KORKU HÂLİ: KORKU VE DİNDARLIK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Muhammed Bedirhan*

    Korku, genelde öz farkındalığı olan her canlının ve özelde ise insanın biyolojik ve psikolojik birtakım süreçleriyle bağlantılı temel hislerinden biri ve âlemşümul bir deneyimdir. Gotik edebiyatın ünlü yazarı H. P. Lovecraft, korkunun bu temel unsur olma özelliğine dikkat çekerek korkuyu insanlığın en eski ve en güçlü hissi olarak niteler. İnsanlığın en eski ve en güçlü korkusu ise bilinmeyenin korkusudur. Zira bilinmezliğin/meçhullüğün yarattığı belirsizlik ve anlaşılamazlık insanı kaygıya ve huzursuzluğa sevk eder. Bu kaygı ve huzursuzluğa canlılarda iki temel duygu eşlik eder. Bunların ilki korku ikincisi ise meraktır.

    Belirsizliğin kaygıya ve korkuya yol açmasının iki ana nedeni vardır: Kontrol kaybı ve güvenlik ihtiyacını tehdit. İnsanlar doğaları gereği kendi hayatları üzerinde kontrol sahibi olmaya ihtiyaç duyarlar. Bilinmezlik, belirsizlik ve müphemlik durumları ise insanın doğasındaki kontrol ihtiyacını tehdit eden bir özelliktedir. Bu durum kontrol kaybı anlamına geldiği için insan bilinmeyen karşısında kaygı ve tedirginlik, en nihayetinde de korku duyar. Öte yandan bilinmezlik ve belirsizlik durumu insanın temel hislerinden olan güvenlik hissini de tehdit eder. Bu yüzden de bilinmezlik, güvensizliği tetiklediği için korku duygusunun ana kaynaklarından kabul edilir.

    Bununla birlikte korku hissi bütünüyle olumsuz bir durum değildir. O aynı zamanda canlının hayatta kalma ve tehlikelerden kaçınma mekanizmalarının bir parçası olup onun çevresine uyum sağlama yeteneğiyle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü bilinmeyen dolayısıyla da korkuya kaynaklık eden şey canlı için potansiyel bir tehlikedir. Bu tehlike algısı, canlılar için biyolojik olarak hayatta kalma mekanizmasının bir parçası olarak gelişmiştir. Dolayısıyla canlılar dünyasında bilinmeyen durumlar hep tehlike olarak değerlendirilmiş ve bu sayede de bireyler hayatta kalmayı başarmışlardır. Canlılar, bilinmeyenle karşılaştıklarında tehlikeye karşı tetikte olma ve korunma içgüdüsüyle hareket ederler. Zira bilinmezlik, canlılarda bedenin biyolojik olarak stres tepkilerini tetikler. Bu da “savaş veya kaç” tepkisini başlatır. Bu tepki, bedenin tehlikelere karşı hızlı ve etkili bir şekilde tepki vermesini sağlayarak canlının hayatta kalmasını sağlar.

    Bilinmezliğin ve belirsizliğin korkuya kaynaklık ettiği kadar merakı da tetiklediği inkâr edilemez. Çünkü merak korkunun ikizidir. Bu bağlamda merak, bilinmeyeni keşfetme ve anlama arzusu olarak tanımlanır. İnsanların bilmedikleri, anlayamadıkları ve hatta anlamlandıramadıkları durumları ve nesneleri açıklığa kavuşturmak ve öğrenmek için doğal bir eğilimleri vardır. Bu yüzden de tarih boyunca bilinmeyenle yüzleşme ve insan sınırlarının ötesine geçme çabası içinde olmuşlardır. Merak duygusu da öğrenme ve keşfetme süreçleri içinde gösterilen bu çabanın asli itici gücü mahiyetinde olup bilim, sanat, teknoloji gibi alanlarda keşifler, icatlar ve ilerleme hep merakın bir sonucudur.

