THE FUTURE VEYA SANATI TAKLİT EDEN DÜNYA
Ömer Behiç Albayrak*
Murat Şamil Şen’e teşekkürlerimle
Tarih felsefesi günümüzde, 19. Yüzyıldaki görkemli günlerinden oldukça uzakta, felsefenin tarihindeki geride kalmış alanlardan biri gibi görünse de, dünyanın gidişatı içinde nadiren güncellikle ilgili hâle gelip canlandığı anlar da olmuyor değil. Gidişat parçalarına ayrılarak ilgili bilimlere havale edildiğinden beri tarihin, sosyolojinin ve başka insan bilimlerinin terminolojisi ve metodolojisi dışında, “dünya nereye gidiyor” sorusunu sormanın arkaik metafiziğin terminolojisinden başka bir söylem zemini kalmamış gibi görünüyor. Ancak, bir insanın ömründe olsa olsa bir kez karşılaşabileceği türden büyük çapta etkisi olan olaylar (ki bu türden olaylara ömründe birden fazla kez tanık olmak sıradan hiç kimsenin isteyeceği bir şey olmasa gerek) modern insan bilimleriyle arkaik metafiziğin söylemlerinin arasından kendisine bir yol açıyor ve insanları bu büyük olayların üstüne düşünmeye itiyor. Böyle büyük olaylar sıradan sohbetlerden önemli akademik çalışmalara kadar kendilerini tartışma zemini açıyorlar zira konu akademik refleksiyonun sınırlarına sığmayacak kadar canlı olduğunu herkese hissettiriyor.
Bu türden büyük olayların sonuncusu Doğu Blokunun çözülüp tarihe karıştığı dönemdi herhalde. Birinci büyük savaşın ardından sahneye çıkan ve ikincisinin ardından gezegenin önemli bir kısmında egemen olan Sovyetler Birliği ve onun çevresindeki blok çözülmeye başladığında Berlin duvarının yıkılış görüntüleriyle belleklere yazılan çok önemli bir anda olunduğu konusunda herkes hemfikirdi. Fikir ayrılıkları, bu büyük olayın ne anlama geldiğini yorumlarken ortaya çıkacaktı genelde olduğu gibi. İşte bu büyük dönüşümün anlamı ve getirecekleri konusunda konuşanlardan en ünlüsü Amerikalı bir siyaset bilimi profesörü oldu ve bu dönüşüme liberal açıdan bir yorum getirdi. Francis Fukuyama 1992’de yayınladığı kitabında Doğu Blokunun çözülmesiyle tarihin sona erdiğini, liberal demokrasinin galip geldiğini, bundan sonrasının da böyle gideceğini öne sürmüştü. Bu yorum elbette bakış açısının hizmet ettiği sınıflar tarafından parlatıldı, ve dönemin “Zeitdiagnose”si olarak tarihe geçti. Metnin yazarının birkaç yıl geçmeden tezini revize etme ihtiyacını hissetmesiyse o kadar ses getirmedi, tez kadar canlı bir tartışma yaratmadı, metnin sona ereceğini öne sürdüğü savaşların ve çatışmaların gürültüsü arasında unutulmaya bırakıldı. Kaldı ki yazara göre, arada küçük geriye gidişler olabilse de ana gidiş yönü geri dönmemek üzere çizilmişti.
Her büyük olay gibi bu olay da popüler kültürde kendine yer buldu. Fukuyama’nın kitabıyla aynı yıl karşımıza çıkan bir şarkı, Leonard Cohen’in 1992 tarihi The Future adlı parçası “tarihin sonu”nda bambaşka bir tonla konuşuyordu. Popüler müzik alanında birbiri ardına vıcık vıcık barış ve kardeşlik şarkıları (en güzel örneği “Wind of Change”) bilinçleri iğfal ederken Cohen’in şarkısının karamsar kelimesinin betimlemekte yetersiz kalacağı havası, bir şarkıdan çok uğursuz bir kehaneti andırıyordu ve dönemin coşkusu içinde alay konusu olmaktan kurtulamamıştı. Fukuyama’nın geride kaldığını iddia ettiği ne varsa Cohen onları anmakla kalmıyor, açık açık geri çağırıyordu.
Give me back the Berlin Wall
Give me Stalin and St Paul
I’ve seen the future brother
It is murder
[Berlin duvarını geri verin bana
Stalin’i de verin Aziz Paul’u da
Geleceği gördüm, kardeşim
Katliam…]
Bugün, duvarın yıkılışından 30 küsur yıl sonra, gezegenin durumu bir kez daha gidişat üstüne düşünmeye çağırıyor, hatta zorluyor. Bu kez konu, öyle önceki gibi devasa önemi ilk bakışta görülebilecek bir olay değil, hatta tek bir ülke ve onun yurttaşları dışında kimseyi ilgilendirmediği bile söylenebilecek, son derece sıradan bir olay: ABD’deki başkanlık seçimleri. Dört yılda bir yapılan seçimin kendisi değil, bu kez sonucu insanı ciddi ciddi düşüncelere, efkâra boğuyor. “İlkinde trajedi, ikincisinde fars” sözünü haklı çıkarmayı istemiş gibi ikinci kez başkanlık koltuğuna seçilen Donald J Trump, bu kez sözdeki sırayı tersine çevirecek gibi görünüyor.
