SİYASİ UMUT VE KORKU
Lars Fr. H. Svendsen*
Korkmayan ve umut etmeyen ama yine de hayati işlevlerini yerine getiren bir insan düşünmek zordur. Umut ve korku olmadan elbette canlı kalabilirsiniz ama tam manasıyla insan kaldığınız söylenemez. Birçok hayvanın korku kabiliyeti var ama muhtemelen insan umudu da bilen tek canlı. İşte bu sebeple umut, haklı olarak sadece insanın sahip olduğunu düşündüğümüz diğer pek çok nitelikle yakın ilişkilidir; örneğin dil.
Umut üzerine yeni kitabımın tohumları belki de korku üzerine eski kitabımın sonuna yaklaşırken atılmıştı.[1] O kitabın ilk müsveddesindeki son cümle şöyleydi: “Belki de ihtiyacımız olan -ve yazmış olmam gereken- şey korku felsefesinden ziyade umut felsefesidir.” Fakat kitap yayınlanmadan önce bu cümleyi silmiştik, düşünce de zihnimde 15 yıl boyunca uyuyakaldı.
Korku ve umut simetrik biçimde birbiriyle ilişkilidir; birinde gelecek bir durumdan kaçınırız, diğerinde de bir duruma erişmeye çalışırız, ama ikisinde de sonuç belirsizdir. Öte taraftan umutsuzlukta bir belirlilik söz konusudur; önemli bir şey yitip gitmiştir yahut gidecektir; umutsuz kalırız ve bazı şeylerin iyi gitme imkânı olmaz. Duyarsızlık ise umutsuzluğun ötesindeki bir durumdur, ne olabileceğiyle ilgilenmeyiz bile. Hem korku hem umutta gelecek açıktır, umutsuzluk ve duyarsızlıkta ise kapalı.
Biz filozoflar için son derece üzücü olsa da rahatlıkla söyleyebiliriz ki çoğu insanın siyasi görüşü felsefi teorilere değil, korku ve umutlarına yaslanır. Korku ya da umudun siyasi açıdan bizi teşvik etmesi mühim bir konu çünkü korkudan ziyade umut üzerine kurulu bir toplum özgür olabilir. Bunun yanında siyasi umudu denetim altında tutmak da gayet önemli, çünkü insanları olduğu gibi kabul etmeliyiz, insan doğasını tümden dönüştürmeyi tasarlamamalıyız.
Baruch Spinoza, Tanrıbilimsel Politik İnceleme (1670) eserinin başında insanların tipik biçimde korku ve umuda yönelmesinden yakınır, çünkü yaşam koşullarını akıl çerçevesinde tam manasıyla kavramaktan yoksundurlar. Umut bir batıl inanç kaynağıdır, tıpkı nefret, öfke ve aldanma gibi, der.
Etik kitabında ise şöyle der: Devletin esas görevi güvenliğimizi ve özgürlüğümüzü sağlamaktır ve demokrasi de bir devleti yönetmek için en doğal formdur, ancak sıradan insanlar korkuyla yönetilmezlerse tehlikeli olur. Siyasi incelemelerinde kökten farklı bir şekilde meseleye yaklaşır, örneğin şöyle der: Devlet yasaları öyle bir tasarlanmalı ki “insanlar korkuyla değil, çok arzuladıkları iyi bir şeyin umuduyla sınırlansın.”
Spinoza, arzuladığı özgür toplumun nasıl gerçekleşebileceğini açıklarken umudu görmezlikten gelemez. Örneğin, “devlet yasaları öyle bir tasarlanmalı ki insanlar iyi bir şeyin umuduyla yaşamalı, korkuyla değil” derken Thomas Hobbes’u eleştiriyor gibi görünür. Spinoza, “İnsanları toplumsal sözleşmeye uymaya ikna eden tek şey korku ve umut duygularıdır,” iddiasında Hobbes ile hemfikirdir. Ama Hobbes korkuyu seçer ve korkuyla hareket edenin umutla hareket eden kadar özgür olduğunu iddia eder. Spinoza için tam tersi geçerlidir: Böyle bir korku rejimi önünde, sonunda özgür olmayan vatandaşlar yaratacaktır. Özgür bir toplumun temelini yalnızca umut oluşturur.
