ARZU İLE KORKU ARASINDA İNSANIN SAVRULMASI: PARADOKSLAR TÜR NARSİSİZMİ MİDİR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

    “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur.” (Yûnus Emre)

    “Varlıktaki ilke değişimdir. İnsan ise bir bukalemundur.” (İbnü’l-Arabî)

     

    Ne kadar ısrar edersek edelim “düşünen canlı” olmanın iktiza ettiği bir suhulet ve ferasetle hareket edemiyor, nesneleri öznel dünyamızın daraltıcı kalıplarını aşarak serinkanlılıkla göremiyor, kararlarımızı ve davranışlarımızı belirleyemiyor, saiklerini bir türlü tespit edemediğimiz bir süreç içerisinde bir değişim ve etkileşim içinde savruluyoruz. Bilinçli varlık olmanın getirdiği sorumluluk bu savrulma hâlinden rahatsız olmaya yol açar; “olmak istediğimiz ben” seviyesine ulaşma arzusuyla kendimizi kınarız, bazen başkalarını ve şartları hatta “feleği” bile kınarız, fakat en çok da kendimizi kınarız. Tasavvufun “levvâme” yani insanın nefsini kınayıcı diye isimlendirmesi iki ucu keskin bir bıçak gibi bir yandan dış dünyaya ve insanlara, fakat ondan daha çok insanın kendisine yönelir ve huzursuz edecek derecede daralmaya yol açar. Belki kendisi adına insanın hâlihazırdaki benliğini kınadığı “ben” diye ideal bir varlık veya benlik hâli yoktur; bütün bu değişimler içinde ben dediğimiz de değişimlerin toplamı ve hafızasından ibarettir. İdeal bir “ben” yok ise o zaman kendimizi kınamanın gerçek bir nedeni de yoktur. Biz o bedenle birlikte özgürlüğü de arzuladığımızı kabul ederiz. Bir ben yok ise o zaman özgürlük, bu özgürlüğün intaç ettiği bir düşünce dünyası da yoktur. Bütün bu süreç içerisinde en dikkat çeken hususlardan biri, insanın bir türlü kendisi hakkında bir karara varamamış olmasıdır. O hâlde soru şudur: Sahi ben diye bir şey var mıdır, yok mudur? Her insanın az çok benimsediği bir düşünce “ben”i hakkındaki belirsizlik ve meçhuliyettir. Biz sadece başkasının bizi bilmeyişini değil, kendimizin de kendimizi bilmediğini dile getiririz: birini şikâyet ötekini ise gizli bir övünme yoluyla belirtmek kaydıyla!

    Haddizatında “kendini bilmemek” metafizik düşüncenin talim ettiği hâliyle, tanınması ancak bir tahakkuk ve tecelliye bağlı olan (ahlaki yetkinleşme ve marifet) ideal hakikatin bilinmeyişi değildir. Herhangi bir şekilde de insan kendini tam olarak bilmez, bilmediğini itiraf eder, başkasını bu hususta itham ederken kendisi de bunu kabul eder. Her insan için “ben”i meçhul bir hakikattir; varlığımızı biliriz, fakat bunun ötesinde mahiyetimiz ve hüviyetimiz meçhul bir şey olarak kalır. Öyle ki kim olduğunu bilmemek, öteden beri insana garip bir haz verir. Çünkü ideal “ben”in bilinmemesi ve bu bahisteki belirsizlik, hakikatli ve anlamlı varlık olmamızın delili olarak görülmüştür: İnsan bir meçhuldür şeklindeki açıklamalar, belki modern zamanlarda bir tür hayalin ifadesinden öte gitmez, fakat kadim düşüncelerden beri bu durum “ben”lik meselesini en büyük merak konusu hâline getirmiştir. Kim olduğumuzu bilsek ve böyle bir ben bilincine ulaşsak belki daha özgür olabilir, belki daha serinkanlı hareket edebilecek sabit bir nokta bulabilirdik. Fakat böyle bir hürriyeti isteyip istemediğimizi bilmeyiz.

