HAK BİR GÖNÜL VERDİ BANA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hasan Sevil

     

     

    Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,
    Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryan olur,

    Bir dem sanırsın kış gibi, şol zemheri olmuş gibi,
    Bir dem beşâretten doğar, hoş bağ ile bostan olur,

    Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez,
    Bir dem dilinden dürr döker, dertlilere derman olur,

    Bir dem çıkar arş üzere, bir dem iner taht-es serâ,
    Bir dem sanırsın katredir, bir dem taşar ummân olur,

    Bir dem cehâlette kalır, hiç nesneyi bilmez olur,
    Bir dem dalar hikmetlere, Câlînus û Lokmân olur,

    Bir dem dev olur ya peri, viraneler olur yeri,
    Bir dem uçar Belkıs ile, sultân-ı ins û can olur,

    Bir dem varır mescitlere, yüz sürer anda yerlere,
    Bir dem varır deyre girer, incil okur ruhban olur,

    Bir dem gelir İsa gibi, ölmüşleri diri kılar,
    Bir dem girer kibr evine, Fir’avn ile Haman olur,

    Bir dem döner Cebrail’e, rahmet saçar her mahfile,
    Bir dem gelir gümrah olur, miskin Yunus hayran olur

    Yunus Emre

     

    İnsan ruh ve bedenden mürekkeptir. İnsanın batın tarafı olduğu gibi zahir tarafı da vardır. Bu zahir tarafı insanın bu dünyadaki fiziki varlığıdır. Görmüş olduğumuz, eli ile ayağıyla, derisiyle teniyle bedenidir. Bu zahir tarafına hayat veren, onu canlı ya da cansız kılan, onu iyi ya da kötü bir insan olmasına vesile olan batın tarafıysa görülmez kısmıdır. Buna kısaca gönül veya ruh denilebilir. İnsanın fiziksel yapısının aktivitelerine de tesir eden duyguları vardır ve bu duyguların yeri kalptir. Ancak gönül veya kalp dediğimiz, duygularını hissettiğimiz fakat fiziki varlığından söz edemediğimiz ele ve dile gelmez bir şeydir. Bunu nefisle karıştırmamak lazımdır. Çünkü İslam literatüründeki anlamıyla nefis bir manada topyekûn duyguları anlatan bir ifadedir. Tabiricaizse nefis bu duygulardan sadece bedene hizmet eden tarafların temsilidir. Yani terbiye görmemiş arzu, düşünce ve duyguların tamamı nefis diye isimlendirir. Nefis kelimesinin Türkçe karşılığını ararsak “kendi” diye tercüme edebiliriz. “Kendi” ifadesiyle kastımız insanoğlunun gönül diye güzel duyguların beslendiği ve ruh dediğimiz sadece ilahi şeylerle tatmin olan tarafıdır. İnsanoğlunun ruh, nefis ve gönül yapısı fizik bedenine göre çok daha karmaşıktır. İnsan bedenindeki karmaşıklığı açıklamak için binlerce kilometre sinirin olduğu söylenir. Beden yani zahir elbette karmaşıktır fakat insanın manevi tarafı yani batını daha da karmaşıktır. Fiziksel bedenin yine duyular aracılığıyla hissettiği birtakım acılar bu duygulara tesir eder (acı çekerse, üşürse, yanarsa, yaralanırsa), yani normal yapısını bozacak mahiyette herhangi bir müdahâle söz konusu olursa insan etkilenir. Acıyı çeken aslında beden değildir. Asıl acıyı hisseden, acının var olduğundan bizi haberdar eden duygularımız, gönlümüzdür.