    Korku ve ikiz kardeşi merak, yalnızca bilim, teknoloji vb. insan faaliyetlerine kaynaklık etmez. O aynı zamanda Tanrı inancının ve dinlerin tarihsel ve psikolojik anlamda gelişmesinde de büyük rol oynar. Doğal olaylar, ölüm ve sonrası, doğaüstü güçler ve kutsallık, insanın kaderi vb. hususlar insanlığın şafağından itibaren en müphem ve en belirsiz, dolayısıyla hem korku hem de merak uyandıran konular olarak karşımıza çıkar. Tarih insanların bu hususları açıklamakla ile ilgili çabalarının sahneleriyle doludur. İnsanlar başta deprem, fırtına, volkan patlaması gibi ilkçağlarda hakkında açıklama yapamadığı doğa olaylarını, ölüm ve sonrası, insanın kaderi gibi insan hayatının belirsiz olması dolayısıyla tedirginliğe yol açan durumlarını büyük korku, huşu ve merakla takip etmişlerdir. Bu korku, huşu ve merak sonuçta onları, doğayı denetleyen birtakım doğaüstü ve insanüstü güçlerin olduğunu tecrübe etmeye, bu güçleri anlamaya ve onlarla ilişki kurmaya yönlendirmiş ve böylece bu korkudan kutsalın ilk tecrübesi ve ilk dinî deneyimler teşekkül etmiştir. Böylece insanlığın ilk din tasavvurunda Tanrı veya tanrılar, doğanın öngörülemez ve tehlikeli güçlerini ve insan hayatına dair tüm belirsizlikleri kontrol eden varlık veya varlıklar olarak kabul edilirler. Bu yüzden korkuya yol açan doğa olaylarını ve insan hayatının belirsizliğini kontrol eden güçlerin varlığına inanmak, onlar karşısında duyulan korkuyu yönetmenin psikolojik bir yolu olarak kabul edilebilir. Bu yol insanlara korkudan güvene çıkış anlamında bir konfor alanı verir.

    Bu bağlamda kutsalın tecrübesinde ilk adım, korkuyla başlamıştır denilebilir. Nitekim R. Otto, kutsalla ilk karşılaşmada kişinin yaşadığı duyguyu “huşu” yani bir tür korku olarak tanımlar. Bu korku aynı zamanda şaşkınlık ve hayranlıkla birleşerek duyu ve akıl cihetinden insani varlığın aşılması tecrübesini doğurur. R. Otto bu tecrübeyi “mysterium tremendum” ve “mysterium fascinans” diye adlandırır. Bununla beraber mysterium tremendum ve fascinans tecrübesi insanlar arasında özel kabiliyetli kişiler tarafından yaşanılır ve sıradan insan fertlerine özgü bir tecrübe değildir. Dolayısıyla sıradan ferdin, sıradan gündelik tecrübelerinin ötesindedir. Bu bakımdan tecrübeyi yaşayan özel fertlere daha derinlikli, anlamlı, yoğun ve güçlü bir varoluş hissi vererek onlarda saygı ve teslimiyet duygusu uyandırır. Bu durumu huşû, hayranlık, aşkınlık, benliğin yitirilmesi, bâtıni değişim, birlik tecrübesi ve anlam arayışı gibi çeşitli aşamalar takip ederek sonuçta bu tecrübeyi yaşayan özel kişinin hemcinsleriyle tecrübesini paylaşımından dinin ilk nüvesi teşekkül eder.

    Korku, dinin nüvesinde yer aldığı gibi ilahiyat anlayışları ve Tanrı tasavvurları üzerinde de etkili olmuştur. Çok tanrıcılıkta da tek tanrıcılıkta da dindarlar kendi Tanrı tasavvurlarını inşa ederlerken mysterium tremendum tecrübesiyle desteklenen tanrısal korkunun şekillendirici vasfı ile bunu yapmışlardır. Bu çerçevede iki ana Tanrı tasavvuru karşımıza çıkar. Bunların ilki despotik ve öfkeli Tanrı tasavvurudur. Diğeri ise koruyucu ve müşfik/pederâne Tanrı tasavvurudur. Dindar gruplar kimi zaman bu iki tasavvurun ifrat ve tefrit uçlarını teşkil ederlerken kimi zaman bu iki tasavvuru uzlaştırmayı tercih eden gruplar da olmuştur.

