KORKU FİLMLERİNDEN KORKMA!

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Mathias Clasen*

    Kendi laboratuvarında tam zamanlı çalışan bir korku araştırmacısıyım.[1] Yatmadan önce Stephen King romanları okuyorum, hafta sonları ellerinde kesici aletlerle karakterlerin peşinde dolanan canilerin yer aldığı filmleri izliyorum ve ne zaman boş vaktim olsa hayatta kalma konulu korku oyunları oynuyorum.

    Ama eskiden beri hep böyle değildi. Sinema salonunda ilk defa bir korku filmi izlemeye gittiğimde yarıda bırakmıştım. 14 yaşındaki hâlim için ekranda yaşananlar çok fazlaydı. Orada, sinemanın karanlığında, ekranda cirit atan canavarlara bakıyor ve etrafımdaki diğer gençlerin sevinç çığlıklarını dinliyordum. Ekrandaki canavarlar ölüm ve dehşet verici parçalanma potansiyellerinin tamamını ortaya koyarken, endişeli heyecan kalp dondurucu bir dehşete dönüşmüştü.

    O günden sonra bir daha asla tam olarak toparlanamadığım bir moral bozukluğu yaşadım. Erken ayrılmanın yakıcı utancı, hafızamda o katil canavarların kanlı eylemlerine tanık olmanın verdiği metalik dehşet kadar canlıdır.

    Özellikle bir sahne aklıma kazınmıştı: Sempatik ve çekici bir genç kadın olan ana karakter, yakışıklı sevgilisini öpmek üzereyken, adamın o güzel yüzü, ağzı keskin dişlerle dolu, kedi benzeri bir canavara dönüşüyordu. Kadın adamla mücadelesinde galip gelip bir polisin kollarına koşuyordu. Polis de hıçkırarak ağlayan kadının devriye arabasına binmesine yardım ediyordu. Ne sahneydi ama! Derken, kedi-adam-canavar elinde bir kalemle polisin arkasında beliriyor ve kalemin sivri ucunu talihsiz kanun adamının kulağına hızla sokarak çıtırtıyla vıcırtı karışık bir ses çıkartıyordu. Bunun üzerine polis yere düşüyor ve kalemin diğer ucunun kendisini gösterdiği tarafı üzerine yığılıyor ve bir başka çıtırtı-vıcırtı sesi hemen ardından geliveriyordu.

    Bu filmi, en azından bir kısmını, izleme deneyimi, bütün sağduyudan uzak ve şiddet dolu nahoşluğuna rağmen içimde bir merak uyandırdı. Neden etrafımdaki diğer bütün gençler bu grotesk filmden (eğer merak ediyorsanız Sleepwalkers [Uyurgezerler, 1992]) hoşlanıyor gibiydi? Gerçekten de, neden bu kadar çok insan kendilerini şok etmek ve korkutmak için tasarlanmış eğlencenin peşine gönüllü olarak düşüyor? Bundan ne elde ediyorlar? Bir gerilim mi, sinir sistemini sarsmak mı, yoksa daha derin bir şeyler mi var?

    Korku filmleri iki ana alt türe ayrılabilir: Doğaüstü olanlar (feryat eden hayaletler, çürüyen zombiler veya yasak boyutlardan gelen zihin parçalayıcı iğrençlikleri düşünebilirsiniz) ve daha psikolojik olanlar (maskeli seri katiller ve dev sürüngenler çeşitleri). Hepsinin ortak özelliği korku, endişe, iğrenme ve dehşet gibi olumsuz duygular uyandırmayı amaçlamalarıdır. Ayrıca son derece popüler olma eğilimindedirler. Meslektaşlarımla birkaç yıl önce yaptığımız bir ankete göre, ABD’li katılımcıların yarısından fazlası -yaklaşık yüzde 55’i- The Exorcist (Şeytan, 1973) gibi filmler, King’in Salem’s Lot (Korku Ağı, 1975) gibi kitapları ve Amnesia: The Dark Descent (2010) gibi video oyunları da dâhil olmak üzere “korkutucu aracı ortamlardan” hoşlandıklarını söylüyor.

