MEHMED AKİF ERSOY VE MUSİKİMİZ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hakan Alvan*

    Balkan kökenli müderris bir babanın evladı olarak 1873 İstanbul’da doğan Akif, küçük yaşlardan itibaren İslam ilimlerinde babası tarafından yetiştirildi. Beraberinde sağlam bir Arapça tedrisinden geçen Akif, Farsça ve Fransızca da öğrendi. Bu yaşlarda dahi tabiatındaki şiire olan kabiliyet, ilgili çevrelerin dikkatini çekiyordu. İlk ve orta tahsilinden sonra baytar mektebini bitiren Akif, veterinerliğe başladı. Baytar mektebi döneminde hıfzını tamamlayarak hafız oldu. Bir müddet Tarım Bakanlığı’nda veterinerlik yaptıktan sonra kendini tamamen fikir ve edebiyat dünyasına adadı. Darülfünun Edebiyat Fakültesinde dersler verdi. Sırât- ı Müstakîm ve ardından Sebîlürreşâd dergilerini çıkarttı. Bu dergilerdeki yazılarında ülkenin içinde bulunduğu zor şartlara karşı İslami ve millî fikirler ışığında çözüm yolları aradı.

    Birinci Dünya Savaşı döneminde devlet tarafından Berlin’e gönderilerek düşman ülkelerdeki Osmanlı vatandaşı esirlerin iadesi konusunda faaliyetler yürüttü. 1920’de Anadolu’ya geçerek kurtuluş mücadelesine destek amaçlı halk toplantıları düzenledi ve birçok camide vaazlar vererek halkı bilinçlendirdi. Aynı dönemde Burdur mebusu olarak Ankara’da kurulan meclise girdi.

    Yeni Meclisin açtığı İstiklal Marşı yarışmasında, yazdığı şiir birinci seçildi. Akif, bu şiir için verilen ödülü Kızılay’a bağışladı. Cumhuriyet’in kurulması ve akabindeki gelişmeler neticesinde, resmî ideoloji ile arasında fikir ayrılıkları oluşan Akif, ülkeyi terk ederek Mısır’a gitti. Burada bulunduğu yıllarda memleket meselelerine olan ilgisi devam etmekle birlikte edebî faaliyetlerine de devam etti.1936’da yakalandığı hastalığın tedavisi için geldiği İstanbul’da vefat etti ve Edirnekapı mezarlığına defnedildi.

