“MASİVANIN İÇİNDE VATAN TUTMA!” DERVİŞLER NİÇİN SEYAHAT EDER?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hasan Sevil

    Bu yazı, geçmişte derviş zümrelerinin yaptığı seyahatleri ele alacağından, yazıda evvelemirde “Dervişler niçin ve nasıl seyahat yaparlardı?” sorusunun cevabı aranacaktır. Dervişler elbette geçmişte olduğu gibi bugün de seyahat ederler; hatta bazı açılardan maksatları geçmiştekilerle aynı olabilir. Ancak günümüzde kadim zamanlardaki gibi bir seyahat pratiğinden tam anlamıyla söz etmek pek mümkün değildir. Dervişlerin seyahatleri genel itibariyle iki ana başlık altında incelenebilir: İlki, bir salikin mürşidinin isteği ve iradesiyle seyahate çıkmasıdır. İkincisi ise bir salikin hakikati arayış istikametinde kendi iradesiyle seyahate çıkmasıdır. Bu noktada seyahatlerin motivasyonları farklılık gösterebilir. Ayrıca içsel ve dışsal seyahat türlerinden de söz edilebilir. Bu iki tür, birbirini besleyen süreçler oldukları için dervişler içsel ve dışsal seyahat arasında mutlak bir ayrım yapmamışlardır.

    Yunus Emre hazretleri, bilindiği üzere şeyhi Tapduk Emre’nin emriyle bir seyahate çıkar. Nasibini aramak maksadıyla ve aynı zamanda bir görevlendirmeyle yola koyulur. Menkıbede anlatılan Tapduk Emre’nin elindeki asasını atması ve asanın düştüğü yere Yunus Emre’nin gitmesi, günümüz tabiriyle bir metafordur. Orada bir nokta, bir hedef belirlenmiş ve o hedef istikametinde mürşit müridini belirlediği noktaya irsal etmektedir. Yunus Emre’nin seyahatine benzeyen bir başka örnek de Eşrefzâde Abdullah Rûmî hazretlerinin Hacı Bayram Veli tarafından seyrüsülûkunu ikmal için Hama’ya gönderilmesidir. İrşada kabiliyetinin ya da bir başka ifadeyle Abdullah Rûmî’nin potansiyelinin mürşit nazarıyla Hacı Bayram Veli tarafından görülmesi ve bunun açığa çıkması için yola çıkmıştır. Oraya gittikten sonra yine Anadolu coğrafyasına dönmüş, dünyadaki zahirî seyahati İznik’te nihayet bulmuştur.

    İkinci tür seyahate örnek olarak Muhyiddîn İbn Arabî hazretlerinin yolculuğu verilebilir. Bilindiği üzere İbn Arabî Endülüs’ten yola çıkarak bütün Kuzey Afrika’yı kat etmiş ve o coğrafyalarda ikamet etmiştir. Fas, Tunus, Kahire, Kudüs, Konya, Sivas ve Malatya gibi dönemin önemli ilim ve kültür merkezlerinde konaklamış ve zahirî dünyadaki seyahati Şam’da son bulmuştur.

    Ömrünün tamamını seyahatle geçiren sufiler de olmuştur. İbrâhim b. Edhem hazretleri varlıktan, yani tasavvuf literatürü içerisinde Hakk’tan başka her şeyi tabir eden “masiva”dan vazgeçmiştir. Yola çıkmış kişinin masivası, kendisini yolculuktan alıkoyacak meşguliyetler ve engellerdir. Bu meşguliyet ve engellere Hakk için bakarsak, biz ondaki hakikat arayışı içerisinde masivadaki, mahlukattaki, eşyadaki fenayı müşahede edersek o zaman, o meşguliyet ve engellerin bizim için bir anlam ya da değer ifade etmesi söz konusu değildir. Masivayı tamamen terk etmesi ve yollara düşmeyi tercih etmesi dolayısıyla İbrâhim b. Edhem hazretleri tasavvuf literatüründe sembolik hüviyete sahip olmuştur. O, hayatı boyunca seyahati tercih etmiş ve Kuds-i Şerif’e kadar gitmiştir. Kendisinin yolunu takip edenler, o yola salik olanlar da onun meşrebini devam ettirmişlerdir. Literatürde bu yola Edhemiyye ismi verilmiştir. Daha sonra bu yolun yerleşik tekkeleri de olmuştur. Bu tekkeler aynı maksatla sefere çıkanları misafir etmiştir.

