KORKUDAN ŞEVKE DOĞRU ŞER’A BAĞLILIKTA SEYİR
Nail Okuyucu
Hukukun genel teorisini aktaran giriş kitaplarında toplumsal ilişkileri düzenlemeyi hedefleyen kurallar tasnif edilirken genellikle şöyle bir sıralama yapılır: Âdâb-ı muâşeret ve örf-âdete dayalı görgü kuralları, ahlaki kurallar, dinî kurallar ve hukuk kuralları. Bu, aynı zamanda fertler üzerindeki tesir gücü ve ardından gelen müeyyidelerin derecesi bakımından zayıftan güçlüye doğru yapılan bir sıralamadır. Görgü kurallarına riayet edilmediği zaman ayıplama ve hor görmeyle karşılaşılır; ahlaki kurallara riayet edilmediği zaman toplumsal tepkinin yanı sıra vicdani rahatsızlık suretindeki manevi yaptırımlar doğar; dinî kurallara riayet edilmediği zamansa uhrevi müeyyidelere tâbi olma korkusu gündeme gelir. İşte hukuki kurallar bütün bunlardan zecrî müeyyidelerle desteklenmiş olmaları bakımından ayrılır. Hukuk, siyasi egemenliği elinde tutan yetkili mercilerce yürürlüğe konduğu için yaptırımını da bizzat egemen güçler üstlenmiş; örgütlü ve düzenli yaptırımlarla hukuki kurallar güvence altına alınmıştır. Hukuka aykırılığın hemen bu dünyada görülen maddi yaptırımları vardır ve bu sayede müeyyide gücü bakımından diğer tüm kuralların üstünde kabul edilirler.
Modern hukuk doktrini, kanunlaşmış hukuki kuralları diğer kural tiplerinden ayrıştırma hususunda hassasiyet taşıdığı için hangi hukuk kültürü ve geçmişinden gelirse gelsin seküler hukuk anlayışı dışında kalan ve dinî/kutsal olarak nitelenen kurallar bütününü, görgü ve ahlak kurallarıyla birlikte maddi yaptırımdan yoksun addeder ve bugünü olduğu gibi tarihi de bu minvalde yorumlar. Fıkıh gibi dinî kaynaklı kuralların ağırlıkta olduğu bir hukuk anlayışının resmî mer’iyyet kazanmadığı ve inananlar nezdindeki saygınlığını manevi/uhrevi bağlılıktan aldığı bir toplumsal vasatta bu bakışın kabul edilebilir yönleri vardır. Ancak İslam toplumlarının yüzyıllara sâri tecrübelerinde gördüğümüz şekliyle, siyasi iradenin şer‘î uygunluk kıstaslarına riayet ettiği toplumsal vasatlarda dinî kuralların büyük bir kısmı aynı zamanda hukuki kurallar hüviyeti kazandığı için ilgili sıralamayı gözden geçirmek gerekir.
Fıkıh, Kuran ve Sünnet kaynaklı ilahi hükümlerin yanı sıra müçtehitlerin görüşlerini yansıtan yorum ve içtihatlara da kendi içinde yer açan, Müslümanların asırlar boyunca geliştirdiği orijinal bir hukuk anlayışının adıdır. İçtihatların zümrelere mal olmasıyla şekillenen mezheplerin benimsediği hukuki görüşler bütünü, siyasi otoriteyi elinde tutan imam/halife/sultan yani ulu’l-emr’in çıkardığı kanunlarla zaman içinde bütünleşerek bugünkü hukuk sistemini yapılandıran kamu hukuku-özel hukuk ayrımına da sığmayacak kapsamda bir hukuk anlayışı ortaya çıkmıştır. İslam toplumlarında mahalli şartlara ve dönemlere göre çeşitlilik arz edebilen bu anlayış, Osmanlı uygulamasında zirveye çıkan çok unsurlu bir hukuk tecrübesi sunmuştur. Bu itibarla, fıkıh dendiğinde Weberci bir ayrımla rasyonel hukuk-kutsal hukuk ayrımı perspektifinden hareket eden bir analiz, her zaman isabetli sonuçlara ulaşmayabilir. İslam toplumları bu ayrımın her iki tarafına karşılık gelebilecek hukuki unsurlara şahitlik etmiş ve özellikle imparatorluk dönemlerindeki hukuki yapı “şer‘ – kanun” ikilisinde görüldüğü gibi birlikteliklere sahne olmuştur. Şer‘î kaynaklı fıkıh kurallarının muhataplar nezdindeki mer’iyyeti manevi sahadan maddi sahaya taşınırken şer‘i ve kanunu temsil eden kavramlar ve zümreler (ehl-i şer‘ – ehl-i örf/kanun), insanların hukuk karşısındaki tutumlarının da değişkenlik arz etmesine yol açmıştır.
