir araya gelirler. Bu buluşmanın amacı, zulüm gören hocaların İstanbul Üniversitesi’ne kabul edilmesini görüşmektir. Galip, Türk Üniversite Reformunun “gerçek bir mimarıydı”; reform ise 1923’te kurulan genç Cumhuriyetin ve Atatürk’ün kültürel politikalarının önemli bir kısmını oluşturuyordu. Schwartz, İstanbul Üniversitesi Patoloji Bölümünün başına geçecek ve bu görevi 1953 yılına kadar devam ettirecekti.
İstanbul Üniversitesi 1933’te kurulmadan önce Türkiye’de sadece bir yüksek öğretim kurumu vardı: Dârülfünûn. 1900’de kurulan bu seküler kurum, Avrupa üniversitelerini model alıyordu. 1931’de Türk hükümeti Dârülfünûn reformu başlattı. 1932’de profesör Albert Malche, İstanbul’a davet edildi ve Dârülfünûn hakkında bir rapor hazırladı. Malche’nin raporu çok önemliydi ve kapsamlı bir reform çağrısı yapıyordu. Rapora göre Dârülfünûn: “Hiçbir araştırma ya da yayın yapmayan bir eğitim kurumundan ibaretti; öyle büyük bir yetkisi vardı ki hükümetle ve toplumun geri kalanıyla temasını yitirmişti; hocaların öğretim teknikleri arkaikti; öğrencileri ezberlemeye zorlamaktan başka bir şey yapmıyordu; hocaların maaşı düşüktü, bu yüzden ek iş yapmak zorunda kalıyorlardı, çok az öğrenci yabancı dil biliyordu, vs.” (Irzık 2011: 158)
Mayıs 1933’te Üniversite Reformu Kanunu Türkiye’de yürürlüğe girdi. Dârülfünûn, 31 Temmuz’da toptan lağvedildi. Ertesi gün İstanbul Üniversitesi kuruldu: “Dârülfünûn’un 240 üyesinin 157’si görevinden uzaklaştırıldı, işini kaybedenlerin 71’i tam zamanlı hocaydı” (Irzık 2011: 158). Dârülfünûn’un toptan lağvedilmesinin sebepleri hem akademik hem de siyasiydi. Belli ki Atatürk’ün reform planlarında bu kuruma yer yoktu.
İstanbul Üniversitesi’nin kurulması
Türk Üniversite Reformunun amacı, Batılı modeli izleyerek Türk üniversitelerini (tekrar) kurmaktı. 1933’teki Reform sebebiyle yeni kurulan İstanbul Üniversitesi’ne tecrübeli akademisyen alınacak olması, aynı yıl işlerini kaybetmiş Alman akademisyenler için talihli bir durumdu. Türkiye, kovulan Alman akademisyenlerden otuz tanesini işe almayı kabul etti. Hepsi aileleriyle birlikte Ekim 1933’te İstanbul’a geldi. Schwarz’ın organizasyonunun büyük bir başarısıydı bu; otuzunun da “yetkin” akademisyen olduğunu garanti etmişti. İşe alım sırasında adaylarla hiçbir mülakat yapılmamış olması kayda değerdir; sadece CV’leri iletilmişti.
Dârülfünûn’daki çoğu disiplin esasında Fransız etkisi altında olsa da İstanbul Üniversitesi’ndeki pek çok bölüm özellikle Alman etkisi altına girmişti. İşe yeni alınan tam zamanlı yabancı hocalar erkekti, çoğunun mevkisi yüksekti ve bölüm başkanlığı yapıyorlardı. Toplamda 31 Türk, 38 de Türk olmayan tam zamanlı hoca vardı. Ayrıca 33 de Türk olmayan asistan ya da tekniker vardı, bunlardan bazıları kadındı. Bu yüzden, Gürol Irzık “zamanının en iyi Alman üniversitesi” ifadesini kullanır (Irzık 2011: 162–66). İstanbul Üniversitesi’ne kabul edilen yetkin akademisyenleri kısaca şöyle anabiliriz: Matematikçi Richard von Mises (1933-39, daha sonra Harvard Üniversitesi), astronom Erwin Finley Freundlich (1933-36, daha sonra St. Andrews Üniversitesi), matematikçi William Prager (1933-41, daha sonra Brown Üniversitesi), fizikçi Arthur von Hippel (1934-35, daha sonra Kopenhag Üniversitesi ve MIT), ordoliberal ekonomist Alexander Rüstow (1933-49), ordoliberal ekonomist Wilhelm Röpke (1933-37, daha sonra Cenevre Üniversitesi), edebiyat eleştirmeni ve dilbilimci Leo Spitzer (1933-36), kültür bilimci ve filolog Erich Auerbach (Spitzer’in kürsüsünü 1936’da devralmış ve 1947’ye kadar bu kürsüde kalmıştır), toplum bilimci ve ekonomist Gerhard Kessler (daha sonra Göttingen Üniversitesi), ekonomist Fritz Neumark (1933-52), hukukçu Ernst Hirsch (1933-43), ve Arapbilimci Helmut Ritter (1936-49, daha sonra Frankfurt Üniversitesi).