    Korku kaynaklı Tanrı tasavvurlarının ilki olan despotik Tanrı tasavvurunda Tanrı aşırı ve mutlak anlamda otoriter, insanların davranışlarını sıkı bir şekilde kontrol eden, cezalandırıcı bir güç ve korkutucu bir figürdür. O, âlemin yaratıcısı ve mutlak hâkimidir. Her şeyi bilir, her şeye gücü yeter ve her şeyi sıkı bir şekilde kontrol eder. Yasaklayıcı ve emredicidir ve bunları uygulayıp denetler. Özellikle insanlar için kurallar ve yasaklar koyar ve bunların ihlal edilmesi durumunda intikam alır ve insanları cezalandırır. Aynı zamanda bu yasaklar ve emirler toplumun düzenini ve bireylerin ahlâkî tutum ve davranışlarını şekillendirir.

    Bu otoriter despotik Tanrı/lar tasavvurundan doğan emir ve yasaklar, günah kavramının içeriğini oluşturur. Emir ve yasaklara uygun davranmamak günahtır ve cezalandırılmayı gerektirir. Dolayısıyla insanların günah işlemeleri durumunda despot Tanrı, acımasız ve hatta ibretlik cezalar verebilir. Bu ceza anlayışı, insanların korku yoluyla doğru davranmaya yönlendirilmesini amaçlar. Bu ibretlik ve acımasız cezalar dünyevi de olabilir ve bu öfkeden yalnızca insanlar değil bütün bir tabiat da nasibini alabilir. Bununla beraber cezanın uhrevi ve daha süreklilik arz edebilen ve daha korkunç bir içeriği olan bir boyutu da mevcuttur. Bu boyut nedeniyle despot Tanrı tasavvuru, kıyamet günü/yargı günü ve cehennem gibi kavramların gelişiminde önemli bir rol oynar. Tanrı, kıyamet günü insanları yargılar ve günahkârları cehennemle cezalandırır. Bu yüzden de bu tasavvurda egemen olan asli unsur Tanrı’nın cezalandırıcı, öfkeli ve yok edici kararlar verebilen bir varlık olması temasıdır.

    Despot Tanrı tasavvuru dindarlık modelleri içinde korku dindarlığı modelinin gelişmesini sağlamıştır. Bu dindarlık modelinde bireylerin dinî inanç ve uygulamaları Tanrı/lar veya doğaüstü güçlerin cezasından korkmakla şekillenmiştir. Bu nedenle despotik Tanrı tasavvurundaki korku ile ilişkili temalar bu tasavvura uyun gelişen dindarlık modellerinin karakteristiğini etkilemiş ve onlarda korku, itaat ve ceza anlayışlarının daha baskın olmasına yol açmıştır. Dinler tarihinde bu türden dindarlık tarzı çeşitli kültür ve dinlerde yaygın bir olgu olarak gözlemlenir. Bu bağlamda tanrısal korku, fertlerin ve cemiyetin manevi hayatlarını, ahlâkî davranışlarını ve sosyal düzenlerini derinden etkiler.

    Bu dindarlık modelinin uygulamasında bireylerden tanrısal veya doğaüstü güçlere mutlak itaat beklenir. Bu itaat, tanrısal emirlere ve yasaklara harfiyen uyma ve isteklere uygun yaşama anlamına gelir. Dolayısıyla bu tür dindarlık modelinde bireyler dinlerinin emir ve yasaklarına sıkı sıkıya bağlı, ritüeller ve ibadetleri aksatmadan uygulayan kişilerdir. Bu dindarlık tarzını benimseyen dindarların ahlaki ve etik davranışları da korku tarafından şekillendirir. Tanrı/ların veya doğaüstü güçlerin cezasından korkma, fertlerin doğru ve ahlaki davranışlar göstermelerini sağlar. Böylece bu tanrısal korku toplumsal kontrol ve düzeni temin eden bir unsura da dönüşür.