Kurallara karşı tutumun bu ikili yapısı, İslam hukuk ve siyaset düşüncesine dair yazılmış hemen her kitapta geçen bir özlü sözde ifadesini bulur: “Allah, Kuran’la yola gelmeyeni sultanla yola getirir.” Hz. Peygamber’e nispetle hadis olarak da aktarılmakla birlikte, rivayet âlimleri bu sözün Hz. Osman’a isnadını daha doğru bulurlar.[1] Cümlenin, “Sultanla yola gelenler, Kuran’la yola gelenlerden daha çoktur,” ve benzeri başka ifadelerle aktarılan versiyonları da vardır. Yani yasa ve devlet korkusundan ötürü suç işlemekten geri duran insanların sayısı, Allah korkusundan ötürü günaha girmekten imtina edenlerden daha fazladır. Bu fark, Kur’ân’ın vaad ve vaîdinin (ödül sözü ve ceza tehdidi) ahirete taalluk ederken, diğerinin yaptırımlarının hemen bu dünyada görülmesinden ileri gelir. Tek başına Allah korkusu, inanan insanların çoğunu dahi yanlış hareketlerden tek başına alıkoymadığı için kamu otoritesini elinde tutanlar dünyevi yaptırımlar olarak ceza tatbikini gerekli görür. İnsan, tab’an medeni olsa da arzuların tatmini söz konusu olduğunda tek başınaymış gibi hareket edebilmektedir. Bunun doğurduğu serkeşlik engelleyici bir otorite bulunmazsa birlikte yaşamı mümkün olmaktan çıkaracak ve neticede hem ferdin hem insanlığın bekası tehdit altında olacaktır. İyiliği ayakta tutup kötülüğe engel olma ilkesinin işlerlik kazanabilmesi de yine yaptırımlarla mümkündür. Varlığının gereğini ve otoritesini şeriattan alan devletin sahip olduğu meşruiyet, bu açıdan bir ikiliğe neden olmaz. İmam (sultan), “din ü dünyanın salâhı” için var olduğu için teorik açıdan çifte otorite problemi doğmaz. Zaten onun uygulayacağı yaptırımların çoğu yine şer‘î müeyyideler olacaktır.
Fıkıh bilginleri, kuralların varlığını ve muhatapların bu kurallar karşısındaki tutumlarını dünya-ahiret birlikteliği içerisinde izah etmeye çalışırlar. Şöyle ki; dünya nizamı olmadan din nizamı da olamaz zira dünya ahiretin tarlasıdır. Ahiretini mamur etmek isteyen bir kimsenin bunun yolu olarak dünya nizamına dört elle sarılması beklenir.[2] Bu itibarla, hukuka duyulan saygı ve kurallardan duyulan korku aslında bir imar çabasıdır. Hukuka duyulan ihtiyaç, bu yönüyle hem yaratıcının varlığıyla hem de insanın bu dünyada bulunuşunu anlamlandırma çabalarıyla ilgilidir. Yaratıcının varlığı ve birliğinin ikrarı (onun azameti karşısındaki saygı, korku ve ürperti), dünyada onun vaz ettiği hukuka karşı saygı şeklinde tezahür edeceği için hukuk ile tevhit arasında güçlü bir bağ bulunur. Aslında kural ve kanundan korkmak bir anlamda varlığın sahibine karşı duyulan haşyetle ilgilidir.