    Hayatının çok kısa bir özetini arz ettiğimiz Akif Bey’in musiki dünyasına doğru bir yolculuk yapalım. Küçük yaştan itibaren geleneksel İstanbul kültüründe yetişmiş ve dindar bir ailenin çocuğu olan Akif için musiki hayatın ayrılmaz bir parçasıydı. Dinlediği ezanlarda, okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’de, katıldığı mevlit cemiyetlerinde ve şehrin sosyal hayatının her safhasında var olan musiki; Akif’in gönül dünyasının müzik altyapısını oluşturdu. Ancak çocukluk ve gençlik çağlarında edebiyat ve şiir onu o kadar meşgul ediyordu ki müziğin varlığını ve önemini pek de fark etmiyordu. Veteriner olarak geçici bir süre Edirne’de bulunduğu günlerden bir gün, Selimiye Camii’nin minarelerinden bir ezan sesi duydu. Duyduğu muhteşem ses karşısında donakalan Akif âdeta büyülenmişti. O güne kadar hayatın içinde olan musıki ona bambaşka bir veçhesiyle sesleniyordu. Sanki elest bezmindeki “Elestü bi Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim!) hitabının lezzeti ona ulaşmıştı. Akif yaşadığı bu olağanüstü hâlden çıkıp kendine gelince derhâl Selimiye Camii’ne gidip ezanı okuyan müezzin efendiyi buldu. Bu müezzin askerliğini Edirne’de yapan Bursalı Hafız Emin Efendi isminde bir gençti. Kendisine olan hayranlığını ve yaşadığı şoku anlattıktan sonra, Edirne’de bulunduğu günlerde onunla ahbaplığını ilerletti. Akif Bey İstanbul’a döndükten sonra Hafız Emin’i çevresindekilere övgüyle tanıtmaya başladı. Kısa bir zaman sonra askerliği biten Hafız Emin İstanbul’a geldi ve Akif Bey ile Edirne’de başlayan dostluğu İstanbul’da devam etti. Gittiği her meclise Emin Efendi’yi de götüren Akif Bey, onun meclislerde okuması için naatlar, münâcatlar ve gazeller yazdı. Hafız Emin Efendi’nin sesindeki kudreti, Şair Nef’î’nin şiirdeki kudretine benzeterek onu her mecliste övücü sözlerle tanıttı. Akif Bey, Hafız Emin’in sesinin kuvvetini ispat etmek için bir gün tanıdığı birini Laleli Camii’nin civarına bıraktı, kendisi de Hafız Emin Efendi ile birlikte Çukurçeşme semtine gitti. Çukurçeşme’den Hafız Emin’e gazel okuttu. Sonra Laleli Camii’ne giderek Hafız Emin’in sesinin oraya gelip gelmediğini sordu. Tabii ki ses oraya kadar gayet güzel gelmişti. Akif Bey, Hafız Emin Efendi’nin sesine o kadar hayrandı ki onun fark ettiği ihtişamı fark etmeyenlere âdeta sinirleniyordu. Akif Bey’in, Hafız Emin Efendi’nin sesinden duyduğu lezzet, neden başkalarınca yeterince anlaşılmıyordu? Çünkü musikinin zati hakikati, Akif Bey için Hafız Emin Efendi’nin sesinden tecelli etmişti.

    Dostlukları ilerleyen Hafız Emin Efendi, o günlerde devam ettiği Galata Mevlevihanesi’ndeki mukabelelerde tanıdığı Neyzen Tevfik’le Mehmed Akif Bey’i tanıştırdı. Aslında Akif Bey’in meşrebiyle Neyzen Tevfik’in meşrebi hiç de benzeşmemektedir. Akif Bey; İslami kurallara sıkı sıkı bağlı, Neyzen ise rind meşrep birisidir. Ama ikisinin ortak özelliği, müziğin zati hakikatini hissetmeleridir. Akif Bey, Neyzen’i tanıdıktan sonra kendisinden ney dersleri almaya başlar. Neyzenin harabat han odasındaki derslerinde ney üflemeye başlayan Akif, Neyzen’e edebiyat dersleri verir. Akif Bey, neyle ilk Salim Bey’in Hicaz peşrevini üfler.  Ancak Akif, bu zamana kadar hiç yaşamadığı bir zorlukla karşı karşıyadır. El attığı her konuda kısa zamanda zirvelere tırmanan, şiir ve fikir dünyasının yekta bir isim olan Akif Bey; konu müzik olunca bir hayli zorlanır. Ama hiç pes etmez. Neyzenin han odasındaki ney derslerine ilave olarak akşamları yapılan toplu meşklere de katılır. Bu meşklerin üstatlarından birisi de Tamburi Aziz Bey’dir.

    Aziz Bey, Türk müziğinin büyük bestekarlarından ve ayrıca Sultan Aziz Han’ın saray baş imamı olan Tamburi Ali Efendi’nin oğludur. Tamburi Aziz Bey ile de kısa zamanda ahbap olan Akif Bey, kendisinden birçok klasik eseri usul vurarak meşk eder. O yılların İstanbul’unda şiir konusunda bir dehâ olan Akif Bey, doğal olarak edebiyat meclislerinin en önemli simalarındandır. Müzik sahasındaki birikimi arttıkça musiki meclislerinin de aranan siması hâline gelir. Bu meclislerin bazıları hem şiir hem müzik meclisi olunca Akif Bey’in keyfine diyecek olmaz. Artık Akif Bey’in edebiyat kadar olmasa da müzik hakkında da söyleyecek çok sözü vardır. Çoğu paşa konaklarında yapılan bu meclislerde, Akif Bey mıtrıp heyetinden zor musiki eserlerini talep etmeye başlar. Hatta icracıların eserlerde yaptığı hataları düzeltmesi dahi söz konusudur. Bu muhitlerde tanıdığı bazı bestekarlar Akif Bey’in şiirlerini de besteler. O dönemin önemli bestekarlarından Ali Rıfat Çağatay bunların başında gelir. Halkımızın mehter takımlarından dinlediği “Ordunun Duası” isimli eser Ali Rıfat Çağatay’ın Nihavent makamındaki sevilen eseridir.