Bireycilik, demokrasi, özgürlükler gibi “Batı nimetleri”nin karşıtını simgeleyen “komünizm”in sonrasında Rusya’nın sunduğu manzaraya bir göz atalım: totaliter bir rejimi geride bırakıp “açık toplum” hâline geleceği iddia edilen ülke, bugün bir kişinin otoritesinin çevresinde gruplanmış oligarkların ne seçilmiş temsilciler ne de atanmış devlet görevlileri oldukları hâlde ülkenin yönetimine yön verdikleri, yasadan ziyade gücün geçerli olduğu, görevlendirme ve görevden alma gibi basit hamlelerin bile nerdeyse bütünüyle infaz yöntemiyle gerçekleştirildiği, git gide devlet aygıtının mafyadan farkı ayırt edilemez hâle gelen bir ülke görünümünde.
İkinci kez başkanlık koltuğuna oturması beklenen Trump, bir Hintli bir de Güney Afrikalı milyarderi hiçbir resmî statüleri olmadan ve yine hiçbir resmî statüsü olmayan, adı dalga konusu olan bir kurumun başına getirdi. Kurumun amacı “gereksiz kamu harcamalarını” ortadan kaldırmak. Güney Afrikalı milyarder Trump’ın partisinin temsilciler meclisi sözcüsünden ve başkan yardımcısı adayından fazla seçilmiş başkanın çevresinde görülüyor. Hatta, seçim sonuçlandığından sonraki ay boyunca ne sözcüyü ne de müstakbel başkan yardımcısını gören oldu. Ancak Elon Musk boks maçlarında tribünlerde turuncu başkan babasının yanında neşe dolu kareler veriyor. Trump’ın açıkladığı kabine üyeleri arasında savunma bakanlığına getirmek istediği Fox TV hafta sonu programı sunucusu, eğitim bakanı yaptığı (asıl amaç bu bakanlığın lağvedilip eğitimin tamamen piyasaya bırakılması) eski WWE güreş organizasyonu CEO’su, seçim yatırımı olarak yayınladığı otobiyografisinde söz dinlemeyen köpeğini nasıl vurduğunu anlatan Güney Dakota valisi, yolsuzluk suçlarını affedip elçi yaptığı dünürü, Yunanistan’a elçi olarak atadığı, eski TV sunucusu, oğlunun taze aldattığı nişanlısı… Andıklarımızın ve anmadıklarımızın içinde yolsuzluk, dolandırıcılık, cinsel saldırı suçu ve başka şeylerden sabıkası olmayan bir kişi bile yok. Adalet bakanlığı için andığı ilk ad, reşit olmayanlarla girdiği cinsel ilişkileri kongrede etrafına anlatmasıyla tanınan biriydi. Sağlık işleriyle ilgili birimlerden birinin başına getireceği Kennedy ailesinden Robert F. Kennedy Jr. birkaç yıl önce Biden kampanyası için çalışabileceğini söyleyerek demokratlara kendini satmaya çalıştı, oradan olumlu yanıt alamayınca hizmetlerini Trump’a sundu, öncesindeyse aşı karşıtı zırvalarıyla Samoa’da 70’in üzerinde çocuğun kızamıktan ölümüne yol açtı. Göçmenlerin kurduğu ülke olmakla övünen ABD’nin seçilmiş başkanının sınır güvenliğinden sorumlu olarak atadığı bürokratsa göçmenlerin sınır dışı edilmesine karşı koymaya kalkacak belediye başkanlarının da valilerin de hapse atılacaklarını her röportajında tekrarlıyor.
İlk başkanlık döneminde devlet bürokrasisinin direnişiyle karşılaşan Trump bu kez bu görevleri siyasi görevler hâline getirerek kendi adamlarını atayacağını açık açık söylüyor. Ülkeye bir milyar dolarlık yatırım yapacak herkese çevre ile ilgili izinler dahil her türlü yolu açacağını ilan ediyor. Koyacağını iddia ettiği gümrük vergileri enflasyonu yükseltip ABD vatandaşlarının yoksullaşmasına neden olacak, Obama’nın zar zor yasa hâline getirdiği genel sağlık sigortasını ortadan kaldırarak tamamen piyasaya bırakacak, bunu da “müşterilerin” tercih özgürlüğünü arttırmak için yaptığını söyleyerek tabii. Şu çok kısa tasvir bile, daha bu geride bıraktığımız yıl içinde mahkemede 34 kez hüküm giyen bir düzenbazın etrafına çöreklenmiş oligarkların idare ettiği, yasanın sadece adının kalacağı bir ABD’nin Rusya’dan ne farkı kaldığını sorduruyor insana. 30 yıl önce zaferi ilan edilmiş olan liberal demokrasi, bir insan ömrü geçmeden anavatanında kendi karşıtına dönmüş durumda. 20. Yüzyılın Trump’ın ikinci zaferiyle asıl şimdi sona erdiğini söylemek daha doğru görünüyor. Bu kez, bu liberal saldırının dışında bir seçeneği düşünebileceğimiz bir dünyada da değiliz artık.
