HUSSERLCİ BİR MÂTÜRÎDÎLİK OLABİLİR Mİ? AŞKIN TANRI, RASYONEL DÜNYA: İSLAM TEOLOJİSİNDE FENOMENOLOJİK BİR DÖNEMEÇ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ramon Harvey*

    Felsefe ve Teoloji

    Bir Venn şeması düşünün; solda felsefeyi, sağda da teolojiyi temsil eden bir daire olsun. İki daire hangi ölçüde üst üste binebilir (yahut binmelidir)? Felsefenin doğal yollardan erişilebilir akılda, teolojinin ise güvenilir bir akıl ötesi kaynakta yani vahiyde zemin bulmuş bir hakikat açıklaması olduğu varsayımını hesaba katarak başladığımızda bazı sonuçlara erişebiliriz. İkisi arasındaki tam bir üst üste binme vahiyle anlaşılan her şeyin aynı şekilde akılla da erişilebileceği anlamına gelir. İbn Sina’nın yöntemindeki gibi iki kaynağı temel bir yöntemde eşitlersek bunu başarabiliriz. Onun Yeni-Platoncu südur şemasına göre Faal Akıl, bizzat rasyonel düşüncenin temellerini sağlar; böylece ideal filozof da tüm ikincil düşünceleri birincil öncüllerden türetebilir. Ancak böyle bir filozof peygamberin “melek aklını” aşmasa bile onla eşleşir, yani aynı hakikatleri sezgisiyle kavrar.

    Öte taraftan, teoloji felsefeyle asla üst üste binmeyebilir. Teoloji tamamen dinî kitaba dayandığında durum böyle olurdu çünkü rasyonel yöntemlerin uygulanması için bir zemin kalmazdı. Vahyedilmiş metinler bünyesinde dâhili bir tutarlılık sağlamak adına teologlar genelde en azından bazı rasyonel yöntemler geliştirdiği için böyle bir imkânı gerçekleştirmek düşündüğümüzden de zor olurdu. Bu durumda, İslami gelenekteki Ehl-i Hadis hareketinin bazı sıkı mensupları aklımıza gelir; bu kişiler, vahyin bariz sözleri üzerine ilave bir rasyonel şerhi reddetmişler ve bunun yerine metinlerin derlenmesine ve akide özetlerine bağlı kalmayı tercih etmişlerdir.

    Bu iki örnekten hareket edip gördüğümüz üzere İslam teolojisindeki çoğu bahis, felsefeyle üst üste gelir ama kendine özgü söylem alanını da muhafaza eder. Burada ilginç olan şeyler de söz konusu teolojik geleneklerin özellikleri, felsefi düşünceyi benimsemelerinin kapsamı ve tarzı ve içerdikleri belirli felsefelerdir. Bu makalede benim kendi araştırmalarım için geçerli olan ve Transcendent God, Rational World: A Māturīdī Theology [Aşkın Tanrı, Rasyonel Dünya: Mâtürîdî Teolojisi] (Edinburgh University Press, 2021) çalışmamda da yer bulan bir ihtimale odaklanacağım. Alt başlıkta da belirttiğim üzere, çalıştığım esas teolojik gelenek Mâtürîdîlik, ki bunu bu makalede açıklamamıza gerek yok. Şimdilik şunu söyleyelim yeter: Ebû Mansûr el-Mâtürîdî düşüncesinin önemi ve Sünni İslam’ın ifadesi mahiyetindeki geleneğinin ehemmiyeti geniş ölçüde kabul edilmiş ve aklın emirleriyle vahyin emirleri arasında denge sağladığı için de itibar görmüştür. Odaklanacağım ilk felsefe, büyük Avrupalı düşünür ve fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’in düşüncesi olacak. Öncelikle şunu da söyleyeyim: Benim kitabım, birçok modern düşünür içinde sadece Husserl’i ön plana çıkarmaz; çağdaş felsefeyle bir etkileşim tesis etmek adına da sadece onun yöntemlerine yaslanmaz. Aksine, bu kitapta birçok başka filozof bulabilirsiniz, bunların çoğu analitik geleneğe mensuptur, Hıristiyan teolog filozofların yanı sıra din felsefecileri de yine bu kitapta geçer. Bununla birlikte Husserl, kitap boyunca ve özellikle benim hâlihazırdaki projem için mukayese edilemeyecek bir öneme sahip. Teolojik çıkarımları yapmadan önce böyle bir kararın daha fazla açıklanması gerek.