Hans Reichenbach ve İstanbul Üniversitesi, Felsefe Bölümü
İstanbul Üniversitesi’nde işe başlayan muazzam akademisyenler arasında Hans Reichenbach (1891–1953) da vardı. Reichenbach, 1933’te tam zamanlı sistematik felsefe hocası oldu ve felsefe bölümünün başına getirildi. Reichenbach, hem bir doktor hem de bir felsefeciydi ve Erkenntnis adlı derginin editörüydü. Aynı zamanda “bilimsel felsefe”nin öncü temsilcilerinden biriydi; buna göre felsefe, bilimsel metodolojinin rehberliğinde ilerlemeliydi ve bilimsel bir girişim olarak anlaşılan felsefede mantık ve matematik merkezî bir rol oynamalıydı. Bir bilim felsefecisi olan Reichenbach, kendi yaklaşımına “mantıksal empirizm” demişti, ki kendisiyle bağdaştırılan “Berlin Grubu”nun da yaklaşımlarından biridir bu. Reichenbach, kendi yaklaşımını “mantıksal pozitivizm” ile karşılaştırmıştı; bilindiği üzere, Viyana çevresi üyeleri ve özellikle Rudolf Carnap (1891–1970) ve Moritz Schlick (1882–1936) mantıksal pozitivizmi geliştirmişti. Olasılık teorisine odaklanan Reichenbach, hem pozitivizmi hem de tarihsel bir disiplin olarak görülen felsefeyi eleştiriyordu ve sistematik bir felsefe olması gerektiğini savunuyordu.
Reichenbach, İstanbul’a gelmeden önce Oxford Üniversitesi’nden de bir teklif almıştı ama bu teklif sadece bir yıllık bir pozisyon içindi. İstanbul Üniversitesi’yle imzaladığı beş yıllık yenilenebilir sözleşme belli ki daha çekiciydi, üstelik maaşı da aylık 5300 dolardı, seyahat masrafları da ayrıca karşılanıyordu. Reichenbach, felsefe bölümünde özellikle sembolik mantık, epistemoloji ve bilim felsefesi dersleri veriyordu. İstanbul Üniversitesi’ndeki en büyük başarılarından biri de iyi bir bölüm kütüphanesi kurulması için fon bulmasıydı. Bergson ve Durkheim gibi Fransız düşünürlerin etkisi altındaki bazı Türk hocalar, bölümdeki mevkilerini korumuştu. Fakat Reichenbach onların liyakatlerini sorgulamış ve bölümün diğer üyeleri hakkında negatif raporlar yazmıştır. İşten çıkarmalara da neden olan bu tarz davranışlar, bazı Türk meslektaşları arasında hınç ve düşmanlığa sebep olmuştur.
Felsefe bölümünde ayrıca psikoloji, sosyoloji ve pedagoji dersleri veriliyordu. Daha sonra bu disiplinler bölüm hâline gelerek özerkliğini kazandı. Öğrencilerin dört yıllık lisans eğitimi boyunca her dönem Fen Fakültesinden üç ders almaları zorunluydu. 1937 yılında Edebiyat Fakültesi de doktora derecesi vermeye başladı. Bölümde yetenekli bazı asistanlar vardı, Türk hükümetinin verdiği burslarla Almanya’da eğitim görmüşlerdi. Felsefe öğrencileri genelde sadece Türkçe konuştukları için asistanlar Reichenbach’ın derslerini Türkçeye tercüme etmek zorunda kalıyordu. Bu sayede Türkiye’de “mantıksal empirizm”in de yayılmasını sağlamışlardır. Ancak bazıları bu akımı ciddi şekilde eleştirmiştir. 1930’larda metafizik ve İslam felsefesi dersleri kapatıldı. Bu dönemlerde, İslam felsefesi Türkiye’de ana akımdı. Reichenbach, Türkiye’de geçirdiği beş sene boyunca çok verimli çalıştı. Kariyerinin en önemli ve başarılı dönemlerinden biriydi.
