İNSAN DENİLEN VARLIK HAKİKATİNİ ARAR
İsmail Güleç
İnsan olmak, hakikat denilen yüce varlığı aramakla başlayan ve bilmekle tamamlanan bir süreçtir. Dünya denilen yer hakikati arama yurdundan başka bir şey değil ve bu arayış insanlara Hz. Âdem’den miras kalmıştır.
İnsan, aslında aramakla bulunamayacak bir şeyi arıyor. Bulunamayacak bir şeyi aramasının nedeni bulanların sadece arayanlar olmasıdır. İnsanın başka çaresi yok maalesef. Buna insanoğlunun trajedisi de diyebiliriz.
Aramanın ilk şartı aramayı istemektir. İstemek için ise mutlaka bir şeyin vesile olması lazım. Bu vesile bazen okuduğumuz bir kitap, dinlediğimiz bir sohbet olabileceği gibi bazen de işlediğimiz bir günah, bir kusur veya bir hatadan sonra duyduğumuz pişmanlık olabilir. Bazen de hiçbir vesile ve neden olmaksızın yapıp ettiklerimizi düşünür, hayatta bir anlam arar ve sorgulamaya başlarız. Ne vesile olursa olsun ilk soruyu sorduğumuzda yolculuk başlamış demektir.
Allah Tealâ sadece insanı değil kainâtta hiçbir şeyi boş yaratmamıştır. Mesela bir ağacın dökülen yaprakları toprağa düştüğünde, toprağı yumuşatır, humuslu toprak hâline getirir ve bereketlendirir. Yapraklar dal üzerinde iken hayvanların öğünü, kuruduktan sonra da yemi olur. Ama hiçbir yapraktan meyve yetişmez. Oysa ağacın gayesi meyvedir. Buğday da ağaç gibidir. Sapını hayvan yemi olarak toplarlar. Ama kimse hayvan yemi için buğday ekmez.
İnsanın yaratılış gayesi sap, saman, yahut yaprak olmak yani bu dünyada mal mül sahibi olmak ve eğlenmek değil, tane veya meyve olmak yani sonunda hakikate erişeceği yolculuğa çıkıp hakikati ve kendini bilmesidir.
Kendini bilmek hakikate ermekle mümkündür. Hakikate erenler meyve ve tane olup var olacak iken hakikatten habersiz olanlar yaprak ve saman gibi heba olup gideceklerdir. İnsanın hakikati aramak için çıktığı yolculuk aynı zamanda heba olmamak için verdiği mücadeledir.
Yol ve yoldaş
Yolculuk dört unsurdan oluşur: Gidilecek yol, yolcu, birlikte gidilecek yoldaş ve menzil. Bu dört unsurdan biri olmazsa yolculuk eksik kalır.
Bu yolu aşıp menzile varan Allah dostları bize yolu ve yolculuğu tarif eden kitaplar yazdılar. Hepsi kendi tecrübelerine göre yolculuğu ve yolun zorluklarını anlattılar. Yollar birden fazla olsa da yolculukta çekilen sıkıntılar farklı olsa da hakikati arayanın hedefi değişmedi. Menzil hep aynı idi.
İnsanların bir kısmı bu yolculuğa çıktı. Yolculuğa çıkanların da bir kısmı menzile varabildi. Attar, Mantıku’t-Tayr’ında bu yolculuğa çıkıp yolda kalanların hikâyesini anlatır. Yolculuğa çıkan yüzlerce kuştan sadece otuzu menzile varıp hakikati öğrenebildiler. Hakikati öğrenmek için yola çıkmak gerek şart ancak yeterli değil. Menzile varmak için çok daha fazlasına ihtiyaç var. Bu da kuvvetli bir irade ve o yolculuğu yapmış birinin yani kâmil bir mürşidin rehberliği ile mümkün ancak. Rehbersiz yola çıkanlar ya yollarını kaybederler ya canlarını. Bu yolun şakası yok, haramisi çok. Haramiler yolumuzu kestiğinde bizi kurtaracak bir Allah dostu olmadan menzile varmak çok güç.