    Hazreti Yunus’un bu nutku şerifinin başında bahsettiği husus insanın, Kur’ân-ı Azimüşşan’da da sözü edilen aceleciliğidir. Ayran gönüllüdür nefis, çabuk mutlu olur, bir şeye gönlünü hemen kaptırır. Bu terbiye olmamış gönüldür. Nutukta söylendiği gibi “ha” demeden hemen “hayran olur”. Sürecin ve seyrin bereketinden mahrum eder kendini. Bu mahrumiyet ise başka bir hâle vesile olur. O da bir kararda duramamanın, hâlden hâle girmenin dönemidir. Nutku şerifin bundan sonraki bölümlerinde tarif edilen, bu acelecilikle birlikte tasavvuf literatüründe telvin ya da televvün diye isimlendirilen bir ruhi tecrübenin ta kendisidir. Bu iki terim, tasavvuf kitaplarında ve ıstılahları izah eden sözlüklerce anlatılmıştır. Bu nutku şerifte anlatılan televvün bahsinin yanında, insana dair tasavvufi meselenin dışında da kullanılan kabz ve bast hâline dair bir izahtan söz edilebilir. İnsanın, dünyada olmaktan mütevellit bir sürü farklı duygusu olur. Elbette ki tasavvufi hâllerin dışında da yaşayabileceği birtakım duygular da var demektir. Bu duygular tabiricaizse insanın diline bir tutam bal çalar ama onun tadıyla iktifa etmeyi de beraberinde getirebilir. “Ha” demeden hayran olan acelecilik bu şekilde açıklanabilir.

    Nutk-u şerifin ikinci mısraında “Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryan olur” denirken insanın bir deminde mutlu, başka bir deminde ise ağlayan, göz yaşı döken olabileceği ifade edilmiştir. Televvün hâlinin bir başka izahıdır bu. Birbirini nakz eden, birbirine zıt hâllerin içinde dolaşan insanın hâlidir televvün hâli. İnsanın bu birbirine zıt hâlleri, yine tasavvufi literatürde kabz ve bast hâli olarak açıklanabilir. Bunlar tasavvufla doğrudan alakalı olmayabilecek beşerî duygular da olabilir. Dünyadaki her insanın yaşayabileceği duygulardır yani. Seyrüsulûk gören kimselerle sınırlı değildir. Aynı şekilde “Bir dem sanırsın kış gibi, şol zemheri olmuş gibi” mısraında ise insanın hem manen hem de madden bir soğukluğa düçar olabileceği, üşüyüp içine kapanabileceği anlatılır.

    İnsanoğlunun duyguları vücudunda görünen bir tezahürle görünmeyen bir etki ortaya çıkarır. Fiziksel açıdan bakıldığında bu görünmeyen etkiler bedenin salgıladığı hormonlardır. Birisinde mutluluk, birisinde hüzün, birisinde neşe ortaya çıkarır. Bu salgılanan hormonlar aracılığıyla kimi zaman yorgun, kimi zaman mahzun, kimi zaman yaralı hissederiz. Bunlar temelde vücudun salgıları neticesinde ortaya çıkan farklı hissiyatlardır. Vücut buna göre tasarlanmış, mekanizması buna göre düzenlenmiştir. Bunları bedensel olarak hissederek insan zihni bunları fark eder. Bu salgıların neticesinde insanoğlu çeşitli duyguları beşerî olarak duyumsar. İnsan vücudu bir mekanizma gibi duygularla harekete geçer. Bu bedensel kaynaklı mutluluk ve üzüntü hislerinin yaşanması için bir sınır çizilmiştir. Allahu Teala’nın koymuş olduğu hududa göre bunlarla irtibata geçilir. Bir üzüntüyü kendini helak edecek seviyede yaşayamazsın. Bir mutluluk taşkınlık yapacak derecede yaşanamaz. Toplumsal, ahlaki ve dinî çerçevelerle bu hislerin yaşanması hususunda sınırlar çizer. Bu çerçeve olmadığını taşkınlık sözkonusu olur. Bu sınırların olmaması elbette bir mutluluk, sevinç getirebilir. Ama bu mutluluk, bir kış boyu kapalı alanda bağlı kalan hayvanların baharda dışarı salındığında tepinerek ne yapacağını şaşırması gibi bir duruma benzer. İnsanın hayvani tarafına yakışan bir neşe hâlidir bu. Oysa gerçek insanı bu hayvani tarafından, böyle bir durumdan ayıran fark sınırlarıdır.