    Bu itibarla “hâlden hâle savrulma” sürecinde kendini gösteren edilgenliği insanın özgürlüğünü sınırlayan bazı hususlar üzerinden ele almak gerekir. Acaba insan davranışlarını belirleyen saikler ile insan özgürlüğünün ilişkisi nedir?

    Dinî düşünce insan özgürlüğü bahsini sürekli Tanrı ile ilişkisinde bir mesele olarak görür, özgürlüğün sınırlarını ilahi iradenin sınırlarını anlamanın imkânı sayar. Bunun anlamı insan ne kadar özgürlükten uzak ise Tanrı’nın iradesinin büyüklüğü o ölçüde idrak edilir demektir. Çağımızda özgürlük Tanrı ile ilişkide ele alınmıyor, özgürlük insanın kamu ve öteki insanlarla ilişkisinde bireyselliğinin sınırları cihetiyle tartışılıyor. Bununla birlikte çağımızda insan eylemlerini belirleyen psikolojik etmenler, bilinçaltı gibi kavramlar daha öne çıkarak insan üzerindeki tartışmalar farklı zaviyelerden yorumlanıyor. Bütün bu tartışmalarda insan davranışlarının nasıl şekillendiği ve insanın gerçekte ne şekilde hareket ettiği konuları geçmiş dünyanın aşina olmadığı kalıplarla tartışılıyor. Bilinç ve psikoloji üzerinde akıl yürütenler, insan eylemlerinin açıklanabilir bir bağımsızlık ve özgürlük içinde gerçekleştiğini kabul etmiyor, karmaşık, bilinemez birtakım saiklerin neticesinde insan fiillerinin çok yönlü bir etkileşim içinde ortaya çıktığını söylüyorlar. Bu etkileşim hemen her şeyle ilişkide gerçekleşebilir, hemen her türlü hadise insanda tahmin edilemeyecek kadar etkili bir saik olarak ortaya çıkabilir; insan ise bunun farkında olmayabilir.

    İnsan eylemleri üzerindeki böyle bir yaklaşım yeni bir düşünce olsa bile, geçmiş miras içinde insanın kestirilemeyen birtakım saiklerle ilişkisini anlamada tasavvuf teorisyenlerinin önemli katkısı olabilir. Daha doğrusu sufilerin bu bahisteki yaklaşımları ile modern dünyadaki tartışmalar arasında amaçlar ve teoriler bakımından olmasa bile, “meseleler” bahsinde ciddi irtibatlar, benzerlikler vardır. Sufiler Müslüman toplumda çağdaş dünyadaki dürtülerle açıklanabilecek bir ölçüde “bilinçaltı” gibi kavramlarla ilişkilendirilebilecek mizaç, psikolojik ve başka saiklerle insanın yönlendirilmesinden söz ederler. Bu sayede onlar insan nefsinin nasıl hareket ettiğini, özellikle de insanın neden “insanca” davranamadığını anlamak istemişlerdir. Burada “insanca” tabiri modern dünyadaki yaklaşımlar ile tasavvuf arasındaki ayrımlardan en ciddisi olabilir, çünkü modern dünyadakinin aksine tasavvuf teorisinde “anlamak” bir amaç olarak kabul edilmemiş, esas mesele insan “nefsi” denilen şeyin hareket ve eylemlerindeki belirsizlik, iç ve dış etkiler, insanın dünya karşısındaki edilgenliği, insan hareketlerinin savrulması gibi konuları ele almışlardır. Bütün bunlar insanın kontrolsüzlüğü, savrulması, hâlden hâle değişimi -ki bu olumsuz anlamıyla bir değişimdir- gibi ‘beşerî’ durumların açık veya gizli saikleridir. Modern dünyanın yaklaşımında ise “anlamak” yeterli olabilir; insan için ideal bir seviyeyi kabul etmeyecekleri için modern teorisyenler daha pratik amaçlarla meseleye yaklaşmıştır.