Reichenbach, 1934’te üniversiteyle bozuşmuş ve bazı mevzular yüzünden şikâyetlerini dile getirmiştir. Güçlü Türk milliyetçiliğinden dert yanmış ve “Türkiye’nin Batı Avrupa’yla sevgi-nefret ilişkisi kurmasından” mustarip olmuştur (Irzık 2011: 172). Diğer şikayetler de şunlardı: “Öğrencilerin seviyesi çok düşüktü, birkaç idealist dışında üniversite yönetimi bilimsel eğitimin nasıl olması gerektiğini pek anlamıyordu, ülke o kadar fakirdi ki modern bilimsel bir üniversiteyi destekleyemiyordu, yukardan dayatılan Türk reformu bir tür ‘aydınlanmacı mutlakçılık’ idi ve pek işe yaramıyordu, bu yüzden çok yalnız hissediyordu” (Irzık 2011: 172). 1936’da Reichenbach, sözleşmesinin feshedilmesini istedi ama bakanlık bu talebi reddetti. Buna bir tepki olarak Türkçe öğrenmeyi bıraktı ve ABD’de bir iş bulmak için umutsuz girişimlerde bulundu. Nihayet, 1938 yazında, sözleşmesi sona ererken Reichenbach, Los Angeles, California Üniversitesi’nde bir kadro bulup ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti. Türkiye’de Reichenbach felsefesinin bazı eleştirmenleri vardır, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu bu isimlerden biridir. Öğrencilerinden bazıları liselerde öğretmen olmuş ve hem eski öğrencisi hem asistanı Nusret Hızır ve meslektaşı Hilmi Ziya Ülken, Ankara Üniversitesi’nde profesör olmuştur.
Reichenbach gittikten sonra İstanbul Üniversitesi, Felsefe Bölümü
Reichenbach, felsefe bölümünün başındayken, Ernst von Aster’in (1880–1948) işe alınması için yoğun kulis çalışması yapmıştır. Aster, yeni Kantçı bir filozoftu ve Reichenbach’ın 1912-13 yıllarındaki hocasıydı. Reichenbach’ın girişimleri başarıya ulaştı ve böylece Aster 1936’da işe başladı. Aster’in Giessen Üniversitesi’ndeki kadrosu 1933’te siyasi nedenlerden dolayı elinden alınmıştı; Aster solcu ve savaş karşıtıydı. İstanbul’a gelmeden önce İsveç’e sürgün edilmişti. Reichenbach, 1938’de ABD’ye göç ettikten sonra Aster yeni bölüm başkanı oldu ve 1948’deki ani ölümüne kadar bu görevini devam ettirdi. Aster’in bölümdeki esas rolü, felsefe tarihi dersi vermekti.
1943’te klasik filolog ve tarihçi Walther Kranz (1884–1960), Ernst von Aster’den ve İstanbul Üniversitesi’nden bir teklif aldı. Kranz, teklifi kabul etti ve 1950’ye kadar İstanbul Üniversitesi’nde görev aldı. 1944-1950 arasında felsefe tarihi, Alman dili ve edebiyatı kürsülerinde hizmet verdi. Kranz’ın eşi Yahudi olduğundan Nazilerin zulmüne uğramıştı. 1935’te daha düşük bir okula gönderilmiş ve 1937’de hocalık ehliyetini tamamen kaybetmişti. Kranz, Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff’un ve Hermann Diels’in öğrencisiydi. Diels’in ilk kez 1903’te yayınladığı Sokrates-öncesi Filozoflar eserinin 1951-52’de yayınlanan altıncı baskısının editörlüğünü de yapmıştır.
Aster 1948’de öldükten sonra Takiyettin Mengüşoğlu (1905–1984), felsefe bölümünün yeni başkanı oldu. Bu dönemde bölümde “mantıksal ampirisizme ve özellikle Hans Reichenbach’a açıkça düşmanlık eden felsefi akımların gelişimini görebiliriz” (Rourse 2022: 27). Mengüşoğlu, Alman ontolojisine ve felsefi antropolojiye özellikle ilgiliydi ve bu akımların gelişmesine katkıda bulundu. 1950’de Heinz Heimsoeth (1886–1975) yeni bölüm başkanı oldu. Heimsoeth, Kant ve felsefe tarihi üzerine çalıştı ve 1952’ye kadar bölüm başkanlığı yaptı.
1950’lerde bazı Alman filozoflar ve felsefi antropologlar birkaç dönemliğine Türk üniversitelerinde ders verdi: Sosyolog, tarihçi ve filozof Hans Freyer (1887–1969), filozof, antropolog ve sosyolog Arnold Gehlen (1904–1976), filozof Erich Rothacker (1888–1965), 1953–55 arasında İstanbul Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulunan Ritter ekolünün kurucusu filozof Joachim Ritter (1903–1974) bu isimler arasındadır. Gehlen haricindeki tüm bu filozoflar nasyonal sosyalistti; hatta Rothacker ve Ritter, Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin üyeleriydi. 1950’lerde felsefi antropoloji ve ontoloji İstanbul Üniversitesi’nde önemli bir rol üstlenmiş ve etkinliğini en az 20-30 yıl devam ettirmiştir.
* Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi, Siyaset Teorisi ve Felsefesi Öğretim Görevlisi
Kaynaklar
Gürol Irzık, “Hans Reichenbach in Istanbul,” Synthese 181, (2011): 157–180.
Pascale Roure, “Logical empiricism in Turkish exile: Hans Reichenbach’s research and teaching activities at Istanbul University (1933–1938),” Synthese 200 (2022): 265, 1–37.