Bu noktada büyük Kuran âlimi ve ahlak düşünürü Râgıb Isfahânî’ye müracaatla, kurallardan niçin korkmamız gerektiğine bakalım. Her varlığa anlamını veren bir özellik olduğunu söyleyen Râgıb, insanın da anlamını Cenâb-ı Allah tarafından yüklenmiş şu üç vazifeden aldığını söyler: 1. Yeryüzünü mamur kılmak (Hûd 11/61). İnsan hem kendisi hem de bütün insanlık için yeryüzünü yaşanabilir kılmak için çalışmakla memurdur. 2. İbadet/kulluk etmek (Zâriyât 51/56) İnsan bir taraftan yeryüzünü mamur kılmaya çalışırken, diğer taraftan da Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla yükümlüdür. 3. Halifelik (A‘râf 7/129). İnsan, gücü ölçüsünde mekârim-i ahlaka riayet ederek siyaset/yönetim alanında Allah’a uymakla sorumludur. Şeriata uygun yaşam sürme hassasiyeti ve kurallara uymamaktan doğacak zararlardan duyulan endişe, aslında bu üç gayeden uzak kalmanın korkusudur. Muhatap ve mükellef kulun bu şuura yaklaşması, uyduğu her bir kuralda ibadetten hilafete, hilafetten dünya ve ahireti mamur kılma hedefine yükselme ümidini yeşertecek; ihlal ettiği her bir kuralsa kulluktan uzaklaşma, halifeliğe liyakati kaybetme ve dünyası da ahireti de hüsrana uğramış bir beşer derecesine inme korkusunu besleyecektir. Isfahânî, şeriatın ahkam (hukuki yükümlülükler) ve mekârim (ahlak ve değerle ilgili yükümlükler) olmak üzere iki yönü olduğundan bahseder.[3] Mükellefler ahkam karşısında duydukları türlü endişeleri, mekârimin teminine yönelik bir şevke dönüştürebilirlerse, kurallar korkulacak birer düzenleme olmanın ötesine geçecektir. Zira hükümlere riayetin makâsıdı olarak mekârim tahsil edildiğinde, hikmet, adalet, hilim, fazilet gibi değerlere bürünen kul bu sayede Cenâb-ı Allah’a kurbet kesbedecektir.
Hukuku sadece dünyevi nizamın tesisi olarak gördüğümüzde, kurallar karşısındaki korkular diğer canlılarla ortak olunan (hayvani) beklenti ve tepkilerden öteye geçemez ancak insan “iki dâr” için de uygun bir varlık olarak yaratıldığı için ahkâma riayetin iki yönlü bir gayesi vardır. Dünyevi maksatların gözetiminde diğer canlılarla bir yere kadar ortaklık taşıyan insan, uhrevi maksatlarda farklılaşmakta ve yücelmektedir. Nitekim akıl başta olmak üzere sahip olduğu yetkinlikler de bunun içindir. Tabii bütün insanların dünyadan muradı ahireti mamur kılmak olmadığı, bu muradı taşıyanlar da aynı seviye ve beklentilerle hareket etmediği için dünyevi beklentiler “adalet” örgüsünü ayakta tutan esaslara göre değil, hemen çoğu zaman arzular doğrultusunda tatmin edilmeye çalışılır. İlkine göre hareket edenleri Kuran yola getirirken, ikincisine göre hareket edenler sultan tarafından hizaya sokulacaktır.
Dinî düşüncenin esaslı tartışma alanlarından biri olan iyilik-kötülük/güzellik-çirkinlik (hüsn-kubh) problemi, kurallara karşı duyulan korkuyla yakından ilgili bir başlık içerir. Gazzâlî’nin hüsn-kubhun şer‘îliğini temellendirme sadedinde dile getirdiği bir argüman, hukuka ve kurallara karşı duyulan içten bağlılık hissini izaha kavuşturmaya da yardımcı olur. Gazzâlî, insanların iyi ve kötü gördükleri şeylerin kökeninin akıl değil şer‘î bildirim olduğunu savunan Eş‘arî yaklaşımını desteklediği için kuralların düzenlediği davranışların aslında kendinde iyi ve kötü diye nitelemeyeceğini ileri sürer. İnsanlar nezdinde herhangi bir davranışın iyi ve kötü olarak kabulünü gerektiren özsel bir nitelik yoktur. Bilakis insanlar “iyi”yi kendileri için de lazım olabilecek iyilikler için benimseyip gereğince davranma arzusu duyarken, “kötü”yü yine kendileri için de gündeme gelebilecek kötülerden sakınabilmek için mahkûm ederler. Hukuki/şer‘î kuralların kökenini bir tür empati yasasına irca eden Gazzâlî açısından bakarsak, kurallara karşı duyulan korku aslında insanın kendi arzu ve isteklerinin tahakkuku için altına girdiği bir psikolojik kalkan gibidir. Yani insan maruz kalmak istemediği durumları ve elde etmeyi hedeflediği şeyleri, bunları düzenlemeye matuf kurallar karşısında duyduğu korku ile güvence altına almaktadır. Bu duyguların yaygınlaşması ve genel halk kitlelerince benimsenip statüye kavuşturulmasıyla, “hukuka saygı” denen mefhum zeminini bulur. Hukuka saygı, kişinin kendisine olan saygısı; hukuktan duyulan korku da kişinin mahrum olmak istemediklerine dair endişeleri olarak da nitelenebilir.