    Akademide ve akademi dışında sıkça dile getirilen klişe bir söylem vardır: “Dervişler bir yere orayı İslamlaştırmak amacıyla giderler.” Aslında bu yargı tam olarak doğru değildir. Bir derviş, bir yere orayı İslamlaştırmak amacıyla gitmez. Tarih boyunca derviş zümrelerinin seyahatlerinin böyle bir sonucu olmuştur; fakat bu dervişler, “derviş oldukları” için böyle olmuştur, “misyoner oldukları” için değil. Başka bir diyara giden dervişlerin hayatlarındaki güzelliğe şahit olan kimseler, ister istemez bu güzelliğin kaynağının ne olduğunu düşünür, onu algılar ve bu güzelliğe sahip olan kimse gibi olmaya özen gösterir, onunla özdeşleşir. Yoksa dervişler misyoner değillerdir ve herhangi bir coğrafyayı İslamlaştırmak gibi bir dertleri de yoktur. Ayrıca dervişler çoğunlukla zaten İslam’ın hâkim olduğu beldelere seyahat etmişlerdir. Elbette bazı mürşitler müritlerini farklı inançların ve dinlerin hâkim olduğu bölgelere de göndermişlerdir.

    Cenâb-ı Bârî teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inin ilk sûresi olan Fâtiha sûre-i celilesinde birçok hususun yanında bir kelimeye dikkatlerimizi çekmiştir: “sırat.” “Sırat” kelimesi burada yol anlamında kullanılmıştır. Yine aynı şekilde tarikat denilen kurum, kendi kurumsallığını “yol”, yani “tarîk” metaforu üzerine bina etmiştir. Tarikatın eylem tarafı olan tasavvuf, yani “durulma,” “arılaşma” manasındaki “tasaffî” etme eylemi de seyrüsülûk olarak isimlendirmiştir. Bu kavrama iki ayrı anlam verilebilir. İlki sülûkun seyri, ikincisi (aradaki “i” harfini izafet değil de “ve” anlamında kullanırsak”) seyir ve sülûk manasına gelebilir. Sülûk kelimesi yola koyulmak anlamındadır. Yola koyulmak mürit-mürşit ilişkisi içerisinde, kendi iradesiyle müridin iradesinden vazgeçip o yolun prensip, usul, erkân ve adabına tabi olarak hayatının seyrini şekillendirmeye karar vermesidir. Bu itibarla seyr dediğimiz şey zaten bir seyahattir ve tarikat işinin fiilidir. Tarikatın, tasavvuf anlamındaki eyleminin adı seyrüsülûktur. Bu da yolculuk manasındadır.

    Hakikat ehli yolları anlatırken, yolu tarifin ötesine taşan bir ilkeye atıfta bulunur: “Allah’a ulaşan yollar mahlukatın nefesleri adedincedir.” Her ne ki yaratılmışsa onların nefesleri adedince Allah’a ulaşan yol vardır. Tasavvuf mesleği tam manasıyla yol ve yolculuk kavramları üzerine bina edilmiştir. Bunun için tarikat ıstılahında, günlük hayatta kullanılan bazı kelimeler ilgili terminolojiye göre yasaklı kelimeler olarak nitelenmiştir. Mesela, “ölmek” kelimesi yerine “göçtü” denir. Nitekim “Yunus öldü diye sala verirler” mısrası bu inceliğe bir gönderimde bulunmaktadır. Çünkü insanlığını tahakkuk ettirmiş insan için ölmek yoktur. Biyolojik olarak insan olmanın ötesinde insanlık vasıflarıyla donanan, yani davranışlarıyla, tefekkür dünyasıyla, yaşantısıyla insan olabilen kimse için ölüm söz konusu değildir. Bunun yerine, seyahatle ilgili bir kavram olarak göçtü tabiri de kullanılır. Tasavvuftan günlük hayata intikal eden bir başka kelime ise “göçtü” kelimesinin Arapça tercümesi sayılabilecek “irtihal”dir. Bu kelime, bir yerden bir yere göç etme anlamına gelen “rihlet”ten gelir. Bu tabir sözlük anlamına yeni anlamlar yüklenerek aynı zamanda seyahat manasına da kullanılmıştır.