Hakikat de bizi arar
Bizim hakikati aradığımız gibi hakikat de bizi arar. Mevlânâ Hazretleri bu durumu “Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar durur,” diyerek açıklar. Yolculuğa çıkmak bile tek başına bir lütuftur, keremdir. Bize düşen yola çıkmak, menzile varmak ise nasip işi. Hakikat kimi isterse onun ulaşmasına izin verir. Bizim yola çıkmamız kurb-ı nevâfildir, menzilin bize yaklaşması ve varmamıza izin vermesi ise kurb-ı ferâiz.
Yola çıkan başına geleceklere razı olmayı kabul etmiş demektir. Son nefesine kadar menzile varmak için uğraşır, çalışır, çabalar. Kimileri bu yolu bir ayda, kimileri bir yılda kimileri ise ömrünün sonunda aşar. Ömrün yoldan önce bittiği de olur ve hacca gitmek için niyetlenip yolda ölenlerin hacı sayılması gibi onlar da menzile varmış kabul edilir.
Bu yola çıkanlarda sağlam bir beden değil kuvvetli bir irade aranır. Nice topallar ve sakatlar nice pehlivanları geçip onlardan önce menzile varmışlardır.
Yola çıkan kulaklarını gayrıya kapatmalıdır. Yolcunun kitaplardan, sözlerden, harflerden, dudaklardan alacağı, öğreneceği bir şey yoktur. Sadece ve sadece rehberi olan mürşidinin ağzına ve kendi kalbine doğacak olan hikmetlere bakar ve dinler. Başkaca dinleyeceği kimse ve nesne yoktur.
Hakikati aramak çok kutlu, çok mübarek bir gayrettir. Bu kutlu yolculuğa çıkan kişinin hakikate varma arzusu, yolundaki tüm engelleri kaldırır. Bu arzu menzile giden yolun sonunda varacağı kapının kilidinin anahtarıdır.
Yolculuğa çıkan kişinin kendisini koruyacak bir muhafıza ihtiyacı vardır. Yolcuyu iki muhafız korur. Biri rehberliğiyle tehlikelerden koruyan mürşid-i azizidir. Diğeri de gönlündeki menzile varma ve hakikate ulaşma arzusudur. Bu arzu ve iştiyak muhafızları haramilerle dolu olan yolda yolcuyu koruyacaktır. İki muhafızın üçüncü ise Allah’tır. Gönlü kendine kavuşma arzusuyla dolu birine Allah yardım eder, yolunu kolaylaştırır.
Suyu aramak
Mevlânâ Hazretleri hakikati suya, hakikat arayıcısını ise toprağı kazarak su bulmaya çalışan insana benzetir. Su insanın gönlündedir. Su kuyusu da bedenimizdir. Gönüldeki suyu bulmak için beden toprağı kazılmalıdır. Yani nefsin arzu ve isteklerine karşı çıkıp Allah’ın emirlerine tabi olmaktır. Allah, istediği kulunun gönlündeki suları taşırabilir ancak biz buna güvenip beklememeli, suyu çıkarmak için çabalamalıyız. Mevlânâ Hazretleri bu durumu şöyle izah eder:
“Eğer insan isen, su arayan koyuncu gibi, durmadan şu toprak bedenini kaz da, suya kavuş! Fakat içmeye elverişli duru su, Allah’ın cezbesi erişirse, kuyu kazmadan da yerden fışkırır. Fışkırır ama sen buna kulak asma; yavaş yavaş, azar azar kuyunun toprağını kaz, derinleştir! Kim zahmet çekerse, bir define elde eder. Kim çalışır çabalarsa, saadete, devlete ulaşır.” (V: 2043-6)
Toprak olan bedeni kazıp derinliklere inmek demek bedene ait sıfatları, kötü düşünce ve hâlleri aşk u muhabbet içinde ibadet, riyazet ve mücahede kazması ile delip deşmek demektir. Âb-ı hayat olan gönüldeki suya erişince kana kana için hakikat arayıcısı artık aradığını bulmuş, Hızır gibi ölümsüz olmuştur. Artık o da bir rehberdir.
İnsan, beden, can ve ruh olarak da üç kısımdan oluşur. Herkes beden ve canın farkında iken ruhu bilenler çok azdır. Hakikati aramaya çıkmak biraz da beden ve candan vazgeçip ruhu bulmaya çalışmaktır. Dolayısıyla irfani yolculuk insana ruhunu da buldurur.