    Korku dindarlığında, ritüel ve ibadetlerin önemi büyüktür. Bireyler, tanrısal gazaptan korunmak için düzenli olarak ritüeller ve ibadetleri yerine getirirler. Yukarıda da işaret edildiği üzere despotik Tanrı tasavvurunda tanrısal öfke önemli bir temadır. Bundan dolayı Tanrı öfkesi dindirilmesi gereken bu nedenle kendisini memnun etmek için çeşitli sunu ve ritüellere başvurulan bir şahıstır. Dolayısıyla Tanrı ya da tanrılardan korku, genellikle ritüeller ve kurbanlarla ifade edilir. Tanrısal gazabın yatışması veya bundan korunmak, Tanrı veya tanrıların memnun edilmesi insanların çeşitli ritüeller gerçekleştirmelerine ve kurbanlar sunmalarına bağlıdır. Bu yüzden bu tarz Tanrı tasavvurlarına göre şekillenen dindarlık biçimlerinde ritüeller ve sunular büyük önem arz eder. Dikkat çekici biçimde Tanrı/lara sunulan takdimelerin geniş bir içeriği vardır ve yetişkin insanların kurban edilmesi hatta bebek ve cenin kurbanı bu içeriğe dâhildir.

    Korku dindarlığı, tanrısal korkunun ferdî ve toplumsal olarak deneyimlenmesinden derinlemesine etkilenir. Nitekim bireyin hayatında dönüm noktası olan travmatik olaylar, aile ve çevre, kişisel yetersizlik duygusu, gelecek özellikle de uhrevi gelecek kaygısı gibi hususlar ferdî olarak tanrısal korkunun deneyimlenmesinde etkin faktörlerdir. Öte yandan doğal felaketler, salgın hastalıklar, büyük kıtlıklar, savaşlar vb. gibi doğal ya da sosyal ve ekonomik krizler de fert ve toplumlarda tanrısal korkuyu tetikleyebilir. Bu yüzden bu gibi deneyimler de hem bireylerin hem de toplumların Tanrı’nın cezalandırıcı doğasına inanmasına ve korku temelli bir dindarlık hareketinin gelişmesine neden olabilir. Dinsel inançların ve bu inançlara eşlik eden ritüel ve pratiklerin etkinliğinin artmasına ve güçlenmelerine yol açarlar. Bu bağlamda da hem bireysel hem de toplumsal düzeyde önemli etkilere sahip olması dolayısıyla insanların dinî inançlarını, davranışlarını ve toplumsal düzeni şekillendirirler.

    Korku dindarlığında Tanrı/lara itaat etmenin temelinde dünyevi veya uhrevi cezadan dolayı korku vardır. Dolayısıyla tanrısal yasalara itaatin ardındaki motivasyon, ilâhî sevgi veya güven duygusundan daha çok, tanrısal öfkeden sakınmadır. Bu yüzden bu dindarlık tarzında Tanrı/lar ile olan ilişki, sevgi ve güven üzerine değil, cezaya dayalı korku ve itaat üzerine kuruludur. Dolayısıyla korku kaynaklı motivasyonlara sahip dindarlar zorunlu olarak itaat eden köleler gibidirler. Gönüllü ve hatta severek itaat davranışı sergilemezler. O nedenle de emirlere ve yasaklara uysalar da dinsel pratiklerinde artma yoktur. Denilebilir ki, bu tarz dindarlığı benimseyen bazı kişilerde korku kaynağı ortadan kalkacak olsa Tanrı/lar ile herhangi bir temas söz konusu bile olmayacaktır. Öbür dünya kaygısının az olduğu korku eksenli dindarlar asketik eğilim de göstermezler. Bununla beraber öbür dünya korkuları ağır basan korku dindarlığı mensuplarında asketik tavır hatta ağır çilecilik gözlemlenebilir.

    Korku dindarlığı genel olarak dünya, özelde ise insanın doğası hakkında oldukça pesimisttir. Dünya şer üzerine kurulmuş kabul eder. Orada sürekli insan kaynaklı olsun olmasın kötülük meydana gelir ve kötülüğün güçleri hâkimdir. O yüzden de dünya, nâ-tamamdır, kötülüğün kaynağıdır ve günahlarla dopdolu meşakkat ve çile yurdudur. Şeytan veya şeytanın yerini tutan kötücül varlıklarla beraber, kötülük ilkesi durumundadır. İnsanlar da doğaları gereği kötücül, günahkâr, isyankâr ve cezayı hak eden varlıklardır. İnsanın doğasının günaha meyyal oluşu tanrısal emir ve yasaklara uygun davranmamaya yol açar. Bu ise ilahi gazabı insanın üzerine çeken faktörlerin başında gelir.