    Dahası, korkutucu aracı ortamlardan hoşlandıklarını söyleyen insanlar bunu ciddi olarak ifade ediyor. Katılımcılarımıza korku filmlerinin ne kadar korkutucu olmasını istediklerini de sorduk. Bu garip bir soru gibi gelebilir, tıpkı komedilerinin ne kadar komik olmasını istediklerini sormak gibi. Ancak korku türünün ortaya çıkardığı olumsuz duyguların talihsiz yan ürünler olduğu yönündeki eski bir Freudyen fikri sorgulamak istedik. Bu fikre göre izleyiciler kendi bastırılmış arzularıyla canavar kılığına girerek yüzleşmelerini sağlayan filmleri izlemek için ödemeye razı oldukları bir bedel bulunuyor. Ama bizim bulduğumuz bu olmadı. Katılımcılarımızın yaklaşık yüzde 80’i korku eğlencelerinin orta ila çok korkutucu aralıkta olmasını istediklerini söyledi. Buna karşılık, sadece yüzde 3,9’luk bir kesim hiç korkutucu olmayan korku filmlerini tercih ettiğini söyledi.

    Dolayısıyla, korku ve diğer olumsuz duygular, korku eğlencesi yaratıcılarının da gözden kaçırmadığı bir gerçek olarak, korkunun cazibesinin merkezinde yer alıyor. “Gelmiş geçmiş en korkunç film!” olduğunu iddia eden ya da sizi haftalarca ışıklar açık uyutacağını vaat eden film fragmanları görmüşsünüzdür. Daha yaratıcı bir şekilde, ABD’li film yapımcısı William Castle bir keresinde seyircileri için hayat sigortası yaptırdı. Macabre (1958) filmini izleyen seyircilerden herhangi biri korkudan ölürse, geride kalanlar Lloyd’s of London’dan 1.000 dolar alacaktı. (Kimse ölmedi. Ama bu hile sayesinde filme daha fazla korku avcısı sinema salonuna çekildi).

    Çekicilikleri göz önüne alındığında, korku filmlerinin büyük iş yapması şaşırtıcı değil. Kuzey Amerika’da 2019 yılında 40 yeni korku filmi gösterime girdi ve yalnızca yerel sinema pazarında 800 milyon dolardan fazla hasılat elde etti. Aynı şekilde, ABD’deki korku temalı etkinlikler sektörü de istikrarlı bir şekilde büyüyor ve 2019’da 500 milyon dolara varan bilet satışı elde etti. Ertesi yıl, 2020’de doğal olarak daha düşük rakamlar görüldü, ancak COVID-19 karantinalarının ve boş sinema salonlarının olduğu o yılda bile korku filmleri pazar payı açısından önceki tüm rekorları kırdı. Bu gelişme 2021’de de devam etti ve korku türü artık ABD gişelerinde pazar payının neredeyse yüzde 20’sini oluşturuyor. Açıkça görülüyor ki, gerçek dünyanın yeterince korkutucu olduğunu düşündüğünüzde bile insanlar korkutucu eğlence istiyor.

    Korku türünün geniş çaplı çekiciliğine rağmen, bu türe yönelik olumsuz düşünceler ve önyargılar vardır. Görünüşe göre pek çok insan korku filmlerinin aptalca, tehlikeli, hatta her ikisi birden olduğunu düşünüyor; sanatsal açıdan basit, ahlaki açıdan yıpratıcı ve psikolojik açıdan zararlı, özellikle de uyumsuz genç erkeklere yönelik şüpheli bir cazibesi var. Peki bilim ne diyor?

    İlk olarak, korku bilhassa erkeklere özgü bir tür değildir. Erkeklerin korkudan hoşlandıklarını söyleme oranı kadınlara kıyasla biraz daha yüksek olsa da, aradaki fark birçok insanın düşündüğünden çok daha azdır. Yukarıda bahsi geçen anketimizde, katılımcılara “Korku medyasından hoşlanma eğilimindeyim” ifadesine ne ölçüde katıldıklarını sorduğumuzda, 1’den 5’e kadar bir ölçekte, erkeklerin ortalaması 3,50 iken kadınların ortalaması 3,29’dur.