İnsanın üç hâli
Malum maddenin katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâli vardır. İnsanın da insan olmaklık bakımından üç hâli var: Beşer, insan ve kâmil insan. Yolculuk dediğimiz şey insanın beşer aleminden önce insan sonra kâmil insan mertebesine yükselmeye çalışmasıdır.
Beşer hâli
Kuran-ı Kerim’de “Aşağının en aşağısı” (95/5) olarak ifade edilen beşer âleminde canlılar doğar, büyür, ürer, ve ölür. Ancak beşer, diğer mahlukattan düşünme ve konuşma kabiliyetine sahip olmakla farklılaşır. Konuşma ve düşünmek hem hakikati bulmasına hem de uzaklaşmasına neden olur. Beşer mertebesindeki insanın Hakk’ı unutup her şeyi kendinin zannetmesine konuşması ve düşünmesi neden olur. O yüzden beşer Kuran’da “O pek zalim, pek cahildir,” (33/72) diye tarif edilir.
Beşer, insan kalıbının adıdır. Hazret-i Peygamber “Ben de sizin gibi beşerim,” (41-6) derken diğer insanlarla aynı kalıpta olduğunu söylemişti. Ancak, her görülen kalıpta insan bulunmadığı yani her beşer insan olmadığı için, beşer tasavvuf ıstılahında insan ve hayvan mertebeleri arasında bulunduğu hâlde, kendini ergin insan sayanların mertebesine işaret olarak kullanılır. Bu beşer Kur’an’ın hükümlerine göre yaşarsa insan olur.
İnsan hâli
Beşer zaman içinde Allah’a iştiyak duymaya başladığında hâli Allah’a malum olduğu için Cenab-ı Hak, önüne bir mürşit çıkarır ve kula insan olmayı öğretir. Mürşit kendisine bağlanan beşeri sülûke sokup gelmişlerini, geçmişlerini, dünyayı, ahireti, saadeti, bahtiyarlığı, insanlığın ve Allah’ın ne olduğunu öğretir.
İnsan “Allah’la ünsiyet peyda etmiş” anlamına gelir. Arap harfleriyle; elif, nun, sin, elif ve nun’la yazılır. Yani iki elif ve iki nun ve bunların ortasındaki bir sinden ibarettir. Ortadaki sin çıkarıldığında geriye uluhiyet âleminin temsilcisi olan elif ve nübüvvet nurunun temsilcisi olan nundan oluşan “İn” ve “An” heceleri kalır. İn’deki ilk elifin altında bulunan esre, bizim ulvi âlemden süfli olan bu dünyaya gelişimize; an’daki ikinci elifin üstündeki fetha da sufli alemden ulvi âleme dönüşümüze işaret eder. Uluhiyet âleminden nur olarak geldik. Dünyada nâsın sin’i ile haşır neşir olduktan sonra yine uluhiyet vasıtasıyla o nura döneceğiz. Bunu becerebilmek için, ilk gelişteki esreyi üstün hâline getirmek lazım gelir. Esreyi üstün yapmaya yolculuk, bunu yapana da insan diyoruz. Yapamayanlar ise beşer olarak kalırlar.
İnsan olabilmek için ân’a bağlanması gerektiğini anlayan beşer gönüle girmeye, gönül kırmamaya çalışır. Çünkü, bir insanın insan olabilmesi için önce dilini tutması, sonra da gönül yapması gerektiği mürşidi tarafından öğretilmiştir.
Beşerle insan arasında mertebe açısından adeta bir uçurum vardır. Çünkü insan Allah’la, yani mana ile, beşer ise madde ile ünsiyet kurar.
İnsan-ı kâmil
Kâmil insan yolculuğu tamamlayıp diğer insanlara yolculuklarında rehberlik yapandır. Allah Teala’nın mükerrem kıldığı Âdem oğludur (17/70). Her bakımdan ahsen-i takvim üzerine yaratılandır. Göklerde ve yerde olan ne varsa emrine verildiği (45/13) kendisine esmanın öğretildiği (2/31) ve onun emanetin yüklendiği (33/72) mübarek kuldur. İnsana ilahi ruhtan nefhedildiğini bilen ve bu yüzden Allah’ın kendisine dost kıldığı, bazılarına ilim verdiği kâmil insanın en güzel örneği âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’dir.