Spinoza’ya göre korku ve umut gibi duygular, dünyayı tam manasıyla anlamamıza engel olur; ama birçok insanı tam da bu duygular teşvik eder ve bu sebeple toplumsal düzenin temelini oluşturmalıdırlar. Spinoza kendi siyasi teorisinde korkuya sırt çevirip umuda döndüyse bunun sebebi korkunun umut üretmesidir. Ancak korku yanlış türde bir umudu besler. Ürkmüş insanlar umut edecek bir şey arar fakat makul biçimde umut edemeyeceklerdir ve bu korkudan nasiplenmek isteyen siyasi liderlerin kolay hedefi hâline geleceklerdir. Kitleleri korkutan siyasi liderler kendilerini kurtarıcı olarak sunar, vatandaşlarla uçurum arasında sadece kendileri varmış gibi davranırlar. İnsanlar kendilerini bu manipülasyona maruz bırakırlarsa siyasi açıdan makul ve özgür olamazlar. Spinoza devletin en önemli görevlerinden biri güvenliktir derken sadece fiziksel güvenliğe değil, psikolojik güvenliğe de işaret eder, bu da korkudan azade olmaktır. Korku vasıtasıyla kendini meşru kılan ve vatandaşlarının itaatini sağlayan bir devlet, demokrasinin kuyusunu kazar çünkü korku stratejisi, demokrasinin can damarı olan özgürlüğün altını oyar.
Umut duygusu sadece bireylerin sahip olduğu bireysel bir şey değildir; birleştirici bir duygudur bu. Spinoza bu yüzden “ortak bir duygu”dan bahseder. Bu ortak duygunun ayrıntısına pek girmez ama en azından siyasi umudun iki boyutunu tasavvur edebiliriz: (1) siyasi bir topluluk için inşa edicidir çünkü umduğumuz şey etrafında toplanırız ve (2) belirli siyasi hedeflere ulaşma olasılığını artırdığı için araçsal bir rol de oynar çünkü aynı doğrultuda hareket ederiz. Vatandaşlar birbirleriyle ve otoriteyle iş birliği yapar çünkü faydalı olacağını umarlar. Bunun yanında yaptırımlardan korktukları için iş birliğine zorlanırlar, ama umudu tercih ederler çünkü umut bizzat vatandaşların iradesini ve dolayısıyla özgürlüğünü ifade eder.
Judith Shklar’ın “korku politikaları” dediği şeydense “umut politikaları”nı tercih ederim. Shklar’a göre, hepimizin hedeflemesi gereken pozitif bir amaç fikrini bir tarafa bırakmalıyız, onun yerine de hepimizin kaçınmamız gerektiğini düşündüğümüz negatif bir görüşü öne çıkarmalıyız. Paramparça olmuş şu çağda terörün, zalimliğin ve ıstırabın kaçınılması gereken şeyler olduğu hususunda birleşebiliriz. Korku insanları birleştirebilir, kaybolduğunu düşündüğümüz topluluk hissini yeniden tesis edebilir. Shklar’ın perspektifinde sistematik korku siyasi özgürlüğü mümkün kılan şeydir. Böyle anlatınca günümüz dünyasında korkunun umuttan daha güçlü bir teşvik gücü olduğuna ikna olabiliriz. Ancak, bana sorarsanız ben Spinoza’nın tarafını tutardım.
Korku gerçekten de bir birlik hissi yaratabilir, ama daha ziyade bölmeye oynar. Korku bazı insanları bir araya getirse de bazı kişileri ve grupları potansiyel tehlike kalıbına sokarak topluluğun parçalanmasına neden olur. Korku özgürlüğümüzün altını oyar; kısmen faaliyetlerimizi doğrudan sınırlayan önlemleri teşvik eder, kısmen de eylemlerimizde her ayrıntıyı çok düşünmeden günlük yaşamımızda kendiliğinden eyleme kabiliyetimizi ve temel güvenlik hissimizi tüketir.