    İnsanoğlunun bu tip duyguları tezahürdür, yani içtekinin dışarı çıkmasıdır. Hz. Yunus’un nutk-u şerifinin başında anlatılan bu hâller de birer tezahürdür. “Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez / Bir dem dilinden dürr döker, dertlilere derman olur” beytinde söylenen durum, insanın konuşarak dilinden akan şeylerin karşısındakinin sorunlarına çare olduğunu ifade eder. Yani bu mısrada, kişinin karşısındakine sirayet etmesinden söz edilir. Aynı zamanda kelamın, yani sözün bir ruhunun olduğu belirtilir. Cenab-ı Hakk varlığı bir sözle yaratmıştır, “kün” demiştir. Bu sözün harfi, sesi nasıldı? Kelime birebir Arapça’daki kün müydü, kaf ile nun’dan mı oluşuyordu, yoksa başka bir şeyden mi? Bunları insan olarak bilemiyoruz. Cenab-ı Hakk’a ait olduğu için bütün tariflerin dışında bizim idrak ve algıdan mahrum olduğumuz bir şey miydi? Bunların hiçbirini bilemiyoruz. Fakat şunu biliyoruz, söz cinsindendi. İşte kelam öyle bir şeydir ki insanın yalnızca içindeki duyguları dışa vurmasına sebep olmaz, bu duygularıyla, sözüyle kendisinden başkasını, muhatabını ve hatta eşyayı etkilemesine de sebep olabilir. Muhatabı üzerinde bir tesir yaratır. Çünkü Cenab-ı Hakk o sözle bir muhatap yaratmıştır. Varlık, Ona muhataptır. Aklı, şuuru, idraki ve dinlemesiyle muhataptır. Onun emirlerine yerine getirmekle muhataptır. Allahu Teala eşyaya vazifelerini yerine getirmesini söyledi. Bu emirlerinin hepsiyle ayet-i tekviniyesini ortaya koydu. Varlıklar tamamıyla zatları itibarıyla akıldan yoksun oldukları için bu emirle kendilerince muhatap oldular. Ve vazifelerini bu muhataplığı idrak ölçüsünde yerine getirebilmektedirler. İnsan da vahy-i ilahiye muhatap oldu. Onun için söz, kelam bu derece önem arz eder. Başka bir nutukta, “iksir-i azamdır nutk-u ehlullah” denmiştir. Allah dostlarının sözleri “mürde gönülleri ihya eder”, yani ölü gönülleri diriltir. Bununla beraber muhataplık, muhatabın üzerindeki tesir sadece sözle ya da hâlle değil nazarla yani bakışla da olur. “Bir nazarda haki kimya ederler” denmiştir. Sözün böyle bir etkisi söz konusudur. Bunun için insanın dilinden döktüğü inciler dertliye derman olur, acıyı hafifletir, hüznü alır götürür. Ya da neşe içinde olan insanı göz yaşlarına gark eder. Bir insanın sevdiğinden işiteceği üzücü söz böyledir. Dosttun attığı bir gül düşmanın taşından ağır gelir. Sevgilinin bir sözü bütün cihanın sözünden daha etkilidir. Kainatı Cenab-ı Hakk bu şekilde var etmiştir.

    “Bir dem çıkar arş üzere, bir dem iner taht-es serâ / Bir dem sanırsın katredir, bir dem taşar ummân olur” mısralarında Allahu Teâlâ’nın “sümme-s tevâ ‘alâ-l’arş” (Arşın üzerine istiva etti) buyurduğu gibi bir vahdet idrakiyle arşın üzerine çıkar. Yaratılışı itibariyle vahyi ilahiye muhatap ve melekleri geçebilecek bir kuvveye sahip olan insan, iç dünyasında yaşayacağı şeylerle Onun varlığını mısrada anlatıldığı seviyede, arş üzerinde idrak eder. Ama beşeriyetinin farkının vardığı anda da kendini Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğü karşısında ancak bir hiç olduğunu idrak eder. Bu ikisi arasındadır insan. Bu iki arada gider gelir. İnsanoğlu kendini bazen azamette bazen de hiçlikte görebilir. Onu idrak noktasında beşeriyette hiçlik, ulviyette azamet vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Hakk biz insanı mükerrem kıldık buyurur. En mühim mesele burada Cenab-ı Hakk’ın insanoğlunu muhatap olarak seçmesidir. Bu itibarla, Onun sıfat ve isimlerinin mazharı olarak var olmasıdır. Beşeriyette katre ise de bu yönüyle manada bir umman olur insan. İnsanın içerdiği anlam ve taşıdığı emanet itibariyle ummandan daha fazlasıdır. Ummanlar vahyi ilahiyeye muhatap değildir, evamir-i ilahiye ayat-ı tekviniyye sadedinde muhataptır.