    Edmund Husserl’in Felsefi Mirası

    Felsefe, “büyük isimleri” sayesinde bilinir; bu kişilikler sadece ilginç fikirler ve iddialar sunmamıştır, aynı zamanda rasyonel araştırmaya çok geniş bir vizyon da katmışlardır. Böylece birçok durumda olgunlaşmış bir sistem ortaya çıkar ya da en azından bize nasıl felsefe yapılacağını gösteren bir dizi teorik ve metodolojik ilke belirir; bunlar da yüzyıllar geçmiş olsa bile takipçiler vasıtasıyla uygulanabilir. Batı kanonunu düşündüğümüzde aklımıza gelen ilk isimler Platon, Aristoteles, Plotinos, Descartes, Hume ve Kant olacaktır. “Büyük isim” dediğimiz bir filozofun başarısını değerlendirmek için üç ölçüt önereceğim: azim, sonuca ulaşma ve etki. Azim burada bir kişinin felsefi vizyonunun kapsamına işaret eder; yani, değindiği sorunların ölçeği ve çözümlerde şahit olduğumuz kavrama seviyesi. Sonuca ulaşma da bir eserde (özellikle yazılı eserlerde) o engin azimlerin ne ölçüde gerçekleştiğini anlatır. Son olarak etki de bir felsefenin başka filozoflar üzerinde ve gerektiğinde toplum üzerinde tesir etmesi anlamına gelir. Husserl’in bu ölçütleri etkileyici derecede karşıladığını iddia ediyorum. Onun felsefesiyle ilgilenmeyi seçmemin tek nedeni bu olmasa da Husserlci perspektifin İslam teolojisi projesine uygunluğuna dair iddiamı bu sayede destekleyebilirim.

    Husserl, kapsamlı bir felsefi sistem ortaya koyduğunu söyleyebileceğimiz son filozoflardan biridir. Önceki sistemler hakkında temkinli olsa da bunun sebebi o sistemlerin sistematikliği değil, felsefenin kesin bir bilimsel gayret olduğunu fark etmekten aciz olduklarına dair eleştirisidir. Bir başka deyişle, Husserl’in isteği, Aristoteles, İbn Sina ve Descartes gibi filozofların aradığı “felsefe taşı”nı bulmaktı; yani felsefi faaliyeti kesin bir metodolojik temel üzerine kurmaya çalışıyordu. Husserl’e göre, önceki düşünürlerin dikkatinden kaçan simyasal dönüşümü sağlayacak olan ve felsefenin sırtına yüklenmiş çözülmemiş sorunlara bizi götürecek olan sadece fenomenolojidir. Bir matematikçi olarak işe koyulan Husserl, fenomenolojik betimleme yöntemini kullanır ve mantığı esas yapıları uyarınca yeniden tesis etmeye girişir. Ancak bu girişim yönelimsel tecrübenin tüm kategorilerinin derin bir eleştirisine kadar uzanır; nihayetinde de epistemolojinin ve metafiziğin önemli temalarına, dahası bu kategoriler üzerine kurulan felsefi ve hatta bilimsel disiplinlerin kurulumuna kadar yayılır. Birçok filozofa göre felsefe, kendi sistemleri dâhilinde zirvesine ya da mükemmelliğine erişmiştir, ne var ki onlar göçüp gittikten sonra (hatta bazen yaşarlarken) bu iddianın ipliği pazara çıkar. Husserl’in yaklaşımı biraz farklıdır. Analizlerini devamlı yeniden yorumlayan ve metinlerini durmadan baştan yazan, kendine karşı pervasız bir eleştirmen olan Husserl’e göre felsefe, tıpkı doğa bilimleri gibi bilimsel olmalıdır. Fenomenolojik felsefesinin saflaştırılmasına daima açık olan Husserl, başkalarının da ödünç alabileceği ve nihayetinde hakiki sistematik gelişmelere erişebilecek ortak bir yöntem tesis etmeye çalışmıştır.

