Geçmişte, Geleceksiz Bir Şimdi
Ahmet Faruk Çağlar
Spike Jonze’un son filmini (Her) seyretmeye başlar başlamaz, “Yine geleceğe dair bir kurgu!” diye geçirdim içimden. Ve Amerikan sinema endüstrisinin neredeyse başlangıcından bu yana “ürettiği”, geleceği öngören (ya da öngörmeye çalışan) onlarca film geliverdi aklıma. Çok uzun süredir, hemen her yıl Amerikalı yönetmenler/senaristler gelecekte “işlerin” nasıl olacağına dair onlarca, belki yüzlerce film çekiyordu/yazıyordu ve (Cüneyt Arkın’ın Dünyayı Kurtaran Adam’ını saymazsak) ciddiye alınabilir, benzer tek bir Türk filmi dahi hatırlayamamış olmam ilginçti. Her ne kadar mezkur tür Amerikan filmleri çekmenin ardındaki motivasyon birbirinden çok farklı ve birçoğu 3. sınıf bilim-kurgu filmleri olsa da…
Her sevgilisinden/eşinden bir süre önce ayrılmış ve bu ayrılığın acısından muzdarip “ortalama” bir tipin hikâyesi. Yönetmen filmde hangi zaman diliminde olduğumuzu açıkça ifşa etmese de filmin gelecekte bir zamanda/mekânda geçtiğini sezdiyor. Ancak herkesin yalnızca elindeki “akıllı” telefonlarla ilgilendiği bazı sahneler izleyicide filmin geçtiği dönemle bugün arasında çok da uzun bir zaman dilimi olmadığı intibaını uyandırmaya yetiyor. Ve yönetmeni böyle bir film yapmaya iten muhtemel sebebin; hemen hepimizin giderek daha sık şahit olduğu “akıllı” elektronik aletlerin bütün dikkatimizi celbetmesi, tüm zamanımızı alması ve başımızı kaldırıp “alışveriş”te olduklarımızın suratına dahi bakmamamız olduğunu düşünüyorsunuz.
Özetle; başrolde Joaquin Phoenix’in oynadığı, en özgün senaryo dalında oskar kazanan film, duyguları/sezgileri olan ve yapay zekâya sahip bir işletim sistemine “aşık” olan, hayatını başkaları adına -artık ziyadesiyle nostaljik sayılan- el yazısı mektuplar yazarak kazanan bir yazarın (Theodore Twombly’nin) hikâyesini konu ediniyor. Yönetmen hayatını her geçen gün daha çok internette, (tablet) bilgisayar ya da smart-phone karşısında geçiren, fiziksel temas ihtiyacı duymayan(!), sadece konuşarak, hatta konuşmaktan çok, konuşur gibi yazarak hemcinsleri ile iletişim kurmaya çalışan bir neslin karşı cinsle ilişkisinin giderek nereye doğru evrildiğini/evrilebileceğini öngörmeye çalışıyor. Filmin sonunda (Scarlett Johansson’ın seslendirdiği) adı Samantha olan işletim sisteminin piyasadan çekilmesiyle bir bilgisayar programıyla yaşadığı “aşk” da sonlanan Theodore büyük bir üzüntü/hayal kırıklığı yaşıyor ve başından benzer bir deneyim geçen eski bir arkadaşıyla birbirlerini gün doğumunda avuttukları sahne ile film son buluyor.