    Çok tanrılı dinlerde ve semâvî vahyi esas alan dinlerde korkuyu ön plana çıkaran dinî alt gruplar karşımıza çıkarlar. Çok tanrılı dinler içinde dehşet ve korkuyu ön plana çıkaran kültler mevcuttur. Bu kültler genellikle savaş, ölüm, yeraltı dünyası ve doğanın yıkıcı güçleriyle irtibatlı kültlerdir. Bu tapınımlarda karşımıza çıkan tanrılar ve tanrıçalar, gerek doğal ve gerekse doğaüstü korkuların ve hayatın tehlikelerinin kaynağıdırlar. Dolayısıyla insanlar bu korku ve tehlikelerden sakınmak ve kurtulmak adına bu varlıkları memnun etmeye çalışırlar.  Kadim Mezopotamya, Antik Mısır, Ugarit, Antik Yunan ve Roma gibi çok tanrılı dinî gelenekler bu tarz kültlere sahip geleneklerdir. Bu geleneklerde insanlar, iyi bir doğaya sahip olan ve fayda verdiği kabul edilen tanrılarla beraber korku ve dehşeti temsil eden tanrılara da taparlar, böylece kişisel ve toplumsal hayatın düzeninin korunacağına inanırlardı.

    Çok tanrıcı geleneğin yanı sıra tek tanrıcı gelenekte de korkuyu ön plana çıkaran anlayışlar ortaya çıkar. Söz gelimi İbrani geleneğinde ortaya çıkan Sadokiler Tanrı’nın gazabını vurgulayan bir teolojiye sahiptir. Bununla beraber bu gazap daha çok dünyevi cezalandırmalardır. Sadokilik’te ahiret inancı belirtisi olduğu için uhrevî cezalar ve dehşetler hakkında vurgu yapılmaz. Bununla beraber Sadokilik ile eşzamanlı olarak Yahudilik içinde gelişen apokaliptik Essenîler topluluğu cehennem, Tanrı’nın korkutucu ve dehşete düşürücü doğası ve hesap günü hakkındaki vaazları ile bilinirler. Tanrı’nın merhametli doğası ise bir miktar geri planda kalır. Hz. İsa’nın Essenî cemaati ile ilişkisi olduğu kabul edilmekle beraber mesajının daha çok Tanrı’nın merhametli doğasına ve sevgiye dair olması nedeniyle muhtemelen Essenîler ile arasında temel bir teolojik ayrım olmalıdır. Bununla beraber Hıristiyanlık içinde Tanrı’nın korkutucu doğasını ön plana çıkaran korku dindarlığı gelişmiştir. Özellikle bazı çileci Hıristiyan gruplar korku dindarlığını savunurlar. Doğu Hıristiyan geleneğinde bu etki çok baskın olmamakla beraber ilk asketik hareketlerin cehennem, yargı günü ve Tanrı’nın gazabını ön plana çıkardıkları vaazlarının olduğu bilinir. Öte yandan asıl korku dindarlığı kuşkusuz ki, Orta Çağ Katolik Kilisesi’nin karakteristik özelliklerindendir. Bu tarz dindarlık özellikle Kutsal Engizisyon ile birleşerek uzun asırlar boyu kelimenin tam anlamıyla insanları dehşete düşürmüştür. Reform hareketleri içerisinde de özellikle Püriten Hıristiyanlar ile Calvinist ve Evanjeliklerin bazı alt kolları cehennem vaazları ile günümüzde de bu tarz dindarlığın temsilcileri olarak karşımıza çıkarlar.