    Aynı yıllarda Akif Bey’in bir diğer yakın dostu, büyük İslam mütefekkiri İsmail Hakkı İzmirli; Şerif Ali Haydar Paşa’nın Çamlıca’daki konağında Paşa’nın çocuklarına İslam ilimleri dersi vermektedir. Paşa’nın Hz. Peygamber (sav) soyundan gelmesi ve ayrıca sanata ve ilme değer veren birisi olması da Akif Bey’in dikkatini çekiyordu. Paşa’nın oğullarından Abdülmecid; keman çalıyor, diğer oğlu Cafer ud yapımıyla ilgileniyor ve en önemlisi diğer oğlu Şerif Muhiddin Bey ise ud, viyolonsel ve piyano çalıyordu. Şerif Ali Haydar Paşa, Akif Bey’in namını çokça duymasına rağmen onunla tanışmamıştı. Paşa’nın; İsmail Hakkı İzmirli aracılığı ile Akif Bey’i konağa davet etmesini istemesi üzerine, Akif Bey hemen davete icabet etmiş ve Çamlıca’daki köşkün müdavimlerinden olmuştur. O güne kadar musiki deyince sadece kendi makamsal müziğimizi bilen Akif Bey, burada batı müziğiyle de yakından tanışır. Bilhassa Udî Şerif Muhiddin Beyle yakın bir dostluk kurar. Müzik adamlığının yanı sıra iyi bir edebiyatçı ve entelektüel bir insan olan Şerif Muhiddin de Akif Bey ile ünsiyet etmekten büyük keyif almaktadır. Sanki birbirlerinin ruh ikizini bulmuş gibidirler. Şerif Muhiddin Bey bazı bestelerini Akif Bey’e ithaf ettiği gibi Akif Bey de onun için Safahat’ta da yer verdiği şiirini yazmıştır. Şerif Muhiddin Bey’in müzik çalışmaları için Amerika’ya gittiği günlerde Akif’in yazdığı şiiri şöyle:

    Yanık bağrında, yıllardır, kanar mızrâbının yâdı,

    Gel ey bîçâre Şark’ın, Şark’a küsmüş evlâdı.

    Zaman ıssız, mekân ıssız, görünmez kimse meydanda,

    Gel ey dâhi-i gâib san’atın pek bîkes arkanda

    Bütün cevvinde ölgün ruhu inler bir derin ye’sin,

    Bu vîran kubbe yüksek bir figân ister ki ses versin.

    Evet, yüksek, senin ûdun kadar yüksek figân iste

    Gel ey Dâvûd-ı san’at Sûr-ı Mahşer’den nevâ göster!

    Uyansın, gel ki, mızrâbınla Şark’ın dalgın eb’âdı,

    Kıyâmetler koparsın, her telin bir sesle feryâdı.

    Turâb olmuş emeller silkinip çıksın mezârından;

    Hayât emvâcı fışkırsın muhitin rûh-ı zârından.

    Gönüller cezbelensin, cezbeler Mevlâ’ya tırmansın

    Fezâlar kudretin “Lebbeyk” tûfânıyla çalkalansın.

    Gel ey Peygamber’in fevka’l-beşer fıtratta evlâdı,

    Bugün, bîçâre san’at bekliyor, bir senden imdâdı.