    Husserl, felsefeyi fenomenolojik araştırma mahiyetinde yeniden şekillendirme projesini tek başına gerçekleştirmedi; bu projede onunla yakından çalışan bir öğrenci kitlesi yetiştiriyordu, bunlar daha sonra önemli filozoflar olacaktı. Edith Stein, Ludwig Landgrebe ve Eugene Fink, bu önemli isimlerden sadece birkaçıdır. Ama bu isimler arasında özellikle biri öne çıkar: Martin Heidegger. Husserl’in bilimsel programının esas veçhelerini somut olarak reddetse de fenomenolojik harekete çalışmalarıyla damgasını vuran parlak talebe Heidegger olmuştur. Etki açısından baktığımızda fenomenolojinin büyük bir kısmı günümüze kadar gerçekten Heidegger’den etkilenmiştir; Husserl’in merkezî fikirlerinin çoğu “kıta felsefesi” dediğimiz felsefi gelenek dâhilinde benimsenmiş olsa da fenomenolojiye tam manasıyla Husserlci diyemeyiz. Fakat son dönemde Husserl’in kendi programına yeni bir ilgi filizlenmiş durumda; bunun sebebini tam manasıyla açıklayamasak da Heidegger’in Nazi taraftarlığının bunda bir etkisi olduğu aşikâr. Son dönem Husserl araştırmacıları, filozofun yayınlanmamış hacimli yazılarının yani Husserliana’nın peyderpey yayınlanmasıyla birlikte, Husserl’in yaşarken yayınlanan çalışmalarına nispetle daha tam ve derin bir suretini keşfedebiliyorlar.

    Husserl’in felsefi disiplin için arzuladığı şeyler (henüz) gerçekleşmemiş olabilir; peki bu disipline sunduğu spesifik entelektüel katkılar için ne diyebiliriz? Burada tarihsel bir sorudan ziyade felsefi bir soru ortaya çıkar ve görüşler de perspektife göre farklılaşmaya müsaittir. Bence, Husserl fenomenolojisinin çerçevesi, ilk felsefenin esas meselelerini aydınlatmak için şimdiye kadar geliştirilmiş en iyi metodolojidir: Çeşitli felsefi disiplinlerin belirli sorunları için temel bir program ortaya koyan bir felsefe yöntemidir. Husserl’in her sorunu çözdüğünü veya bu programı tüm hatlarıyla ortaya koyduğunu iddia etmiyorum, ki kendisi de böyle bir şey iddia etmemişti zaten. Husserl’in kitaplarını daima fenomenolojiye “giriş” diye adlandırması da kayda değerdir. Uzun zamandır çözülemez görülen sorunları çözme kabiliyetine sahip yeni bir felsefi yöntemin habercisi olarak görmüştür kendini. Hâliyle, çözümleri de bir gün gerçekleşebileceğini düşündüğü şeyin öncü eskizleriydi. İşte bu sebeple, Husserl’in öngörülerini yadsıyamayız; bu öngörüler, çağdaş felsefe içindeki diğer önemli çalışmalar pahasına değil, o çalışmalarla yan yana okunmalıdır. Bu anlayışla dönüp kendi projeme baktım ve çağdaş bir İslam felsefesi teolojisi ortaya koymak için Husserl’in yöntemlerini kullanmanın işe yarayıp yaramayacağını araştırdım.

    Batı Akademisinde Yapısal İlahiyat olarak Mâtürîdîlik

    Bu makalede işleyeceğim anlamda İslam ilahiyatı tarih boyunca “kelam ilmi” diye bilinen ve Arap âlimlerin geliştirdiği bir disiplinle temsil edilmiştir. Bu türün günümüze kadar ulaşan hikâyesi ve Arapça olmayan yerel dillerde algılanması ve işlenmesi en azından 19. yüzyılın sonundan beri ilginç bir tarihsel hikâyeye sahiptir -maalesef bu hikâyeyi burada anlatamayacağım. Burada önemli olan nokta şu: İster akademisyen ister geleneksel âlim olsun, Batı’da yaşayan araştırmacılar, bu disiplini bir dizi Arapça metin sayesinde anlar: Îmam-ı Gazzâlî ve Ebü’l-Muîn Nesefî’nin eserleri gibi klasik metinler, Îcî ve Teftâzânî gibi klasik sonrası isimlerin metinleri buna örnek gösterilebilir. Akademideki entelektüel tarihçiler için bu gelenek önemlidir çünkü İslam medeniyetinde rasyonel disiplinlerin gelişimini izlemek için bir güzergâh sunar; Müslüman ulema için önemli olmasının sebebiyse günümüzün teolojik hükümleri için canlı bir temel sunmasıdır; her ne kadar, bu geleneği çalışanlar nazarında daimî bir “doğrulamaya” açık olsa da. Bu gruplardan herhangi birinin tamamen içinde veya dışında değil de daha ziyade çağdaş bir felsefi ilahiyatçı akademisyenin ya da “yeni kelam” taraftarının yer aldığı eşik bölgesinde konumlayacağım kendimi. Metinlerin gelişimi ve bağlamlarını araştırırken entelektüel tarihi kendi içinde ciddiye alıyorum; teolojik çalışmaları da yaşayan bir uygulamaya sahip bütünlüklü sistemler olarak görüyorum. Ancak, gelenek içindeki âlim otoritesi olarak algıladığımız hiyerarşinin bizim için bağlayıcı olduğunu düşünmüyorum. Aksine, o geleneğin seçili veçhelerini çağdaş düşüncedeki fikirlerle yapısal bir diyalog içine sokmayı bizzat görevim sayıyorum. Bir başka şekilde söyleyecek olursak: Husserl’in felsefesi entelektüel tarihçilere muhtemelen alakasız gözükecektir, ama bazı geleneksel âlimler eleştirmeye değer gördükleri sürece bu felsefeyi önemseyeceklerdir. Ben de bu yüzden farklı ve biraz da yenilikçi bir okuma tarzı sunmak istedim.