    İkinci olarak, korku filmleri sadece gençler tarafından izlenmiyor. Evet, filmler genellikle bu kitleye pazarlanıyor ve korku iştahı ergenliğin sonlarında zirve yapıyor gibi görünüyor, ancak bu durum çocukların 13 yaşına girdiği gün birdenbire ortaya çıkmıyor ve daha yaşlı insanlarda da ortadan kaybolmuyor. Devam etmekte olan bir araştırma projemiz, korkudan zevk alma arzusunun, kovalamaca oyunu ve saklambaç gibi hafif korkutucu etkinliklerden evrensel olarak hoşlanan küçük çocuklarda bile belirgin olduğunu ortaya koyuyor. Yaşlılar bile polisiye diziler gibi hafif korkutucu medyanın zaman zaman sağladığı heyecandan hoşlanıyor gibi görünüyor. İngiliz suç dizisi Midsomer Murders (1997-), ürkütücü teremin tema melodisi ve normalde huzurlu görünen kurgusal Midsomer County’deki açıklanamaz derecede bol, çoğu zaman ürkütücü cinayetleriyle bana her zaman yaşlılar için hafif bir korku gibi görünmüştür.

    Üçüncüsü, korku hayranlarının özel olarak uyumsuz, ahlaksız veya empatiden yoksun olduklarına dair hiçbir kanıt yoktur. Meslektaşlarım ve ben korku hayranlarının kişilik profilini incelediğimizde, ortalama bir insan kadar vicdanlı, uyumlu ve duygusal olarak istikrarlı olduklarını, aynı zamanda deneyime açıklık konusunda ortalamanın üzerinde puan aldıklarını (yani entelektüel uyarım ve maceradan hoşlandıklarını) gördük. Heyecan verici şey arayışı konusunda oldukça yüksek puan alma eğiliminde oldukları doğrudur, bu da kolayca sıkıldıklarını ve heyecan arayışında olduklarını gösterir. Yine de uyumsuz ya da ahlaksızlar mı? Hayır, ortada kanıt yok.

    Eğer korku filmleri uyumsuzları ve ahlaksızları cezbetmiyorsa, o zaman psikotik canavarlar mı yaratıyor? Victoria dönemindeki “penny dreadfuls” (tek penilik ucuz yollu taksitlerle satılan sansasyonel, genellikle ürkütücü veya tüyler ürpertici hikâyeler) endişesinden günümüz medyasının eli kesici aletlerle masum insanları kovalayan kimseleri konu alan filmlerine karşı duyulan endişeye kadar, korku türünün yakın tarihi boyunca etrafını saran ahlaki paniklere bakılırsa, böyle düşünülebilir.

    Son zamanlarda, uzmanlar “işkence pornosu” olarak adlandırılan filmlerin etkileri konusunda endişeliler: Masumlara işkence etme ve öldürme fırsatı karşılığında insanlara para ödeten karanlık bir örgütü konu alan Eli Roth’un Hostel serisi (2005-11) gibi filmler bunlardan bazılarıdır. İlk Hostel filminde, örgüt tarafından yakalanıp işkence için satılan üç sırt çantalı gezgini izliyoruz. Sırt çantalı gezginlerden birinin uzuvları elektrikli testereye, diğerinin gövdesi ise elektrikli matkaba maruz kalır. Sırt çantalı gezginlerden sadece biri (bedeni tam bir bütün olmasa da) hayatta kalmayı başarır. Filmin bu sinsi saldırıları bütün kanlı iğrençliğiyle tasvir etmesi, medya yorumcularının işkence ve vahşete odaklanmalarının seyircide sağlıksız, sadist dürtüleri körüklediğini savunarak filme ve benzerlerine karşı çıkmalarına yol açtı.

    Bu endişeyi destekleyen önemli bir kanıt yok, sonuçta izleyiciler izlediklerinin kurgu olduğunu biliyor. Şiddet içeren medyanın psikolojik etkileri akademisyenler ve bilim insanları tarafından hâlâ tartışılmaktadır, ancak medya psikolojisinin “maymun görür, maymun yapar” modeli metodolojik ve ampirik gerekçelerle ciddi şekilde eleştirilmiştir ve artık çoğu uzman tarafından terk edilmiş görünmektedir. Aslında, ABD’de 1960-2012 dönemini kapsayan yakın tarihli bir çalışma, film şiddeti arttıkça gerçek dünyadaki şiddetin aslında azaldığını ortaya koymuştur.