İnsanlar sahip oldukları alışkanlıklar, toplumsal kabuller ve kimi vehimlerle şekillendirilmiş ön kabullerden ötürü fiilleri güzel veya çirkin olarak niteleyebilirler. Ancak özü gereği iyi veya kötü görülen hemen bütün fiillerin aslında kişiler açısından “amaca uygunluk/aykırılık” kıstasına göre bu nitelikleri aldığı da bir gerçektir. Boğulmak üzere olan birisini kurtarmanın iyiliğine kâni olan kişi, aynı cinsten olduğu birisinin başına gelen bu durumun kendi başına da gelebileceği endişesi ve “korku”su ile onu kurtarmanın iyi bir davranış olduğuna inanır. O hâlde emir ve yasakların dünyevi ortamda saldığı korku, bunlar etrafında şekillenen iyilik/güzellik ve kötülük/çirkinlik değer yargıları, insanın kendisiyle ilgili beka korkusuyla iç içelik arz ediyor demektir. Hâlbuki hüsn-kubhun akliliğini savunan Mu‘tezilî âlimler, boğulmakta olan birisini kurtarmak, nimet verene şükretmek ve doğruyu söylemek gibi davranışların güzelliğini aklın zorunlu bir şekilde bildiğini iddia etmekteydiler.
Gazzâlî’nin bu problemin çözümü esnasında sunduğu perspektif fazla indirgemeci görünebilir. Buna karşın konuyu, Şâtıbî’nin makâsıd ve niyet merkezli anlatısından hareket ederek daha farklı bir noktaya taşıyalım. Şâtıbî, kuralların vaz’ında Şâri’nin maksatları ile muhatapların yani kulların bu kuralları işletirken gözettikleri maksatlar arasındaki bağ üzerinden hukuka karşı duyulan hissiyatı analiz eder. Hukuku Şâri’nin maksatlarıyla kulun maksatlarının örtüştüğü bir ittihat noktasına taşımaya çalışan Şâtıbî’ye göre insanın teklife muhatap oluşunun nedeni, Allah’ın kendisini halife olarak yaratmasıdır. Bu bakımdan tekliften kasıt, mükellefin kastının Şâri’nin kastına uygun kılınmasından ibarettir. Şâri‘nin bir hükmü vaz ederken gözettiği gaye ile mükellefin bu hükmün taalluk ettiği fiili işlerken taşıdığı amaç paralel olursa kasıtlar örtüşmüş olur. Onun anlatımında ilahi hukuka (şeriat) gerçek manada uygun davranış, failin kastının Şâri’nin kastına uygun düşmesidir. Kasıtlar örtüşmediğinde, şeklen uygun gibi görünen davranışlar dahi hukuka aykırı olarak işlenmiş olur. Kul, Şâri’nin maksatlarına riayet edebildiği ölçüde asli makâsıda uygun bir şekilde kurallarla münasebet tesis edecek ve böylelikle ilahi gayelerle beşerî maslahatlar bütünleşecektir. Bu noktada hukuka karşı duyulan saygı ve korku aslında Allah’a karşı duyulan kulluk hissiyatı ile örtüşmekte; korku yerini marifetle bütünleşmiş bir tazim ve içten kabule bırakmaktadır.[4]
Şâtıbî, bu bütünlüğün zahir-bâtın uyumu ile sağlanabileceğini düşünür. Kul herhangi bir amelde bulunurken fiilinin zahiri ile bâtını örtüşürse makâsıda uygun hareket edecektir. Zahirî itibarıyla hukuka uygun bir fiil, bu fiile Şâri tarafından yüklenen ve ondan doğması beklenen maslahatı beraberinde getirmemişse bâtınen hukuka uygun işlenmemiş demektir. O hâlde hukuka karşı duyulan korkunun zahirden bâtına taşınması, zahiren aykırılıklardan doğacak müeyyidelerden değil, bâtınen tahakkuk etmeyecek maslahatlar ve def edilmemiş mefsedetlerden endişe edilmesi gerekir. Şer‘î ameller salt birer fiil oldukları için değil, onlara yüklenen maslahatların tahakkuku için vaz edilmiş ve emre/nehye konu olmuşlardır. Kulun bir fiili işlerken gözettiği maksat, fiille ilgili hükmü koyan Şâri‘nin maksadıyla örtüşmediği vakit, kul ilahi maksadı kendi maksadı için araç kılıyor demektir. Bu durumda, hukuka uygun gibi davranıldığı hâlde kurallar altüst edilmiş olur. Belki de hukuktan duyulması gereken esas korku da budur zira Allah’ın ayetlerinden biri olan teşrî‘ hafife alınmış ve ilahi hükümlerle istihza edilmiş demektir.