    “Bir dem varır mescitlere, yüz sürer anda yerlere / Bir dem varır deyre girer, incil okur ruhban olur”. Cenab-ı Hakk’ın tecelli ettiği en ziyade yer insanın yüzüdür. İnsanın en mümeyyiz, ayırt edici fiziksel yönü yine yüzüdür. Bunu Cenab-ı Hakk’ın azameti karşısında insanoğlunun secdegaha varıp başını yere sürmesi manidardır. Alabildiğince kulluk yapmak ister. Bir de bakarsınız ki insanoğlu iç dünyasında nesh edilen bir yere varır, kiliseye gider ruhban olur. İnsan iç dünyasında oraya da gider buraya da gider. İşte bu televvünün, renklenmenin başladığı andır. Renk önemli bir şeydir. Cenab-ı Hakk da Kur’ânu Azimmüşşan’ında “Allah’ın rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi olan kim?” (Bakara, 2:138) diye anlatır. Allah’ın boyası, rengi en güzelidir. Bir insanın Allah’ın sıfatlarının ve isimlerinin mazharı olmasıdır bu boya. Bu isim ve sıfatlar kulda açığa çıkar ki o da kulun abdiyeti kadardır. İsim ve sıfatlar Onda mutlak manadadır, insanda sınırlıdır. Onda bütün sonsuzluğuyla mevcuttur, insanda ise ancak onun kapasitesi kadar vardır.

    “Bir dem gelir İsa gibi, ölmüşleri diri kılar / Bir dem girer kibr evine, Fir’avn ile (Firavunla) Haman olur”. Ölmüşleri diri kılmak, Hz. İsa ile bilinen bir peygamber-i mucizevidir. Ancak gönüllerin ihyası o da ehlullah’a verilmiş bir lutf-u ilahidir. İnsanoğlunda ölmüşleri diriltecek, yukarıda da zikrettiğimiz üzere “mürde gönülleri ihya edecek” kapasite olduğu gibi Cenab-ı Hakk’a karşı baş kaldırıp ilahlık iddiasında bulunacak kadar da bir yanılsamaya girebilir. Bunun sonucunda aşağılara inebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de insanoğlunu saygın kıldık derken aynı zamanda insan için “kel en’ami bel hum edal”, hayvanlar gibi veya ondan daha sapkın der. Bu sapkınlıkla insan Firavun gibi “ben sizim rabbinizim” der. İnsanoğlu bu iki uç arasındadır.