    Mesela sufiler kibir, riyakarlık, kendini beğenme duygusu, iktidar arzusu, tahakküm vb. başlıkları altında toplanabilecek bazı değerlendirmelerde, insan kimliğinin toplumla ilişkilerle nasıl şekillendiğini, âdet ve alışkanlıklarla insanın kendini tanıma sürecinde bu durumun nasıl ciddi soruna yol açtığını göstermek istemişlerdir. Öyle görünüyor ki onlar için insan bu süreç içinde oluşturduğu sahte bir ben ile hayatın anlamını ihmal eden, geçici hazlar ile ömrünü tüketen, gerçek benliğini idrak etmekten uzak kalan zavallı ve çaresiz bir varlıktır. En bilinçli göründüğü hâllerde bile insan, böyle bir durumda, Mevlânâ’nın nefis benzetmesiyle “su birikintisindeki yaprak üzerindeki sallantıyla kendini kaptan-i derya zanneden” bir çaresiz, o ölçüde hakikatten kördür. Hiç kuşkusuz Müslüman düşünce gelenekleri içerisinde bu bahisteki düşünceler, çağdaş dünyada insan hakkındaki tartışmalarda anlamını ve değerini korumayı sürdürmektedir. Bunun ötesine gidildiğinde de durum değişmiyor: Bu kez başka nedenlerle ve genellikle olumlu ve müspet saiklerle insan yine hâlden hâle savrulmaya devam eder. Bu durum Yûnus’un “Hak bir gönül verdi bana” diye başlayan şiirinde dile getirilir. Öyle ki neredeyse bütün tasavvuf bu anlamıyla insanın edilgenliğini, hâlden hâle terakki edişini, sürekli bir başkalaşma ve değişim içinde kaldığını kabul eder. Onlar için insan bu kez olumlu anlamıyla sürekli değişen bir varlık, değişimden habersiz kalan bir zayıf, İbnü’l-Arabî’nin nefis benzetmesiyle ise “güneş altındaki bukalemun”dur. Herhâlde bukalemun kelimesini böyle bir bağlamda bu kadar yüceltici bir anlamda kullanmak ancak İbnü’l-Arabî’nin düşüncesine ait bir ayrıcalık olmalıdır. O, varlıkta asıl olan ilke ‘değişimde sabitlik (temkin fi’t-telvin)’ dediğinde bu değişimi en üst ilkeye çıkartmış olur. Bunu bir örnekle açıklamak istediğinde ise “İnsan bir bukalemundur,” der ve değişimi en olumlu anlamıyla ele alır. Fakat aynı zamanda insan sürekli değişimden habersiz ve onu yok sayarak statik ve durağanlığın bir fotoğrafını tekrar eder durur: Her insan şu veya bu şekilde bugünden hareketle geçmişe doğru bir çizgi çizer, geçmişi bugün üzerinden ve hafızayla inşa eder. Değişim ve başkalaşmanın büyük teorisyeni İbnü’l-Arabî insanın bu çelişkisini “yenilikten habersiz kalmak (yeniden yaratma hâlinden habersiz olma)” diye tespit ederek bir insanlık durumu kabul eder. Ârif ise âlemdeki sürekli değişimi ve bunun nedenlerini anlayabilen kimsedir.

