İKİ KAPILI HANDA YALNIZ KALMAK VE YALNIZ HİSSETMEK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Murtaza Özeren*

     

    “Yalnızlık kadar yoldaşlık edebilecek bir arkadaş bulamadım.”

    Henry David Thoreau

    İnsan doğduğunda ve öldüğünde bir başınadır. Yaşamdaki en gerçek ve en yalın hâl herhalde budur. Bu ikisi arasında ise insan kimi zaman birilerinin arasında olur kimi zaman da bir başınalığını deneyimlemeye devam eder. Bazen bundan herhangi bir rahatsızlık duymazken -yalnız olmak- bazen de bir başınalık hâli kendisine yük olur -yalnız hissetmek-, içerisine dert olur. İnsan yalnızlığını dert edinmediği, tek başına kaldığında kendisine dair bir tefekkür ve teakkul süreci yürütebildiği takdirde bu hâl onun için kazançla sonuçlanabilecekken, yalnızlığını iliklerinde hissettiğinde, bunu kendisi için bir mesele ettiği takdirde de ruhunu zehirleyebilir.

    Her anın paylaşıldığı, etiketlendiği ve yayınlandığı bir dünyada, yalnız olmak ve yalnız hissetmek arasındaki çizgiler her geçen gün daha da bulanık bir hâle geliyor. Jean-Paul Sartre, “Yalnızken yalnız hissediyorsanız, kötü bir arkadaşınız var demektir,” der. Toplumdan yalıtık yaşamanın -hatta yaşamak mecburiyetinde kalmanın- insanlarla kurulan ilişkinin gayet yüzeysel yaşanabildiği günümüzde yalnızlık hissetmek vakayıadiyeden addedilebilir. Bu hâl ruhun bir başına kalmasından duyduğu sıkıntının tezahürü olarak kişinin depresif, kıskanç, en kötüsü de, hasut biri olmasına yol açar ki kendisini ateşin bir odunu yiyip tüketmesi gibi yer tüketir.

    Felsefi bir perspektiften bakıldığında, yalnızlık ve tek başınalık iki farklı varoluş durumunu temsil eder. Yalnızlık, genellikle bilinçli olarak seçilen tek başına olma durumudur. Kendi üzerine düşünmeye, yaratıcılığa ve yenilenmeye olanak sağlar. Friedrich Nietzsche ve Henry David Thoreau gibi filozofların vurguladığı üzere, bu tür bir yalnızlık kişinin içsel gelişimi ve içine dönüşü için verimli bir zemin olarak kabul edilir. Buna karşılık yalnız hissetmek, genellikle karşılanmamış sosyal veya duygusal gereksinimlerden kaynaklanan, birileriyle çeşitli açılardan bağlanma özlemiyle karakterize edilen duygusal bir durumdur. Søren Kierkegaard yalnız hissetmeyi “ölümcül bir hastalığa” benzetirken onun eşlikçisi varoluşsal umutsuzluğa işaret etmiştir.

    Yalnız Kalmak ile Yalnız Hissetmek Nedir?

    Eylemlilik bakımından yalnız kalmak faydalı bir varlık hâli, aktif olarak aranan bir durumken yalnız hissetmek kişiye dayatılan bir durum, izole edici bir olgu olarak deneyimlenir. Yalnız kalındığında kişinin iç dünyasını keşfetme özgürlüğü varken, yalnız hissetmek başkalarının yokluğunun bıraktığı boşlukla yüzleşmeye zorlar. Bu dinamikler, aynı dışsal durumun -bir başına olmanın- bireyin bakış açısına ve içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak nasıl çok farklı içsel deneyimler yaratabileceğini gösteriyor.

    Edebiyat dünyasından iki örnek verirsek J.D. Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabındaki Holden Caulfield karakteri, yalnızlıktan zevk aldığı için değil, başkalarıyla anlamlı bağlar kurmakta zorlandığı için sık sık kendini izole eder. Yalnızlığı, içsel kargaşasını ve ilişkilerde özgünlük kurmanın evrensel zorluğunu yansıtır. Mary Shelley’nin Frankenstein’ı ise, toplumdan dışlanan yaratığın derin ve yürek burkan bir yalnızlık yaşaması nedeniyle izolasyon temasını irdeler. Bu edebî örnekler, izolasyonun seçilmiş ya da dayatılmış olmasına bağlı olarak, yalnızlık kalmak ile yalnız hissetmeyi örnekler.

    Gönüllü Yalnızlık

    Refleksiyon ve rejenerasyon amacıyla toplumsal etkileşimlerden bilinçli olarak çekilmeyi gerektiren gönüllü yalnızlığın tercih edilmesi uzunca bir süredir önemli bir ilgi ve tartışma konusu olmuştur. Bunun modern dönemdeki en açıklayıcı örneklerinden biri olarak, sade ve bilinçli bir şekilde yaşamak için Walden gölüne çekilen Henry David Thoreau anılabilir. Thoreau, ufuk açıcı eseri Walden’da yalnızlığın dönüştürücü potansiyelini ortaya koyar ve bunun son derece aydınlatıcı bir deneyim olduğunu ileri sürer. Yalnızlığın iç gözlem ve kendini keşfetme için eşsiz bir fırsat sunduğunu ve herhangi bir dış ilişkiden daha zenginleştirici bir yol arkadaşı olabileceğini öne sürer.