Give me absolute control
Over every living soul
And lie beside me baby
That’s an order
[Mutlak kontrolü verin bana
Yaşayan her ruh üzerinde
Ve sen, bebek, uzan yanıma
Bu bir emirdir!]
Yirminci yüzyılın ikinci yarısına damga vuran iki kutuplu “soğuk savaş” dünyası ilk önce doğu kutbunda sona ermişti doksanlı yılların başında. Kalan tek kutuplu dünya da artık kendi içinde son ABD seçimlerinin gösterdiği gibi ikiye bölünerek Trump’ı ikinci kez iktidara getirdi ve böylece kalan kutup da tarihe gömülürken karşıtıyla aynı özü paylaştığını gösterdi. Bundan sonra göreceklerimiz, korkacak hiçbir hayaleti kalmamış kapitalizmin bize yaşatacağı cehennemin sahnelerinden başka bir şey olmayacak. Artık demokrasi ve özgürlük maskesini takmaya tenezzül etmez hâle gelen sermayenin tüm gücüyle üzerimizde saldıracağı yeni bir dünyadayız. Yeni dediysek de, birinci büyük savaşın öncesindeki durumu çok fena andıran bir “yeni dünya” bu…
Things are gonna slide
In all directions
Won’t be nothing
You can measure anymore
The blizzard of the world
Has crossed the treshold
And it’s overturned
The order of the soul
[Şeyler kayacak
Her yönde
Hiçbir şey kalmayacak
Ölçebileceğin bir şey kalmayacak
Dünyada bir tipi
Eşiği aşmış geçmiş
Ve ruhun düzenini
Altüst edip gitmiş]
Sanatın hayatı taklidi karşısında hayatın sanatı taklit ettiği durumlar çok daha çarpıcı oluyor her zaman. Gazetecilikte de bir köpeğin bir insana saldırması ve onu ısırması hiç kimse için bir önem ve değer taşımazken bir insanın bir köpeği ısırmasının haber değeri taşıdığı söylenir hep. Yaşadığımız bu tuhaf zamanlarda da egemenlerin bin bir yolla emekçilerin canına kastetmeleri ve acı içinde kayıplar yaşayan milyonlar hiçbir haber değeri taşımazken bir zenginin ölümü birden çok büyük olay oldu. Bu büyük olayı büyük yapan iki veçhesi var: bir tarafıyla sermayenin kurduğunu iddia ettiği pürüzsüz ve mutlak –hem güç hem de ideolojik hegemonya içeren– iktidar prizmasını orta yerinden çatlattı ve bu çatlağı açtığı kritik nokta da öte yandan meselenin asıl özünün nerede yattığını tüm ABD egemenlerini paniğe sokacak kadar net bir biçimde gösterdi. Ülkenin en büyük özel sağlık sigortası şirketlerinden UHC’nin CEO’su Brian Thompson Manhattan’da üç kurşunla öldürüldü, hem de kalburüstü okullarda okumuş “beyaz” bir Amerikalı Luigi Mangione tarafından.
Yılda 500 bin kişinin sağlık masrafları nedeniyle iflas ettiği, on binlerce kişinin hayatının kaydığı ve sigorta şirketlerinin insafında öldüğü ülkede bunlar köpeğin insanı ısırması olarak hiç haber olmazken, kendisi de sağlık sigortası şirketi kurbanı olan Mangione’nin üzerinde “deny”, “defend” ve “depose” yazan (sigorta şirketlerinin mağdurların zararlarını tazmin etmeme stratejilerini simgeleyen sözcükler) mermilerine hedef olan CEO’nun ölümü tüm egemenleri ve onların uşaklarını uykularının en tatlı yerinde yataklarından zıplattı ve hepsini o iğrenç soyut hümanizmleriyle bu adamın ölümüne hiç üzülmediklerini belirten milyonlara onların ne kadar vicdansız olduklarını anlatmak için seferber etti. Çünkü bu kez ısırılan köpekti.
Mangione’nin bireysel şiddet eylemi ve ardından gelen, hiç kimsenin beklemediği tepki, düzen siyasetinin tüm ideolojik prizmasını çatlatarak oradan bize asıl meselenin ne olduğunu hiçbir tevile izin vermeyen bir açıklıkta gösterdi: Mesele sınıfsaldır ve bizi bu kudurmuş köpeklerin saldırısından kurtarabilecek tek siyasi perspektif de sınıf perspektifidir.
*Doç. Dr., İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Felsefe Bölümü.