    Bu düşünceler, kendi çalışmamda Mâtürîdî geleneğini okuma tarzı için güzel bir yöntem sağladı. İlk temsilcilere dair benimsenmiş yorumları keşfetmek için sonraki gelenek “üzerinden” bir okuma yapmadım; öncelikle zamansal bir çalışma yaptım, yani doktrindeki gelişmeleri ve dönüşümleri bir tarihçi gibi saptamaya çalıştım. Sonrasında da verili bir ilahi sıfatın yorumu gibi sistematik bir sorunu dikkate alıp çeşitli ilahiyatçılar arasındaki farkları bu açıdan tahlil ettim. Gelenek dâhilinde benim seçtiğim konumlanma bu; yapısal teolojik çalışmam da bu kaynaktan besleniyor. Teoride, bu yönteme göre Mâtürîdî faaliyetin çeşitli tarihsel dönemlerinden herhangi birine odaklanmak mümkün olabilirdi. Pratikte ise ben elimdeki malzemeye dayanarak bir seçim yaptım: Öncelikle bizzat Mâtürîdî sistemine odaklandım, sonra onu izleyen erken dönem Semerkant geleneği geldi, ardından da bunları takip eden klasik dönemin Mâtürîdîliğe mensup öncü âlimlerine yoğunlaştım.

    Benim iddiama göre bu ekolün bir bakıma teolojik özünü tesis eden yaklaşımının en müstesna veçhelerinden bazıları, icraatlarının en erken aşamalarında mevcuttur. Bence, Mâtürîdî’nin temel teolojik yöntemi ve ilahi sıfatlara (ilim, tekvin [yaratıcı eylem] ve kelam [söz] gibi) dair mevzilenmesi, çağdaş bir yenilenmenin temeli mahiyetinde yeniden keşfedilmeyi hak eder. Yukarıda bahsettiğim tarihsel dönemler başta olmak üzere onun devrinden sonraki gelişmeleri göz ardı etmesem bile Mâtürîdî üzerinde özellikle duruyorum. Bunun sebebi de ekolün kurucusu olma statüsü gereği ona özel bir otorite atfetmem değil, teolojik sistemindeki tutarlılık ve güç sayesinde bizzat bu statünün teyit edilmesidir. Mâtürîdî’nin yaşadığı dönemden sonra kelam geleneği içinde gerçekleşen entelektüel gelişmelerin ne kadar girift olduğunun farkındayım. Ancak teolojik deha ile teknik titizlik arasında fark olması gerektiğini iddia ediyorum. Mevcut durumda, klasik dönemde Sünni kelamdaki rakip Eş’ârî okulunun fikirlerine ve klasik sonrası dönemde özellikle İbn Sina’ya borçlu olduğumuz felsefi çerçevenin unsurlarına verilen tavizler bence Mâtürîdî sisteminin tutarlığına çok fazla zarar vermiştir. Ben de bir alternatif mahiyetinde o gelenek içinde sonradan beliren fikirleri bir araya getirip bu sistemi yeniden tasvir etmeyi denedim. Fakat bütün bunlar nihayetinde Mâtürîdî teolojisinin içerden bir okumasına vesile olur. Günümüz entelektüel ortamının gereklerini yerine getirmek için bu okumayı analitik felsefe, fenomenoloji ya da Hıristiyan teolojisi gibi çağdaş düşünceyle harici bir diyalog içine sokmak lüzumlu hâle gelir. İşte tam burada Husserl’e dönebiliriz.