Liberal bir demokrasinin işlemesi için vatandaşlar toplumu etkileyebileceklerini umut etmeliler ki o toplum arzuladıkları doğrultuda ilerleyebilsin. Bunun çaresi de ancak vatandaşların her zaman istediklerini alamasalar da siyasi eyleme katılmanın fark yaratacağına inanmasıdır.
Umut olmazsa siyasi kayıtsızlık hüküm sürer. Umutsuzluk bizi kötürüm bırakır, önemli imkânlarla kurduğumuz bağlar tamamen kopar. Gittikçe tükenen umutlar anlamlı imkanlar ufkunu da daraltır ve umut tümden yitip gittiğinde bu ufuk da kapanır. Umut bir özgürlük ifadesi gibi görünebilir, şartların insafına kalmadığımızı, içinde bulunduğumuz durumu daima aşabileceğimizi bize gösterir.
Umut, iyimserlik gibi değildir, kişi aynı anda hem kötümser hem de umutlu olabilir. Dünyaya dönüp baktığımızda hiç şüphesiz kötümserliğin nedenlerini görebiliriz. Yirmi otuz yıl öncesine nispetle iyimser olmamız için çok daha az nedenimiz var, ama tam da bu nedenden dolayı umut için daha fazla alan açık. Umutlarımızın bundan sonra daha fazla gerçekleşme şansı olacağı için değil, hâlihazırda karşılaştığımız engellerle yüzleşirken bize daha fazla kaynak sunduğu için; umut, korkuyu aşmamıza ve peşinden koşulacak hedefler sağlamaya yardımcı olur, üstelik bu hedefler aynı zamanda bizi daha fazla bir araya getirir.
İyi bir umut sayesinde içinde bulunduğumuz duruma dair makul ve gerçekçi bir bakış açısı edinebiliriz. Böyle bir temel olmadan umut makul olmaz. Umudun kendisi tabiatı gereği iyi bir sonuç imkanına kolayca yönelmemizi sağlayacaktır. Umut ettiğimizde dikkatimiz arzulanan sonuca yönelir; böylece bu tarz bir sonucu destekleyecek her şeye önem verirken kötü sonuca işaret eden her şeyi göz ardı ederiz. Bu yüzden umut bir kendini kandırma imkânı taşır. Aynı şekilde cesaret de aşırı güven şeklinde yozlaşabilir; umut bozulup “aşırı umut” hâlini alır. Umut, temenniye açık bir davettir; bu temennide dünyanın benim arzularıma dayattığı gerçek sınırları çok da hesaba katmam. İyi umut eden biri, hedefe varabilecek yahut varamayacak şeye dair gerçekçi bir anlayışa sahip olabilir, böylece kendi faaliyet alanının sınırlarını da öğrenmiş olur. İyi umut etmek, arzulanan bir sonucu hayal etmekten daha fazlasıdır; aynı zamanda, hedefe varacak gerçekçi yolları da hayal etmektir, bunun yanında bu yollarda ilerlememizi sağlayacak stratejileri ve eylemleri de tasavvur etmektir.
Umut sizi pasifleştirebilir; çünkü bakışınızı geleceğe odaklar ve şimdiki zamanı unutursunuz, hâliyle şimdiki durumu iyileştirmek için yapılabilecekler ve yapılması gerekenler yapılmaz. Umut yüzünden bazen geride bırakmamız gereken durumlar içinde sıkışıp kalırız; tıpkı zalim bir adamla ilişkisini sürdüren kadının durumunda olduğu gibi, adamın düzeleceğini umut eder, çünkü defalarca söz vermiştir, ama kadının asıl yapması gereken onu terk etmektir. Umut sebebiyle şimdi ve burada yapılması gerekenlere sırt çevirip uzak bir hedefe yöneliriz. Eğer evimiz bugün yanıyorsa günün birinde iyi bir ateş söndürücü icat edebilmeyi ummanın kıymeti yoktur. Siyasette de öyle, hayalî bir gelecek uğruna şimdiki zamana körleşmek talihsizlik olacaktır. Öte yandan, sadece hayal edilmiş bir gelecek, bir umut, siyasete bir yönelim verebilir.