    “Bir dem döner Cebrail’e, rahmet saçar her mahfile / Bir dem gelir gümrah olur, miskin Yunus hayran olur”. Başka bir deminde insan Cebrail (a.s.) gibi her tarafa rahmet, sevgi, aşk saçar. Başka bir zaman ise Allah’ın azameti karşısında kendi hiçliğini idrak eder. Ya Rabbi, seni her türlü noksan sıfattan tespih ve takdis ederim, sen ne yücesin demek gibidir. İnsanoğlu bu iki çizgi arasında gider. Bununla birlikte Hz. Yunus’un bu nutkunda değinmediği meselelerde vardır. Bazen insan yaptığı ibadette imanının noksan olduğunu veya hiç olmadığını farz eder. Hz. Ebubekir’in Efendimizin huzur-u saadetlerinde hissettiğini dışarıda yaşayamadığını söylemesi bu minval üzeredir. Bunu âdeta bir inkâr gibi görmüştür Hz. Ebubekir. Efendimiz de “Benim yanımda hissettiklerini dışarıda görüyor olsan meleklerin yürüdüklerini görürsün, o zaman hayat senin için yaşanmaz olur” mealinde bir cevap buyurmuştur. Bu televvün hâlinin pozitif tarafıdır. İmanı bütün insanlığın imanından daha ağır olan bir zat bunu düşünüyor. Televvün, Arap grameri açısından tasannu, yani yapmacık bir durumu ifade eder. Bazen insan yaptığı ibadetinde samimiyet hissetmediğini söyler. Hâlbuki hissetmiyorum demek mürailik zannıdır. Onun haddi zatında mazhar olarak kendisinden açığa çıkan şey o değil. Ancak ve ancak duyguların yanılmasından ibarettir. Bazen kendisini ibadete vermek ister, bazen ibadetten uzaklaşmak ister. Burada aslında televvün denilen şey de bitamamiha insanın deruni dünyasında yaşadığı içsel savaştır. Nefsiyle olan mücadeledir. İşte insanoğlu bu seyrüsulûku boyunca zaman zaman olumsuz duygulara, zaman zaman da olumlu ancak mevcut durumundan daha yukarıda birtakım hislere gark olur. Bunlar televvündür, yani boyanmaktır. İşte insan birtakım duygular neticesinde kendisini iman açısından samimiyetsiz ve daha da kötü durumda görmesi televvündür. Durum öyle değildir fakat duyguların yanılmasından ibarettir. Seyrüsulûk çerçevesinde yaşanılacak hadiselerin çerçevesindedir bu boyalar. İnsan bunların neticesinde tasavvuf literatüründe temkin diye ifade edilen bir noktaya varır. Temkin aynı zamanda bir şeyi mekan edinmektir. Yani doğru yolu bulmaktır, orayı kendine mekan edinmektir. Mürşit olanla irşat olup sebîlürreşâdı bulmaktır. Bu aynı zamanda sırat-ı müstakimdir. İstikamet üzere olmaktır. Eylemleri itibariyle devam edilmesi gereken pratikler yapıyor olmaktır. Müstakim de düz, doğru yol demektir. Onun için biz her namazda ve her namazın her bir rekatında “bizi doğru yola ilet” diye bu temkini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ederiz. Hareketlerimizde bizi sana ulaştıracak, hareketlerimizde Senin esma ve sıfatlarını bizim küçüklüğümüz kadar açığa çıkaracak, bunlara mazhar olacak bir yere vardır deriz. Bunun duygu ve düşünce dünyası, ve bunların yansıması olarak da bir eylem formatını bize lütfeyle diye niyaz ediyoruz. Cenab-ı Hakk, Kitab-ı Kerîm’inin birinci suresinde bunu bize göndererek talim ettiriyor. Kitabının başına koyduktan sonra da bunun nasıl olacağını yine Kitabıyla öğretiyor. Varlık aleminde var olduğumuz anda buradaki varlığımıszın hitamına kadar bu temkinle bitecek. Davranış ve yöneliş tam manasıyla Cenab-ı Hakk’ın muradına muvaffık bir hâle gelecek. Onun için onların son duaları da bu doğru yola vardı diye olur. İşte bunlarla en güzel boyayla boyanmış olur insan. O zaman bu idrakle Miskin Yunus hayran olur. Bu idrak ve anlayış neticesinde hayranlıkla, bu temkin insanın hayvani cihetiyle tercih ettiği duygular terbiye olur. Terbiyeyle o bedendeki tezahürü ve fiziği etkileyen şeyler müspet hâle gelir. İnsan ruh hakim olur ve böylece gönül şen olur. Hoş bağ ile bostan olur. Ancak ve ancak Onu anmakla, Onu hatırlamakla, Onu hatırlamak gönül tatmin olur. Gönül televvünün içerisinde de bu tatmini arar. Hz. Yunus’un anlatmış olduğu duygular içerisinde de gönül varolan bu yâri arar ve Onu bulduğunda da hayran oluyor. Hiçliğinin idrakiyle temkin yurdunda sahil ü selamete doğru kürek çekmeye başlıyor.