    İslam geleneğinde de İbn Bacce Endülüs’te “nevabit” ve “mütevahhid” kavramlarıyla andığı kimse olarak, maddi zevklerin ana müteşevvik kuvvet olduğu bir toplumdan yüz çeviren, toplumun da ona sırt çevirdiği kişiden bahseder. Ona göre zaten erdem sahibi bir toplum ancak bu tarz bir tutum benimseyen kişilerden neşet edebilecektir. İbn Tufeyl de aynı dönemler de Hayy bin Yakzan ile yalnız kalan ama yalnız hissetmeyen bir kimse üzerinden hakikatin edinebilmesi meselesini ele alır. Bu bakımdan bilhassa İslam topraklarının Batı ucunda, bir düşünce damarına göre, yalnız kalmak bir yerde “kaçınılmaz” bir felsefi duruş olarak görülmüştür.

    Nitekim yalnız kalmak Allah Resulünün sünneti üzeredir. Mekke toplumunun maddi dikkat dağıtıcı unsurlarından uzaklaştığı Hira Mağarası bu eylemin merkezidir. Buradaki içe tefekkürün sonucu, kendisinde olanı okumasını söyleyen Cebrail aleyhisselamın “İkra!” emri olmuştur. Tasavvufi yolda da halvet (ruhani inziva) bu sünnetin bir tezahürüdür.

    Modern Yaşamda Yalnızlık

    Günümüzün toplumsal ortamı gönüllü veya gönülsüz yalnızlık düşüncesini örtmeye çalışıp insanın sürekli birileriyle bir aradaymış gibi göstermek üzere kurulu. Siyasi partilerden websiteleri, belediyecilik reklamlarından sokaklardaki ilanlara kadar insanların yalnız hissettiğinin engellemek üzere, aslında bir bütünün parçası olduğuna dair bir yanılsıma sunuyor. Böylece insanın yalnız kaldığını kabul ederek, gerçekliğine dönerek, kendisini geliştirmek için sarf edeceği yolun önüne setler çekiyor.

    Blaise Pascal “İnsanlığın bütün sorunlarının, insanların bir odada tek başına sessizce oturamamasından kaynaklandığını” söylerken bugünkü keşmekeşi tabii ki görmemişti. Günümüzde yalnız hissetmek ayıplanan bir “guilty pleasure” (suçlu zevk) olduğu hâlde bir yandan da yalnızlığı kişisel bir deneyimden ziyade bir başarı olarak gösterme baskısı yaşanıyor. Yalnız kalmanın dönüştürücü etkisi modern yaşamın dayattığı yalnızlık hissi için başka bir maske oluyor. Modern yaşamın bu performatif yönü, yalnızlığın gerçek faydalarından uzaklaştırıyor. Thoreau’nun örneklediği veya Frankenstein’da tasvir edildiği gibi otantik yalnızlık, dışsal onaylamaya bağlı değildir; benlikle huzurlu bir bağlantı temelinde gelişir.

    Son yaşadığımız pandemi sırasında mecburi yalnız kalışlarla insanlar ekranlar üzerinden sosyalleşmeye daha fazla önem gösterdi. Karantina şartları ortadan kalktığında pek çokların itiraf ettiği üzere görüldü ki insanlar yalnız bırakılmak istemiyor, kalabalıklar içerisinde de yalnızlıklarını yaşamak istiyorlar. Çünkü yalnız kaldıklarında ne yapacaklarını bilmiyorlar. Buradan hareketle yalnız kalıp dönüştürücü bir faaliyet içerisinde bulunmanın sadece fiziksel olarak yalnız kalmak değil, aynı zamanda zihinsel bir uygunluk meselesi de olduğu söylenebilir.

    Son Düşünceler

    Modern yaşamın karmaşıklığı içinde yol alırken, yalnızlık ve tek başınalık temaları hem kişisel deneyimler hem de toplumsal zorluklar olarak ortaya çıkmaktadır. Filozof Friedrich Nietzsche “Dans eden bir yıldız doğurmak için insanın içinde hâlâ kaos olması gerekir,” der. İçsel mücadeleleri kucaklamanın dönüştürücü potansiyeli vardır. Yalnızlık ve tek başınalık arasındaki bu etkileşimin kişisel gelişimin bir kaynağı ve toplumsal dinamiklerin bir yansımasıdır.

    Fikri olarak hazırlanılmış bir yalnız kalış kendini yansıtma, yaratıcılık ve ruhani bağlantı potansiyeli sunarken, son derece kişisel bir deneyim olmaya devam eder. Covid virüsünün yol açtığı küresel salgın bu gerilimi ortaya koymuş, istemsiz izolasyonun yenilenme yerine yabancılaşma duygularına yol açmıştır. Toplumlar işbirliğine ve toplumsal bağlara dayanır, ancak toplum içindeki bireyler kendi toplulukları içinde empati, amaç ve anlayışı geliştirmek için yalnız kalmaya ihtiyaç duyarlar.

    Gönüllü yalnızlığı teşvik ederek ve anlamlı bağlantılar geliştirerek, kişisel gelişim ve toplumsal uyum arasındaki uçurumu kapatmak mümkün görünüyor. Bağlantı kurma ihtiyacımızı hatırlatan yalnızlık ve öz farkındalığı derinleştiren bir davet olarak tek başınalık, hem sosyal hem de manevi açıdan tatmin edici yaşamlar sürmek için bir çerçeve sağlayabilir.

    Yalnız hissetmek, doğru yönlendirilebildiği takdirde, derinlerde yatan insanın anlamlı ilişkilere olan ihtiyacını hatırlatırken, yalnız kalmak bireyleri kendileriyle olan ilişkilerini güçlendirmeye davet eder. Birini öcü göstererek diğerini ise hiç hatırlamadan insanın en temel hâli görmezden gelinmiş olur. Yalnız hissetme de yalnız kalma da özenle geliştirerek, bireyler yalnızca sosyal açıdan zengin değil, aynı zamanda derinlemesine tatmin edici yaşamlar sürdürebilirler.

     

    *Çevirmen, Editör.