İnsan-ı kâmil Hak ile halk arasında bir köprüdür. İnsan-ı kâmilin modeki Hz. Peygamber’in vârisi olan insan-ı kâmil Allah’ın ahlakıyla ahlaklandığı için ahlaki bakımdan da kemal sahibidir.
Şeriat, tarikat, hakikat ve marifeti kemâle erdiren insan-ı kâmilin sözleri doğru, işleri iyi, ahlakı güzeldir. Marifet sahibi olduğu için eşyayı ve ondaki hikmetleri gereği gibi bilir.
Avam, havas ve ehassü’l-havas
İnsanın üç hâlini avam, havas ve ahassü’l-havas olarak tasnif etmek de mümkündür. Avam beşer, havas insan ve ahassü’l-havas da insan-ı kâmildir.
İnsanlar idrak seviyelerine ve kemalat mertebelerine göre avam, havas ve ahassü’l-havas olmak üzere üç kısımdır.
Avam, irfana mektebine girmeyip, anasından, babasından görüp duyduklarıyla yetinen, hakikati aramak gibi bir derdi olmayan sıradan kimselerdir. Bunlar, ne yediklerini ne de yaptıklarını bilirler. Avamın maddi yükü yani dünya meşgalesi fazla, manevi yükü azdır. Tadı olmayan meyveye benzerler. Şeklen meyvedir yani insandır ancak tadı yoktur yani hakikatten habersizdir.
Böyle olmakla birlikte avam da “Ona kendi ruhundan üfledi,” âyet-i kerîmesinde de işaret edildiği gibi Allah’tan bir nefha taşıdığı için işlenmemiş elmas gibidir. İşlenmediği sürece değeri yoktur, ama işlenirse değerlenir. Onu işleyecek olan ise kâmil mürşittir.
Havas Hz. Peygamber’e bağlanıp ondan ve onun yolundan gelenlerden ders alan ve aldığı derslerle eski hâlini terk edip yeni bir hâle bürünen seçilmiş kullardır. Aralarında dokunulmaz olanları da vardır. Bunlar Lütfi Filiz’in sözleriyle diyecek olursak avamın bir mürşit tarafından traşlanıp işlenmiş ve elmas hâline gelmiş olanlarıdır. Traşlanma bir nevi aşılanma mahiyetinde olduğu için bunlar aşılı ağaç meyveleri gibidir. Sayıca azdırlar ama tatları güzeldir.
Mevlânâ Hazretlerinin Şems-i Tebrizî ile tanıştıktan sonra tüm kitaplarını atması, avamdan havasa geçişin ve özel ders almaya başlayışın göstergesidir. Avamın aksine havassın manevi yükleri maddi yüklerindan daha fazladır. İnsanın, avam sınıfından havassa yükselebilmesi için bir yolculuğa çıkması gerekir. Çıkılan yola tarikat, yola çıkan kişiye sâlik, yolculuğa da tasavvuf diyoruz.
Ahassü’l-havas ise çıktığı yolculuğu tamamlayıp menzile varmış, yani tüm varlığını Allah’a vermiş ve geride O’ndan başka bir şeyi kalmamış olanlardır. Bunlar ismetiyet sıfatıyla sıfatlanırlar. Allah menzile erişen ve hakikati bilen ahassü’l-havassa bildiricilik ve rehberlik görevi verir. Onlar da Allah’tan aldıkları izinle havassa ders verirler ve rehberlik ederler. Ahassü’l-havas Allah dostları velilerdir ve hem içten hem de dıştan işlenmiş oldukları için pırlanta gibi değerlidirler. Pırlantanın elmastan daha değerli olmasının nedeni, iki yüzünün de işlenmiş olmasından dolayıdır. Bunlar da önce bir kâmil mürşit sonra da Allah tarafından terbiye ve talim edildikleri için tüm insanlardan daha değerlidirler.
Bu dünyaya gönderilmemizdeki maksat hakikati bulmak ve pırlanta olmaktır. Pırlanta olmak ise gelmiş olduğumuz ulvi âlemlere yeniden yükselmektir.