Umutta bir tevazu da vardır; hayatta bizim için önemli olan çoğu şeyin kontrolümüz dışında olduğunu anlarız. Elimizden geleni yapar ve umut ederiz. Adalet her zaman yerini bulmaz, hakikat de her zaman yalana galebe çalmaz. Elimizden geleni yapsak da her zaman başarıya ulaşamayız. Aksini düşünmek kendini aldatmaktır. Her şeyin her zaman istediğimiz gibi gitmediği gerçeği, elimizden geleni yapmamamız için bir gerekçe değil elbette. Aksini düşünmek, ideal yaşam diye bir yanılsamaya kendini kaptırmaktır, sanki ilahi bir teminat adaletin ve hakikatin önünde sonunda galip geleceğini sağlayacakmış gibi bir batıl inanca saplanmaktır. Bu iki uç durum da umutsuzlukta ortaya çıkar. Bu nedenle, bu iki uç durumda adalet ve hakikatin bizim gerçekleştireceğimiz şeyler olduğunu, bize sunulan veya bizden men edilen şeyler olmadığını gözden kaçırırız. Hakikat ve adalet bizim görevimizdir, onları gerçekleştirmeyi umut etmeliyiz, tabii bazen beceremeyeceğimizin farkında olarak.
Johann Wolfgang von Goethe’nin Faust eserinde korku ve umut “insan evladının en büyük iki düşmanı” olarak tasvir edilir. Hem korku hem de umut yolumuzu şaşırtabilir, ama en azından bizi bir yere götürürler. Korku ve umutsuz bir yaşam hiçbir şeyin değerli olmadığı bir yaşam olurdu. Neredeyse bitkisel yaşama benzerdi.
Hepimiz savunmasız ve korumasızız; bu savunmasızlık bazı şeylerin anlamlı olması için zorunludur. Aristoteles’in işaret ettiği üzere hiçbir şeyden incinmeyeceğini düşünen kişi bir şeyden korku da duymaz. Böyle bir insan bir şeyi umut etmez de. Böyle bir insan hiçbir şeyi gözetmez, çünkü bir şeyi gözetmek bir şeyin tehlikede olduğunu varsaymaktır. Yaşamdaki anlam bir şeyi gözetmekten ileri gelir, gözetenler de savunmasız olurlar. Birini seviyorsanız sevdiğiniz insanın bir kaza sonucu sizden kopmayacağının ya da ilişkinin bitmeyeceğinin teminatı yoktur. İşte bu sebeple değerlidir. Savunmasız bir yaşam anlamsız bir yaşamdır.
Hans-Georg Gadamer’e göre umut, “yaşam farkındalığımızdaki temel yapıdır, o olmasa yaşam yükünü zor sırtlanırdık.” Gadamer, bizi pasifleştirecek boş umuda karşı önlem almamızı tavsiye eder, ama umutsuz da yapamayacağımızı söyler, yani düşünce gücüyle mevcut durumumuzu aşma ve gelecekte daha iyi bir yaşamı gözümüzde canlandırma kabiliyetimiz olmasa çökeriz. Umut, hayattaki sınanmalarımızın üstesinden gelmemize yardımcı olur, çünkü bize tutunacak bir dal verir, bu sayede bu sınanmaları daha geniş bir bağlamda değerlendirebiliriz. Şimdi ve burada hissettiğimiz acının insafına kalmadığımız anlamına gelir.
Ancak umut, rahatlıktan daha fazlasıdır. Bir şeyi yaptığınızı hayal edemiyorsanız onu yapamazsınız. Bu anlamda umut, eylem için gereklidir. Umudunuzu kaybederseniz eylem kabiliyetinizi de kaybedersiniz. Umut, dünyayı sihirli biçimde değiştiren bir ruh hâli değildir, ama bir şeyleri oldurmak için eyleme geçmemizi teşvik eder. Umut, doğası gereği, size bir teminat vermez, ama hepimizin bildiği üzere umut olmayınca da yaşam imkânsız olur.
*Prof. Dr., Bergen Üniversitesi Norveç, Felsefe Bölümü.
[1] Kitabın Türkçe tercümesi için bkz. Lars Svendsen, Korkunun Felsefesi, çev. Murat Erşen, Redingot Kitap, 2017.