    Gezen lâkayd ayaklardır bugün kudsî harîminde,

    Nasıl nâ-mahrem izler var görürsün Şark’a bir in de.

    Melez, soysuz, şerefsiz parçalardan başka şey yok hiç;

    Ne düşkün zevk-i millî; besteler piç, sâh-eserler piç.

    Asâlet rûhu bin fetretle sarsılmış, harâb olmuş,

    Yürekler çöl kesilmiş, duygular yer yer serâb olmuş,

    Bu çöl, tûfanlar ister cevv-i san’attan ki ürpersin,

    Sen ey dâhîsi Şark’ın, yoksa bir yağmur mu beklersin?

    O müdhîs ûdunun birden çakıp göğsünde bin mahşer,

    Denizler püsküren her nevhadan yağmazsa şimşekler,

    Bu zulmetler kımıldanmaz, bu kavrulmuş zemin kanmaz;

    Nasıl kansın ki vâdî öğle yağmurlarla ıslanmaz.

    Ne terler döktü, alnından Büyük Cedd’in, ne uğraştı,

    O terler ki serpildikçe kumdan vâhalar taşdı.

    Bütün gözler kararmışken behîmiyyetle, küfranla,

    Nasıl yükseldi yurdun kalbi lâhûtî bir îmanla.

    Nasıl fışkırdı ümmî sînelerden öyle hisler ki,

    Hayâl etmezdi insâniyyetin bîçâre idrâki.

    Zaman artık senin… Gel sen de yükselt öyle bir vâha,

    Bu ıssız çölde hâib inleyen binlerce ervâha.

    Gel ey Peygamber’in fevka’l-beser fitratta evlâdı,

    Uyansın, gel ki, mizrâbınla Şark’in dalgın eb’âdı.”

    Akif Bey’in tüm bu ilişkilerinin ve çalışmalarının yanında, Millî Mücadele dönemindeki hizmetlerinin en önemlisi İstiklal Marşımızı yazmasıdır. Bu süreçte de musiki Akif Bey’e eşlik etmiştir. İstiklal Marşını yazarken ikamet ettiği Ankara’daki Taceddin-i Velî Celvetî Dergâhında kaldığı günlerde, şiirini tamamlamakta zorlandığında yine tesellisi musiki olmuştur. Ankara Mevlevihanesi dervişlerinden bir neyzen o günlerde kendisine bir ney hediye eder ve Akif Bey şiir mesaisinin arasında ruhunu beslemek için ney üfler. Ankara günlerinde Akif Bey’in yanında sıkça bulunan Kur’an âlimlerinden Hasan Basri Çantay, anılarında o günlerde Akif Bey’in kendilerine birçok musiki eserlerini meşk ettiğini anlatır. Aynı günlerde, memleketin içinde bulunduğu sıkıntıları dile getirdiği “Bülbül” şiiri İstanbul’dan bestekâr dostu Ali Rıfat Çağatay tarafından bestelenmişti. Bu eserin bestesi, Ankara’daki Akif Bey’e iletildiğinde göz yaşlarını tutamamıştı.

    Millî mücadelenin sonunda Cumhuriyet’in kurulmasını takip eden olaylar neticesinde, Mehmed Akif Bey Mısır’a gitti. Orada memleket hasretiyle geçirdiği uzun yılların tesellisi; yanında götürdüğü Hz. Mevlana’nın Mesnevî’si, Tamburi Cemil Bey ve Hafız Kemal Efendi’nin Mevlit plakları oldu.

    Çocukluğundan ahir ömrüne kadar serüvenine şahit olduğumuz, kültürümüzün güzide ismi Mehmed Akif Bey için yakın bir dostu şöyle söyler:

    Şiiri, toplumun derdine tercüman,

    Musıkisi ise gönlünün derdine tercüman.

    O, ömrünü Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetine adamış bir dava insanı.

    O, davasının ilmini Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’den

    Aynı davanın ruhunu musikiden duymuş bir “er kişi”

     

    *Neyzen, bestekâr.