    İslam dindarlık gelenekleri içinde bu korku dindarlığının en önemli temsilcileri Hâricîlik, Mu’tezile hareketi ve bazı Selefî gruplardır. Bunlar ilahi rahmet vurgusu yerine ilahi adalet ve gazabı ön plana çıkarırlar. Dolayısıyla kitleleri bu gazaptan korunma ve ilahi lütfa erişmek için dinin emir ve yasaklarını harfiyen yerine getirmeye davet ederler. Tekfircilik hareketlerini saymazsak İslam dünyasında gelişen bu tarz korku dindarlıklarının İslam teolojisindeki baskın rengin rahmet olmasından dolayı çok güçlü olmadıklarını söyleyebiliriz. Ayrıca bu tarz korku dindarlıkları daha sonra değinilecek olan tasavvuf dindarlığı tarafından sürekli zayıflatılmış ve etkisi kırılmıştır.

    Korkudan hareketle gelişen ikinci tip Tanrı tasavvuru ise birinci ile yakından ilişkilidir. İnsanlar doğal, sosyal, ekonomik tehlikeler ve belirsizlikler karşısında kendilerini çaresiz hissederler. Bunun karşılığında korunmaya dönük bir ihtiyaç duyarlar. Bu korunma ihtiyacını onlar için kendilerinden daha üstün ve bu tehlikeleri bertaraf edecek ya da en azından bireye zarar vermesini engelleyecek bir üstün güç sağlar. O üstün güç Tanrı/lardan başka bir şey değildir. İnsanlar kendilerini korkutan şeylerden ona sığınarak teskin olurlar. Ayrıca bu Tanrı/lar şefkat ve merhamet sahibi olarak betimlenir. O cezalandırıcı, despot, korkutucu değil aksine korkulardan kurtaran, bağışlayan, merhamet gösterendir. Dolayısıyla bu tarz Tanrı tasavvuru daha çok koruyucu ve şefkatli Tanrı tasavvurudur. Rahmet ve şefkat özelliği ve insanların menfaatlerini gözeterek onları nimetlendirmesi dolayısıyla bu tasavvurun Tanrı’sı aynı zamanda korkulan değil sevilen bir Tanrı’dır. Bazı dinsel gelenekler bu koruyucu, müşfik ve sevilen Tanrı tasavvurunu merhametli anne veya şefkatli baba figürleriyle ifade edebilirler. Bununla beraber bu tasavvurun da özünde şu veya bu şekilde çaresizliğin kaynağı olan korku yer alır. Zira sığınma, korunma ve güvenlik arayışı korkunun gölgesinde gelişen duygu durumlarıdır. Bu yüzden korku bu tasavvurun dindarlık modelinin gelişimini de etkiler. Ancak bu etki ilk tasavvurun gelişimine göre daha pozitiftir.

    Bu dindarlık tarzının temel özellikleri korku dindarlığından farklıdır. Tanrı teolojik açıdan korkunun kaynağı olduğu gibi sevgi ve merhametin de kaynağı olarak görülür. Bağışlayandır, affedendir. Dolayısıyla Tanrı ile kul arasındaki ilişki güven, sevgi ve merhamet ilişkisi olarak sunulur. Bununla beraber tasavvurun teolojisi korku kaynaklı olması itibariyle tümüyle korkudan bağımsız değildir. Ancak bu tasavvuru esas alan dindarlık modelleri ilk tasavvuru dikkate alan modellerin aksine korkuyu rahmet ve şefkat ile dengelerler. Hatta çoğu defa bu denge rahmet ve şefkat cihetinden ağır basar. Bu yüzden bu tarz modeller korku ve ümit dindarlığıdırlar. İkisi arasında salınımlara sahiptirler. Çoğunlukla ümit ve rahmet tarafı ağır bassa da korkunun etkisi hâlâ hissedilir.