    Cenab-ı Hakk Kitab-ı Kerîminde kendi dostlarını anlatırken onların seyahat ettiklerinden bahseder (Tevbe suresi, 9:122). Bir başka ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk seyr kelimesini emrederek buyuruyor ki “Yeryüzünde gezin de, Allah’ın ayetlerini yalanlayanların sonu nice oldu, görün!” (Neml suresi, 27:69). Peygamber Efendimiz ise “Seyahat edin, sıhhat bulun” buyurmuş ve seyahati sağlıkla ilişkilendirmiştir. Bedeni sağlığın yanında zihnî, yani tefekkür dünyasının sağlığa erişmesi seyahat ile mümkündür. İnsanoğlunun yeryüzüne gönderilişi ve gelişinin yegâne sebebi göndereni, var edeni, hayatiyetini devam ettireni ve döndürülecek olduğu mercii tanımaktır. “Ircıî” emri, geri dönmek anlamına gelir. Hz. Mevlânâ’nın koparıldık dediği Allah’tan geliş (mebde) ve Allah’a dönüş (mead) bir yolculuktur. Onun için “göçtü” veya “yürüdü” tabiri kullanılır. Yürümek de malum fiil olarak yolculuk esnasında temel eylemlerden birisidir.

    Tasavvufun aslı seyr ü sefer olduğu için hakikate erenler seyr kavramını şu şekilde çeşitlendirmişlerdir: Seyr ilâllah (Allah’a seyir), seyr maallah (Allah’la seyir), seyr fillah (Allah’da seyir), seyr minallah (Allah’tan seyir). Bu seyrler, seferin tarifi ve menzillerinin tespitidir. Tasavvufi yolculuk içsel bir seyahat olduğu için O’na doğru bir yolculuk olarak başlar, O’na ulaşılır, O’nunla sefer edilir ve O’ndan sefer edilir. Sonra da O bir yerde kalmaz, her yerde olur. Bundan sonraki adım “halvet der encümen” olur. Burada Tarîk-i Nakşibendî silsilesinde önemli bir yere sahip olan Abdülhâlik Gucdüvânî hazretlerinin tespit ettiği kaidelerden biri olan “sefer der vatan”dan bahsedilebilir. Tarikatın eylem kısmının akışını anlatan “sefer der vatan” kaidesinden maksat hakikat arayışının sürekliliğidir. Hakikat arayışı O’nu tanımak ve daha fazla tanımak, sonra O’nu daha fazla tanımak için müşahedatımızın ve müktesebatımızın, yani gördüklerimizin ve birikimlerimizin sonucunda Cenab-ı Hakk’a doğru hep bir adım öteye gideceğimiz için manevi seferde Cenab-ı Hakk’a yakınlık kesp etmektir. Bu yakınlığın vardığı kemal seviyesinde de O’nun gören gözü, tutan eli ifadesine dahil olunur.

    Zahirî ve Bâtınî Seyahatlerin Birleşmesi

    Başlangıçta yola niyet etmiş birisi niçin seyahat eder? Kişinin yaşam tarzı, tefekkürü ve dinin yorumu olarak böyle bir yola koyulacağım demesinin sebebi zahir ve batınıyla tefekkür dünyasını geliştirmektir. Bunun zahirî sebeplerinin en önemlilerinden birisi hac farizasıdır. “Yola gücü yetenler” der Cenab-ı Hakk hac için. Dervişlik Allah’ın emirlerine daha gönülden ve daha deruni duygularla sarılmayı icap ettirdiği için imkân ve şartlarını ikmal edenler hacca gider. Hacca yapılan seferin seyri önemlidir. Nitekim yüzyıllar içinde gelişen seyahat literatüründe hac anlatıları başköşeyi tutar.

    Hacıların konakladığı Hindîler, Özbekler ve Afganlar tekkeleri vardır. Bunlar hac yolu güzergahı olan İstanbul ve Kudüs gibi şehir merkezlerinde bulunurlar. Dervişlerin hac yolculuğu esnasında, Haremeyn-i Şerifeyn’e ve Kuds-i Şerîf’e yapılan seferler esnasında beşerî ihtiyaçlar için konaklayacağı menzil bu tekkeler olmuştur. Bu tekkelerde ikametin süresi ve mahiyeti belirli kurallara bağlanmıştır. Mesela Kudüs’teki Hindîler Dergâhı bir Rifaî tekkesidir, fakat Hindistan’dan oraya gelen başka yolların dervişleri de orada konaklamıştır. Bu noktalarda, dervişler birbirlerinin tefekkür dünyasına, hayat tarzına, tasavvuf pratiklerine, din ve tarikat hususundaki düşüncelerine muttali olurlar. Dervişlerin seyahatlerinin pratik faydalarından birisi bu karşılaşma noktalarındaki fikrî alışveriştir. Seyr illallah ve seyr maallahın içerisinde burada gördükleri, tefekkür dünyalarının genişlemesine vesile olur.