    Bu, korku filmlerinin olumsuz etkileri olamayacağı anlamına gelmiyor. Nitekim medya psikologları çoğu insanın korku filmleriyle bir tür “travmatik” deneyim yaşadığını belgelemiştir. Tırnak işareti kullanıyorum çünkü burada gerçekten klinik travmadan bahsetmiyoruz. İnsanların büyük çoğunluğu için bu tür deneyimler hafif davranış bozukluklarından ibarettir: kabuslar, ışıklar açık şekilde uyuma, birkaç gün boyunca uykusuzluk gibi. Örneğin, bir araştırmaya göre ABD’deki üniversite öğrencilerinin yaklaşık yüzde 90’ı bu tür deneyimler yaşamıştır; bunların arasında üç gencin ormanda kaybolup korkunç bir şekilde ölmesini konu alan The Blair Witch Project (1999) filmini izledikten sonra kampa gitmeyi istemeyenler de vardır.

    Bu hafif ve geçici akşamdan kalma etkileri madalyonun sadece bir yüzüdür. Bilim dünyası tarafından uzun süre göz ardı edilen korku tüketiminin birçok olumlu etkisi olduğu artık açık. Dahası, korku zevki doğaldır ve patolojik olarak görülmemelidir. Tales from the Crypt (1950-55) ve The Walking Dead (2003-19) gibi canavar çizgi romanlarına ilgi duyan çocuklar, elindeki keskin aletlerle birilerini kovalayan kimseleri konu alan filmleri seven gençler veya korku etkinliklerinden hoşlanan yetişkinler gibi son derece normaldir. Bu zevk, evrimsel bir perspektiften bakıldığında gayet mantıklıdır. İnsanlar tehlike konusunda meraklı olacak şekilde evrimleşmiştir ve hikâyeleri dünya ve kendileri hakkında bilgi edinmek için kullanırlar. Korku hikâyeleri özellikle en kötü durum senaryolarını hayalî olarak simüle etmelerini sağlar, onlara dünyanın karanlık taraflarını ve kendi duygusal yaşamlarının karanlık spektrumunu öğretir.

    Chicago Üniversitesinden davranış bilimci Coltan Scrivner bu iştahı “marazi merak” diye adlandırıyor. Bazı insanlarda çok fazla, bazılarında ise çok az bulunur, ancak çoğumuz oldukça marazi bir meraka sahibiz: bir kazadan gözlerimizi kaçırmakta zorlanırız ve zaman zaman gerçek bir suç programının, bir korku filminin ya da paranormal olaylarla ilgili bir belgeselin çekimine kapılırız.

    Scrivner, dehşet verici olana duyulan bu hayranlığın uyarlanabilir olduğunu söylüyor. Bu hayranlık, Ölüm Meleği ve onun çalışma biçimleri hakkında bilgi toplamamızı sağlayan bir öğrenme mekanizmasıdır ve korkuya duyulan yaygın ilginin temelini oluşturur. Stephen King, 10 yaşındayken annesinin, o sırada firarda olan seri katil Charles Starkweather hakkında tuttuğu bir hatıra defterini nasıl keşfettiğini anlatır. Annesi endişeyle “Neden?” diye sormuş. King’in cevabı “Bu adama dikkat etmem gerekiyor. Onun hakkında her şeyi bilmeliyim ki onunla ya da onun gibi biriyle karşılaşırsam hemen kaçabileyim,” şeklinde olmuş.

    Dolayısıyla, korku filmlerine ilgi duyduğumuzda, temelde derinlerde yatan bir içgüdüye, atalarımızın tehlikeli bir dünyada uzaktan, hatta dolaylı olarak öğrenerek hayatta kalmalarına yardımcı olan marazi bir meraka teslim oluyoruz. Korku bu içgüdüyü tatmin eder ve tehlikelerle dolu ama gerçek bir risk taşımayan uydurma dünyalarla oyun oynamamızı sağlar.