    Husserl ve Mâtürîdîlik Buluşması

    Yazının başında da belirttiğim üzere, bir teoloji çalışması mahiyetindeki Aşkın Tanrı, Rasyonel Dünya, herhangi bir felsefeyle tamamen çakışmaz. Peki, Husserl ve Mâtürîdîlik arasında ne tür bir uyuşma mümkün olabilir? Husserl Hıristiyan olmasına rağmen dinî tartışmalara karşı ihtiyatlı bir tutum takındığı için, diyalog da hâliyle en büyük kesişim noktasında yani “aşkın Tanrı” boyutundan ziyade “rasyonel dünya” boyutunda gerçekleşir. Ancak, iki düşünür arasında muazzam benzerlikler olduğunu gösterdim. Mâtürîdî dünyanın insan için temelde anlaşılabilir olduğu fikrinden hareket eder. Biz yaşadığımız şeyi anlamlandırma kabiliyetine sahibiz, böylece nihayetinde bize hayat veren ve faydalı bir amaç uğruna bizi ayakta tutan hikmetli yaratıcı hakkında düşünme imkânımız doğar. Yaratıcısını bilmeye kabil akıllı bir varlığı yaratıp sonrasında yok etmek Tanrı için boş ve saçma olacaktır, hikmetli değil. Hâliyle Mâtürîdî düşüncesi kümelenmesinde indirgenmeyecek bir teleolojik düşünce akımı söz konusudur. Dünyadaki nesnelerin insan tecrübesiyle uyum içinde tesis edilme biçimini tahlil ederken Husserl de aynı aklı vurgular. Ünlü bir pasajda belirttiği üzere, fenomenolojik yöntemle tesis edildiği hâliyle şeylerin özü, dünyada şahit olunabilecek belirli düzenlemeleri talep etmez. Demek ki insanın öznel tecrübesinin diğer “kutbunda” aşkın bir “ilahi” varlık var, yani olgusal gerçekliği teleolojik tarzda emreden bir Tanrı. Söz konusu iki düşünür arasındaki fark da şudur: İslami bir teoloji belirli tartışma türlerini Tanrı’nın varlığının rasyonel kurulumu üzerine tesis ederken, Husserl’in teolojisi bu en temel olguyu bile “parantez içine alır” ve epistemolojik açıdan gerçekliği aydınlatma amacına ulaşmaya çalışır. Ama şunu da unutmayalım: Husserl’in belirttiği üzere var olan bir şey bu şekilde paranteze alındığında ondan şüphe duyulmaz ve tamamen bir inanç nesnesi olarak kalır.

    Bence Mâtürîdîliğin (özellikle de bizzat Mâtürîdî’nin) fikirleriyle Husserl’in fikirleri birbirini tamamlar, her iki sistemin de birbirine sunacak önemli özellikleri var. Husserl (onun fikirlerini sonradan genişleten ve eleştiren fenomenologlarla birlikte) gerçeklik üzerine sistematik düşünmenin güçlü bir aracını sunar; tüm devirlerde teologlara zorluk çıkaran mantığın, epistemolojinin ve metafiziğin temel sorunlarıyla başa çıkmak için bir alet çantası verir bize. Bunun yanında rasyonel biçimde kendi sorumluluğumuzu almada kök bulan bir felsefi yaklaşım önerir; bu da bir tür rasyonel biçimde temellenmiş etik demektir. Gerçekliğimizin bağlı olduğu hikmet sahibi yaratıcıyla ilişkimizi dikkate alan Mâtürîdîlik muhakememizin amacı üzerine inşa edilir. Böylece Tanrı’nın insana emrettiği belirli dinî ve ahlaki kaidelerin rasyonel bir temellendirmesine varırız; vahiy de burada insanlık durumu ve bizim nihayetinde kıyamet gününde varacağımız yer hususunda hiç de gereksiz olmayan bir rehberlik türü olarak ortaya çıkar.

    Benim bu alandaki çabalarıma rağmen, Mâtürîdîliği ve İslam içindeki potansiyel diğer düşünce akımlarını Husserl fenomenolojisiyle birlikte yapısal biçimde okuma girişiminin hâlâ ilk aşamalarındayız. Bu esnada, Hıristiyan düşünürlerin bu tarz sorunlarla uğraşırken ne kadar derinleştiğini unutmayalım. Bununla birlikte, bu metinler çok değerli olsa da, İslam geleneği kendi teolojik kimliğine sahiptir. Böylece, fenomenolojik taraftan baktığımızda İslam teolojisi için ilginç yeni imkânlar görürüz, tıpkı İslam teolojisi tarafından baktığımızda fenomenoloji için yeni manzaralar gördüğümüz gibi.

    *(Dr., Cambridge Muslim College)

     

     

    Transcendent God, Rational World: A Māturīdī Theology kitabına açık erişim vardır: https://edinburghuniversitypress.com/book-transcendent-god-rational-world.html