Şâtıbî’nin makâsıd anlayışından hareketle kuralların amaçları tafsil edilecek olursa mesele daha da açıklığa kavuşacaktır. Yine Mâlikî fakihlerden İbn Ferhûn, anlam ve gerekçesi bizlerce kavranabilen şer‘î/dinî kuralların beş gayeyi temine matuf olduğunu söyler. Birinci gaye nefis terbiyesi olup bunun için ibadetler vaz edilmiştir. İkinci gaye insan soyunun devamı olup bunun için muâmelât ve münâkehât (aile hukuku) hükümleri vaz edilmiştir. Üçüncü gaye insanların beşerî ihtiyaçları ve gündelik ilişkilerin teminini düzenlemek olup muhtelif akit türleriyle ilgili yine büyük ölçüde muâmelâtı ilgilendiren hükümler bunun için vaz edilmiştir. Dördüncü gaye güzel ahlakın edinilmesi olup burada temel ihtiyaçlar ve ilişkilerin ötesinde herhangi bir zorunluluk olmadan iyilikte bulunmaya matuf hükümler vaz edilmiştir (sadaka, hibe, akrabalara iyilik gibi). Beşinci gaye ise genel kamu düzeninin sağlanması olup bunun için de cezai tedbir ve müeyyideler vaz edilmiştir. Canın, aklın, malın, ırz ve namus ile soyun korunmasına matuf had, kısas ve tazir cezaları ile siyâset-i şer’iyye kapsamında konulan hükümler burada yer alır.[5] Hukuka karşı duyduğumuz endişeyi elde etmek istediğimiz amaçlara dönük bir motivasyona dönüştürebilirsek korkudan şevke doğru ilerleyen bir seyirde Şâri‘nin hitabıyla anlamlı bir muhataplık tesis edebiliriz.
[1] Bu söz Hz. Ömer ile Hz. Osman’ın yanı sıra Ömer b. Abdülaziz ve Hasan-ı Basrî gibi İslâm büyüklerine, “ehl-i ilim ve tecrübe” sayılan zevâta ve “hukemâ”ya da nispet edilir. Hadis olarak aktarımı çok uygun görülmese de Hz. Osman’a aidiyeti genel kabul görmüş ve anlamının doğruluğu hemen bütün müelliflerce ikrar edilmiştir. Bu cümle, sıradan halkın dinî buyruklar karşısındaki mütesahil tutumlarıyla ilgili olduğu gibi yönetici zümrelerin de ilahi hukuk karşısındaki lakaytlıklarıyla da ilgilidir. Nitekim ulu’l-emr de bu kuralların gereğini her zaman yerine getirmemiş, bozulan düzen sert önlemler alınarak tadil edilmeye çalışılmıştır. Yani Kuran’la yola gelmeyenler yalnızca halk değil, önce idareciler olduğu için sultanı kullanmak da onlara düşmüştür.
[2] Gazzâlî’nin konuya yaklaşımı ve izahları için bk. İhyâu ulûmi’d-dîn, I, 17-18 (Beyrut: Dâru’l-ma ‘rife).
[3] Râgıb el-Isfahânî, ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa, s. 59 (Kahire: Dâru’s-selâm, 2007).
[4] Şâtıbî, el-Muvâfakât, II, 325-415 (trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 4. Baskı, 2010). Konunun derli toplu bir sunumu için bk. Mehmet Erdoğan, “Makâsıd Bağlamında Şâtıbî Düşüncesinde Niyet Kavramı”, Dinî ve Felsefî Düşüncede Niyet Kavramı, s. 65-116 (ed. Ömer Türker – Hacı Bayram Başer, İstanbul: Nobel Yayıncılık / İlem Kitaplığı, 2017).
[5] İbn Ferhûn, Tebsıratu’l-hükkâm, II, 137-140 (Kahire: Mektebetü’l-Külliyâti’l-Ezheriyye,1986).