    İnsan: Bir Paradoks Yumağı

    Müslüman gelenek içinde bilhassa tasavvufta insan hakkında söylenen cümleler onun değişkenliği ve bir hâlde karar kılmayışı üzerine kuruludur. Bu doğrudur, fakat bunun kadar önemli husus ise insanın paradokslu varlık olması meselesidir. İnsan her şeyiyle paradoksu yaşar, her durumda bir paradoksu ortaya çıkar, bunun yükünü yüklenerek yaşar. Vakıa insanın ıstırapları kadar sevinç ve mutlulukları da paradokslardan kaynaklanır. Alexis Carrel’in ünlü İnsan Denen Meçhul kitabı belki de bütün zamanlarında insan hakkındaki düşünceleri bir araya getiren bir anlam taşır. Eserin ismi dünyanın başka yerlerinde Türkiye’deki gibi bir etki bırakmış mıdır, bilmiyoruz fakat insanın “meçhul” olması çağlar boyunca insanın kendisi hakkındaki en sevdiği anlatım olmuştur. Her şeyi bilmeye çalışan insanın kendisini meçhul olarak görmüş olması, türsel narsisizmin neticesi midir? Modern dünya herhâlde bu soruya olumlu cevap vermeye daha yakın görünse bile kadim dünya insanların bir kısmının böyle bir durumu bir imtiyaz olarak yaşadıklarını kabul eder. Onlar için insan meçhuldür, Tanrı bilinmezdir demek gibi bir ayrıcalıktan söz etmek demektir. Bu itibarla insan aynı zamanda şöyle bir paradoksu yaşar: Tanrı olmak arzusu ile beşeriliğin iktiza ettiği zayıflık, çaresizlik hâlleri! İnsan bir yandan göklere yücelebilen, üstün ahlâki değerlerle bezenen göksel varlık iken aynı zamanda sıradan güdülerle yönetilen bir varlıktır. Mevlânâ’nın nefis benzetmesiyle insan paradoksu “meleklere katılması gereken kanatlı bir eşek” olarak yeryüzünde kaderini yaşar. Bu durum yani göksel olmak ile yeryüzünde yaşamak çelişkisi insan paradoksunun en önemli tezahürlerinden birisidir. Göksel olmak -ki bu durum arzuların nedenidir- insanı yeryüzünde garip bırakırken hayat ise bir gurbete döner. Korkular ise buradan kaynaklanır. O zaman insan, büyük bir arzu ile halihazırdaki korku arasında sıkışarak çelişkili bir yaşamı yaşar. Carrel hiç kuşkusuz oldukça basit gerekçelerle -en azından kadim düşünürler için- insanın “meçhul” olduğunu belirtmişti. Bu ise başka bir çelişkiyi ve paradoksu ortaya çıkartır: İnsanın basit güdülerle savrulan bir varlık olması mükemmel bir yapıya sahip olmasıyla bir arada yaşanmaktadır.

    Fakat insan paradoksunu bu şekilde ele almak yeterli gelmez: Çağdaş tartışmalara ciddi bir katkı sadedinde Müslüman düşünürler en çok insan kelimesinin anlamında ortaya çıkan paradoksa atıf yaparak genel geçer bir tanım gibi insanı unutan-hatırlayan, intibak eden-kaçan, arzulayan-korkan, ehli-yabani, yerleşik-göçebe gibi paradoksal bir varlık olarak tanımlamıştır. Üstelik bunların her ikisi de aynı anda yaşanır, her birisi aynı halde ortaya çıkar. İnsan umut ederken korkar, severken kaçar, yeniyi arzularken eskiyi özler, varlığını severken yokluktan korkar vs. İnsanın açmazı bu çelişkiyi bir anda ve bir arada sanki tek bir hâl gibi yaşamış olmasıdır.

    Vakıa bu durum yani insanın varlığında ortaya çıkan bu çelişki ve zıtlık, bir insan tanımından daha çok bir insan ve dünya tasavvuruna dayanırken daha dikkatle ele alındığında korku ile umut, varlık sevgisi ile yokluk korkusu arasındaki gerilimi idrak etmekle ilgilidir. Korku, hiç kuşkusuz varlığı tam olarak veya kısmen yitirmek endişesi iken insanı yöneten gerçek arzu, varlığına duyduğu sevgidir. Bu çelişki Arapça kökeninde “insan” kelimesinin anlamında içkin olarak bulunan manayı hatırlatır: Ünsiyet eden-nisyan eden.

    O zaman insanın sabit ve belirgin bir durumu olmak yerine hâlden hâle savrulmasının nedeni bu paradoksta saklıdır: Aynı anda korku-umut, yaşamı yitirme endişesi ile yaşamda kalma arzusu arasındaki gerilimi insan, hâlden hâle geçmekle yaşar.