    Bununla birlikte aslında tekkelerde dünya kelamı konuşmak çok âdetten değildi. Peki dervişler, bir araya geldiklerinde neleri düşünürler ve konuşulardı? Sufi ve âlim olan Abdülganî Nablusî hazretleri Kudüs’e yaptığı iki seferden birisini müstakil olarak Kudüs Seyahatnamesi olarak kaleme almıştır. Seyahatnamesinde anlattığı üzere bu seyahati sırasında Mescid-i Aksa’nın civarındaki Edhemî Dergâhına gitmiş ve oradaki dervişanla beraber Mescid-i Aksa’ya vasıl olmuştur. Orada İmam Nablusî’ye birtakım sorular yöneltilmiş, Hazret akşam ve yatsı arasında kendisine yöneltilen sorular hakkında küçük bir risale kaleme almıştır. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere bu tip hadiseleri dervişler marifetullahı tahsil için bir fırsat bilmişlerdir. Yani kupkuru bir gezginlik anlamında değildir onların yolculukları. Sadece dervişlerin değil, Müslüman seyyahların rihle kitaplarına bakacak olursak, onların hem düşünce hem coğrafi, antropolojik ve tarihî bilgi anlamında, mimarisinden sanatına kadar gittikleri yerlere dair birçok bilgiyi günümüze aktardıklarına şahit oluruz.

    Aslında dervişler gerek sefer gerekse hazarda hiçbir zaman ilimden uzak durmamışlardır. Âlim olmak manevî yolda yürümek için zorunlu şart değildir, ancak meşhur sufilere baktığımız zaman çoğunun dinî ilimlerle iştigal ettiği görülür. Mevlânâ, Hacı Bayram Veli, Aziz Mahmud Hüdayî hazretleri gibi zatlar aynı zamanda büyük âlimlerdi. Ezher Üniversitesinde üst düzey hocaların pozisyonları arasında her zaman Halvetî-Bekriyye seccadesinin mevcut olduğu görülmektedir. Sufilerin ilme verdikleri önem, her dönemde göze çarpmaktadır. Özellikle yolbaşlarının, yani pîrlerin ilimle meşgul oldukları ve onların içtihat ettikleri yola salik olanların ilimle iştigal etmelerini istemeleri bilinen bir husustur. Dervişler ilim elde etmek maksadıyla da seyahatlerde bulunmuşlardır. Hz. Muhyiddin İbn Arabî’nin çıktığı seyahatlerin maksadını bu zeminde düşünebiliriz. Derdi eğer birkaç tane kitap yazmak olsaydı, muhtemelen İbn Arabî hazretleri Endülüs’te de bunu yapabilirdi. Kısacası sefer içerisinde ilim öğrenmek de vardır. Günümüzde bilgiye ulaşmak kolaylaştığı için böyle bir saiki düşünmek bize uzak gelebilir, fakat her devirde ilim bir insandan öğrenilir. Bunlar seyahatin zahirî sebeplerindendir. Tüm bunlar insanın tefekkür dünyasını zenginleştirmeye çalışması için birer vesiledir.

    Bununla birlikte hakiki yolculuk, masivayı masiva olarak bilip gönlüne hiç koymamak, var ile yokun arasında fark gözetmemektir. “Masivanın içinde vatan tutma!” demişlerdir sufiler. Burada vatan tuttuğun şey, kişinin içerisinde kendi diye tarif ettiği nefsin geçici bir süre teskininden başka bir şey değildir. Seyahat ve sefer hiçbir yerde yerleşmemektir. Bunun zahirî bir uygulaması olarak derviş bu dünyada da bir şey götüremediğinden, seyahatinde yanına ancak kendisiyle taşıyabileceği kadar eşya taşır.

    Dervişler Nasıl Seyahat Ederdi?

    Seferle ilgili bir mevzu da yüktür. Dervişliğin tefekkür dünyasında başkasına yük olmak, başka bir ifadeyle bâr olmak yoktur, aksine yâr olmak vardır. Yâr olmak demek her hâlükârda yekdiğerinin yanında olmaktır. Ona eziyette bulunmak şöyle dursun, ona hiçbir şekilde zahmet vermemektir. Onun zamanından hiçbir şeyi almamaktır. Dervişler seyahat esnasında bu düşünceyle yükleri olarak tabir edilebilecek birkaç parça nesne taşırlardı. Mesela, kendi dikiş malzemelerini yanlarında bulundururlardı. Günümüzde tasavvuf klasikleri diye adlandırılan önemli tasavvufi eserlerde, Hakk dostlarının yamalı giymenin faziletine ve kendi elbiselerine yama yapmalarına dair bahisler vardır. Yama zaman içerisinde tasavvuf literatüründe sembolleşmiştir. Bunun yanında dervişler yemek kaşıklarını da yanlarında taşırlardı. Çünkü bu yolu tutanlar başkalarından bir şey istememeyi kendilerine düstur edindiklerinden dolayı yemek yerken bile başkasından kaşık istememek maksadıyla kendi kaşıklarını taşımışlardır.