    Bu modellerde kullar ibadetleri ve ritüelleri yerine getirirken bunu minnettarlık ifadesi olarak yaparlar. Çünkü Tanrı/lar kullara çeşitli lütuflarda bulunmuş, korkularını ortadan kaldırıp emniyete kavuşturmuş ve onlara nimet vermiş, sıkıntılarını gidermiştir. O yüzden kullar bu tanrısal inayete teşekkür ederek ibadet ve ritüelleri yerine getirirken zorunluluk değil bir tür gönüllülük duygusu ile bunu ifa ederler. Tanrı’nın şefkat ve merhametli bir varlık olarak tasavvuru insanların ahlaki davranışlarının motivasyonu üzerinde de etkindir. Kullar tanrısal emir ve yasaklara ve insani ilişkilerde geçerli olan ahlaki kurallara bir köle gibi korku ve zorunlulukla boyun eğmezler. Aksine merhametli Tanrı’nın lütuflarından daha fazla pay almayı umarak bunu yerine getirirler. Dolayısıyla bir tür ödül dindarlığıdır. Şefkat ve merhametli Tanrı tasavvurundan kaynaklanan bu olumlu vurgu bu tasavvuru esas alan dindarlık modellerinin kurtuluş, kefaret, şefaat, cennet gibi unsurlarının içeriğinin oluşmasına katkı sağlamıştır.

    Bu tarz dindarlık modelleri dünyanın ve insanın özünde şer olduğunu kabul etmezler. Korku dindarlığındaki pesimizm yerini optimizme bırakmıştır. Bununla beraber bu modeller dünyada ve insanda şerrin varlığını da büsbütün göz ardı etmezler. Dünyada ve insanda şerre kaynaklık eden bir yön veya şerri temsil eden bir unsur mevcuttur. Bu yön ve unsur çok tanrıcılıkta ya da düalist teolojilerde gördüğümüz üzere hatta bir tür tanrısallık bile taşıyabilir ve iyiliğe indirgenemez. O nedenle kullar onunla mümkün olduğunca temas kurulmamalı ve Tanrı/ların güvenli alanına sığınarak ondan kaçınmalıdır. O/nlar kulları gözetecek ve bu şerrin onlara zarar vermesini engelleyecektir. Sonuçta şerrin karşısında iyiliği, lütuf ve inayeti, merhameti temsil eden kanat galip gelecektir.

    Gazap ve cehennem vurgusundan çok rahmet, şefkat ve cennet vurgusu yapan ya da arada rahmet tarafının ağır bastığı bir denge gözeten dinarlık modelleri de korku dindarlığında olduğu gibi neredeyse çok tanrılı ve tek tanrılı bütün dinsel geleneklerde mevcuttur. Antik Mısır’da özellikle Osiris kültü bu tarz bir dinsel anlayışa örnektir. Öte yandan Yahudiliğin Ferisî mezhebi Tanrı’nın rahmet, şefkat ve kurtarıcılığı ve ahiret ödüllerini dikkate alan ve korku ve ümit dengesini gözeten bir dindarlık modeli önermektedir. Keza Hıristiyan geleneğinde özellikle Doğu Hıristiyan Kiliseleri’nde korku ve dehşet saçan Tanrı tasavvuru değil merhametli ve lütufkâr Tanrı tasavvuru ön plana çıkar. Dolayısıyla bu tarz Hıristiyan dindarlık modellerinde cennet ve apokatastasis inancı bağlamında genel rahmet fikri daha baskın bir figürdür. Batı Hıristiyan geleneğinde ise gerek Katolik Kilisesi gerekse Protestan cemaatler arasında korku ve ümit dengesi gözetilmiş ve zaman zaman ümidin ve rahmetin egemenliğine daha fazla vurgu yapılmıştır. İslam dindarlığının ana akımlarının neredeyse tamamının korku ve ümit dindarlığı olduğu söylenebilir. Zaman zaman bazı akımlarda münferiden görülen korkuyu öne çıkarma girişimleri genel olarak İslam teolojisinin rahmet ve gazap dengesinin hatta rahmetin gazaba galip gelmesi tasavvurunun etkisiyle çoğu zaman engellenmiştir. Korku ve ümit dengesinin gözetildiği ve ümidin ağır bastığı bu optimist dindarlık modelleri daha sonra inceleyeceğimiz model olan mistik karakterli dindarlık modellerinde karşımıza çıkan ilahi aşk dindarlık modellerinin üstüne kurulduğu zemini teşkil etmektedirler. Bu husustaki değerlendirmemizi ise yerimizin kısıtlılığı dolayısıyla bu yazıda değil bir sonraki sayıdaki yazımızda yapmayı ummaktayız.

     

    *Doç.Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İlahiyat.