    Bu hipotezi test etmek için laboratuvarım, meslektaşım Marc Malmdorf Andersen’in liderliğinde, ormanda terk edilmiş bir fabrikada yer alan Danimarka’daki ticari bir ziyaretçi etkinliği olan Distopya Perili Evi’nde deneysel bir çalışma yürüttü. Her Ekim ayında fabrika, zombilerin iniltileri ve elektrikli testerelerin gürültüsüyle canlanıyor ve birkaç dakikada bir neşeli dehşet çığlıklarıyla noktalanıyor. 100’den fazla müşteriyi topladık, onlara hafif kalp atış hızı monitörleri taktık ve çeşitli anketler doldurmalarını istedik. Ayrıca, laboratuvar önlüğü giymiş bir aktörün çılgın bir bilim adamı gibi konuşup konukların dikkatini dağıtması, zombi makyajlı başka bir aktörün bir masanın altından atlamasını sağlaması, konukları akıl almaz bir şekilde korkutması ve bize akut tehdit olaylarına karşı davranışsal ve fizyolojik tepkiler hakkında harika veriler sağlaması gibi anları, eğlence merkezinin içindeki önemli noktalarda güvenlik kameralarıyla davranışlarını kaydettik.

    Korkunun evrimsel işlevini destekleyecek bir şekilde, korku ve keyif arasında hoş bir nokta olduğunu bulduk. Korku arayan insanlar bunun doğru miktarını istiyor. Yaşadıkları korku aşırıysa tatsız bir şekilde bunaltıcı oluyor; yeterince korkutucu değilse de sıkıcı. Ancak doğru miktarda korktuğunuzda, eğlence amaçlı korku bölgesindesinde oluyorsunuz; bu bölgede eğleniyorsunuz ve bu süreçte olumsuz duygularınızı nasıl düzenleyeceğiniz gibi önemli şeyler öğreniyor olabilirsiniz.

    Duygusal düzenleme eğlence amaçlı korkunun anahtarıdır çünkü hepimiz tahammül edilebilir ve hatta zevkli bulduğumuz korku yoğunluğu açısından farklılık gösteririz. Korku araştırmacılarının bir süredir bildiği üzere, her korku hayranı adrenalin bağımlısı değildir. Bu duygusal dinamikleri Dystopia Haunted House’da yürüttüğümüz bir başka çalışmada araştırdık. Bu kez, birkaç yüz misafiri bir araya getirdik ve onlara bir meydan okuma seçeneği sunduk: ya mümkün olduğunca korkmaya çalışın ya da korku dolu etkinliklerden geçerken korkunuzu mutlak minimumda tutmaya çalışın. Sonuç olarak, misafirlerin yarısı maksimum korku mücadelesini, diğer yarısı ise minimum korku mücadelesini seçti.

    Katılımcılarımız oldukça farklı korku seviyeleri bildirdiler. Korkularını en aza indirmeyi seçen misafirler, 0 ila 9 arasında bir ölçekte ortalama 4,3 korku seviyesi bildirmişlerdir. Korkularını en üst düzeye çıkarmayı seçenler ise ortalama 7,6 korku düzeyi bildirmişlerdir. Ancak çarpıcı bir şekilde, her iki grup da benzer (ve çok yüksek) memnuniyet seviyeleri bildirmiştir.

    Başka bir deyişle: İster korku dolu bir mekânda ister ekran karşısında olsun, insanların eğlence amaçlı korkudan zevk almasının çeşitli yolları vardır. Bazıları için bu maksimum uyarımla ilgilidir; bu insanlar adrenalin bağımlılarıdır. Diğerleri içinse, korkuyu tolere edilebilir bir seviyede tutmaktır, kendini kontrol etmek bir meydan okumadır; bu kişilere “white-knuckler” (beyaz eklemliler, bir şey çok sıkı tutulduğunda eklemler beyazlaşır, kelime de buradan mülhem. ç.n.) denir. Her iki grup için de ortak olan, en uygun korku seviyesine ulaşmak için bir dizi psikolojik, davranışsal ve sosyal stratejiyi aktif olarak kullanmalarıdır.