    Seyahatte dervişler yaşadıkları günün sabahı ve akşamı için yiyeceklerinden fazla yiyecek bulundurmamışlardır. Yolculuğun kaç gün süreceğine bakmaksızın sadece o günün erzağını yanlarına almışlardır. İnsanlardan herhangi bir şey talep etmedikleri için başkalarına sadece “şey’en lillah”, yani Allah için bir şey diye seslenmişlerdir. Karşıdaki verirse verir, vermezse vermez. Seyyah dervişlerin taşıdığı keşkül bunun için vardır. Bu uygulamaya “Selman’a çıkmak” denir. Tasavvuf literatüründe Selmân-ı Fârisî ile ilişkilendirilen birçok mesele vardır. Bunlardan birisi olan “Selman’a çıkmak”, Selmân-ı Fârisî’nin bu dünyaya meyletmemesinden ileri gelir. Yine, derviş mataraları bu hususta zikredilebilir. En spesifik örnekleri olan Asya dervişlerinin kullandıkları mataralar su kabağı, deri gibi basit malzemelerden oluşur ve genellikle dervişler bunları kendileri üretmişlerdir.

    Güvenlik maksadıyla dervişler, yanlarında çelik denilen ahşap sopalar taşımışlardır. Kimseye zarar vermek için değil, kendi güvenliklerini temin maksadıyla bu sopaları taşımışlardır. Nefisle mücadeleyi remzeden aynı zamanda kesici bir alet olan teber de dervişlerin seyahatlerde yanlarında taşıdıkları eşyalardandır. Bıçak bir dervişin çeyizi değildir, fakat teber çeyizidir çünkü teber aynı zamanda nefisle mücadelenin sembolüdür. Yine dervişler yanlarında kaşağı taşımışlardır, çünkü prensip olarak kimseden bir şey istemeyecekleri için başkalarından kendi sırtlarını kaşımalarını da isteyemezler. Diğer bir seyyah derviş çeyizi de sofradır. Yeri geldiğinde deriden bu sofra toparlanıp bir tür torba hâline de getirilebilir. Dervişin taşıyacağı yük bu sofranın içerisine sığacak kadardır. Yerde dairesel bir şekilde açılıp yemek yenir. Bu sofraya “Ali sofrası” denir, çünkü davet yoktur. Serilen yerde, isteyen, gelip geçen herkes oturabilir. Hz. Ali’ye izafeten böyle denmiştir. Sofrayı açan derviş, tekrar bu eşyasını toplar ve yoluna devam eder. Dervişlerin tek başlarına seferleri de pek hoş görülmez. İkiden fazla kişiyle yola çıkmak tavsiye edilir ve birinin de diğerlerine seferde öncülük etmesi söz konusudur. Sefer bunun gibi birtakım kurallara da bağlanmıştır.

    Seyahatlerinde kullandıkları bu nesnelerden hareketle düşünüldüğünde, seyyah dervişlerin yarınları yoktur. Yükleri sadece o güne yetecek kadardır, yani yeteri kadar yükleri vardır. Tüketim alışkanlığı diye bir şey yoktur çünkü masivadaki fenayı böyle görürler. Tefekkür dünyalarını inkişaf ettirmek için koyuldukları yolda gereksinimlerinin dışında bir şeye meyletmek yolculuğun anlamını yitirmeye sevk edecektir. Nefisle mücadele sürekli devam ettiğinden dolayı mülkiyet duyguları yoktur. Dolayısıyla dervişler “el mülkü lillah”ı kalplerine nakşetmek için seyahat ederler. Tabi ki bu husus yola çıktıkları andan itibaren bu şekilde değildir. Yolculuğun neticesinde bu telakkilere ulaşması ümidiyle mürit-mürşit ilişkisinde mürşit müridini sefere gönderir. Modern dünyada böyle bir yolculuk olmasa da en azından iç dünyalarında Müslümanların Cenab-ı Hakk’a doğru mesafe kat etmeleri böyle bir dışsal yolculuğu içlerinde yaşamalarına vesile olacaktır.