    Yakın zamanda yapılan bir başka çalışmada, korku eğlencesinin olası faydaları ve çekiciliğine daha fazla ışık tuttuk ve bu süreçte şaşırtıcı bir keşif yaptık: üç korku hayranı kategorisi var. Adrenalin bağımlıları ve beyaz eklemlilerin yanı sıra “karanlık cambazlar” olarak adlandırdıklarımız da var. Adrenalin bağımlılarının korku filmlerine yöneldiklerinde bir duygudurum yükselmesi yaşadıklarını keşfettik; yoğun uyarım onları daha iyi bir ruh hâline sokuyor. Beyaz eklemliler korku karşısında böyle bir ruh hâli artışı yaşamıyor, ancak kendileri hakkında bir şeyler öğrendiklerini ve bir şahıs olarak geliştiklerini hissediyorlar. Ne kadar korkuya dayanabileceklerini, dehşetin nasıl bir his olduğunu, yoğun strese nasıl tepki verdiklerini ve kendi kaygılarını nasıl düzenleyeceklerini keşfedebiliyorlar; bunların hepsi çok önemli hayatta kalma becerileridir.

    Üçüncü tür, karanlık cambazlar, daha önce bilimsel literatürde tanımlanmamıştı ve merak uyandırıcıdırlar. Tüm faydalardan yararlanıyorlar: duygudurum artışı, kendileri hakkında bir şeyler öğrendiklerini hissetme ve belki de korkutucu karşılaşmaları simüle ederek gerçek korkutucu dünyayla nasıl yüzleşecekleri… Onlar için bu bir tür pratik. Belki de korku filmi endüstrisinin hedeflemesi gerekenler karanlık cambazlardır, sadece “Gelmiş geçmiş en korkunç film!” sloganlarının hedef kitlesi gibi görünen adrenalin bağımlıları değil.

    Şüpheciler, insanların şeytani varlıkların musallat olmaları, dengesiz testereli katiller ve cinayete meyilli kuklalar hakkındaki filmlerden değerli bir şey öğrenebilecekleri fikrine ikna olmayabilirler. Bu filmler çok acımasızca görünebilir. Pandeminin ilk aylarında, korku hayranlarının psikolojik dayanıklılık açısından korkudan pek hoşlanmayanlara göre herhangi bir üstünlüğü olup olmadığını araştırmaya karar verdik. Düşüncemiz şuydu: İnsanlar korku filmi izlerken gerçekten de duygu düzenleme becerilerini geliştiriyorlarsa, bu becerileri gerçek dünyadaki durumlarda da kullanabilirler.

    Bulduğumuz şey gerçekten de buydu. Çok sayıda korku filmi izleyen kişiler, COVID-19 tecritlerine tepki olarak korku filmlerinden kaçınanlara göre daha az psikolojik sıkıntı bildirdi. Dahası, “kıyamete hazırlık filmleri” olan zombi felaketi filmleri, uzaylı istilası filmleri ve bu tür şeylerin hayranları pandeminin sonuçlarına karşı kendilerini daha hazırlıklı hissetti. Benzer şeyleri filmlerde görmüşlerdi. Bu tür senaryolar için hayalî olarak prova yapmışlardı ve krizin yansımalarından daha az etkilendiler. Yaşayan ölülerin sosyal düzeni altüst etmesiyle ilgili kurgusal bir senaryo, yani sağlık sistemlerinin çökmesi, kanun ve düzenin bozulması ve altyapının alt üst olması gibi, gerçek dünyada büyük bir sosyal ve kurumsal kargaşa durumundan çok da farklı olmayabilir.

    O hâlde korku filmleri, dünyanın stres ve dehşetine karşı aşılama işlevi görebilir. Başa çıkma becerilerimizi geliştirmemize yardımcı olabilir ve bir tür keyifli maruz kalma terapisi işlevi görebilirler. Anksiyete bozukluklarından muzdarip insanların korku filmlerinde rahatladıklarını gösteren bazı ön kanıtlar da vardır, çünkü muhtemelen bu filmler olumsuz duyguları kontrollü ve kontrol edilebilir dozlarda deneyimlemelerine, düzenleme stratejilerini uygulamalarına ve nihayetinde dayanıklılık geliştirmelerine imkân veriyor.

    Bu psikolojik faydalara ek olarak, korku filmi izlemenin sosyal faydaları da olabilir. Din bilimcilerin acı veren dinî ritüellerin yaygınlığı konusunda nasıl kafa yorduklarını düşünün. İnsanlar neden dinî bağlamlarda ateşte yürür ve kendilerini keskin nesnelerle delerler? Görünüşe göre, bu tür psikolojik ve/veya fiziksel olarak acı verici davranışların grup kimliğini güçlendirmesi ve grup üyelerini birbirlerine karşı daha fedakâr hâle getirmesi önemli bir işlevdir. Birlikte acı verici bir deneyim yaşıyorsunuz ve bu da grup bağlarını güçlendiriyor. Korku eğlencesi için de benzer bir hikâye söz konusudur.

    Korku filmi hayranı olmayan bazı kişiler bile arkadaşlarıyla korku filmi izlemeye ikna olurlar, çünkü muhtemelen filmlerden hoşlansanız da hoşlanmasanız da birlikte korku filmi izlemek çok eğlenceli olabilir. Anketimize katılan Amerikalıların yaklaşık yüzde 55’inin korku filmlerinden hoşlandığını söylediğini hatırlayalım. Daha yakın tarihli araştırmamızda örnekleme alınan bireylerin neredeyse yüzde 90’ı bir önceki yıl en az bir kez korku filmi izlemişti. Görünen o ki, korku filmi izleyenler sadece korku hayranları değil.

    Korkutucu bir durumla birlikte yüzleştiğinizde ve bu durumun üstesinden birlikte geldiğinizde, dünyanın dört bir yanında gözlemlenen disforik dinî ritüellerden farklı olarak, bu durumun üstesinden geldiğinizi hissedersiniz. Meslektaşlarım ve ben bunu korku evi araştırmalarımızda her zaman görüyoruz. İnsanlar yabancılarla birlikte bu çekici etkinlik merkezine giriyor. İçeri girmeden önce gergin ve kıpır kıpır görünüyorlar; 50 dakika sonra korku evinden tökezleyerek, terleyerek, sohbet ederek ve kırk yıllık dostlar gibi gülerek çıkıyorlar.

    Birçok, belki de çoğu izleyici için korku filmleri olumlu psikolojik ve sosyal etkileri olabilecek anlamlı bir eğlence sağlar. Belki de korku, endişe ve iğrenme gibi “ilkel” duygulara hitap ettiği için bu tür hâlâ yaftalanmaya devam ediyor. Korku filmleri nadiren Akademi Ödülleri gibi prestijli ödüller alır ve Stephen King gibi korku yazarları eleştirmenlerin takdirini kazanmakta zorlanır. Bu önyargı çok saçma. Edebiyat kanonu korkutucu materyallerle doludur; Shakespeare’inize veya Melville’inize bakın. Ayrıca korku filmleri sadece duygulara hitap etmez. Birçoğu aynı zamanda akla da hitap eder ve düşünmeye, hatta belki de iç gözlem yapmaya sevk eder.

    Bana inanmıyorsanız, bu gece izlemek için bir korku filmi bulun ve kendiniz görün. İşin püf noktası, sizi tatmin edecek bir film seçmek olacaktır. Ne 1992’de benim başıma geldiği gibi sizi dehşete boğacak bir şey istersiniz ne de çok yumuşak bir şey. Uygun bir şey bulduğunuzda, birkaç arkadaşınızı davet edin, böylece kolektif korku filmi izlemenin sosyal faydalarından da yararlanabilirsiniz. Emin olun, kâbus görmek ya da yatmadan önce yatak odanızı canavarlara karşı tarama zorunluluğu gibi birkaç hafif yan etki yaşasanız da, arkadaşlarınıza daha yakın hissedeceğiniz, kendiniz hakkında bir şeyler öğreneceğiniz ve hatta belki de eskisinden daha dirençli çıkacağınız gerçek bir şans bulunuyor.

     

    * Prof. Dr., Aarhus University, Danimarka.

     

    [1] Bu makalenin orjinali AEON’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/fear-not-horror-movies-build-community-and-emotional-resilience