Başlarken belirttiğim gibi, gelecekte olup biteceklere dair bu denli merak duyan, mevcuttan hareketle geleceği öngörmeye/kestirmeye çalışan bir toplumun ya da toplumsal kesimin olması oldukça ilginç görünüyor. Bugünü, bizi, hayatımızı kuşatan hemen her şeyi çok uzun süredir belirleyen Batı/Amerikan zekâsının geleceği/geleceğimizi de belirleme arzusunun tezahürlerinden biri diye düşünüyor insan, Amerikan film endüstrisindeki bu eğilim için…
Biz uzun süredir gelecekte neler olacağıyla/olabileceğiyle ilgilenmiyoruz nitekim. Daha önemli(!) başka dertlerimiz var; bugünü anlamak (daha doğrusu kurtarmak) gibi. Henüz bugünü, hâlihazırda yaşadıklarımızı, başımıza gelenleri ya da maruz kaldıklarımızı tümüyle anlayamamış ve yorumlayamamışken gelecekte neler olabileceği üzerine kafa yormak fazlasıyla “fantastik”, belki de lüks olurdu, hem düşünürlerimiz hem de sinemacılarımız için. O yüzden biz önce bugünümüzü anlamalıydık, bugünü anlamanın asgari şartı ise geçmişi bilmek/anlamaktı. Geçmişle bu denli meşgul olunması bu şekilde aklileştirilmiş ve haklılaştırılmış da oluyordu. “Geçmişini/tarihini bilmeyen, bugününü anlayamaz ve tabii geleceğini de inşa edemez(di)!” bu yargıya kim itiraz edebilir(di)? Ve fakat bırakın geleceği inşa etmeyi, geçmişten bugüne dahi bir türlü gelinemiyordu.
Geçmişi ile bağı/irtibatı bu denli birden ve acımasızca kesilmeye/koparılmaya çalışılmış bir toplum için tekrar ona dönmek, orada hakikatte(!) ne olup bittiğini anlamaya çalışmak, dedelerinden kalan fikrî, ve kültürel miras ile meşgul olmak, onunla hemhâl olmaya çalışmak, en azından ona ilgi duymak son derece makul görünebilir. Ancak bu ilginin altında çok daha belirleyici olan, memnun olunmayan mevcut şartlardan bir kaçış ihtiyacı olsa gerek.
Malum; bizler “mağlup olmuş” bir medeniyetin mirasçıları/mensupları olarak açtık gözlerimizi dünyaya, yakın geçmişte yaşadığımız mağlubiyetlerin çeşitli alanlarda bugün de devam ediyor olması uzak geçmişi yüceltmemize, hatta kutsamamıza yol açtı/açıyor. Aslında bize özgü bir tepki/alışkanlık da değil bu. İçinde olduğu (olmak zorunda olduğu) mevcut şartlardan şikayetçi herkes ve her toplum için benzer bir mekanizma sinsice giriverir devreye. Ve Woody Allen bu “masumane” tepkiyi ne de güzel ifade eder Midnight in Paris’te…
Woody Allen’in mezkur filminde Owen Wilson (filmdeki ismiyle Gil Pender) hâlinden memnun olmayan Amerikalı bir senaristtir. Aslında işinde gayet başarılıdır ama bu başarı, yani Hollywood’da aranan bir senarist olmak ona yetmez. O gerçek bir edebiyatçı olmak istemektedir, gerçek bir romancı. Bunun önündeki en büyük engel ise içinde bulunduğu mevcut şartlardır. 1920’lerin Paris’inde bir yaşayabilse, küçük bir çatı katına bir tıkılabilse, yağmurlu Paris gecelerinde ne romanlar sadır olacaktır kendisinden. Nişanlısı bunun büyük ölçüde psikolojik bir “teselli” olduğunu henüz filmin başında açıkça ifade eder. Gil’i kastederek, biraz da istihzayla: “Şayet geçmişte yaşıyor olsaydılar daha mutlu olacaklarına inanan insanlar var.” der, Versailles sarayının bahçesinde yaptıkları bir gezi sırasında. Ve onlara eşlik eden “çok bilmiş” bir arkadaşları teşhisi koyar: “Nostalji inkârdır. Acı verici şimdi’nin inkârı… Mevcutla yüzleşmekte zorluk çekenlerin sığındıkları bir limandır o…”
Gil mesajı almamış görünür, gerçekle yüzleşmek için daha “sahici” tecrübelere ihtiyacı vardır. O sahici tecrübelerden ilkini ise Paris sokaklarında kaybolduğu bir gece, çanlar gece yarısı için çalarken, onu oturduğu kaldırımdan alıp 1920’lerin ortasında bir partiye götüren “klasik” bir otomobile adım atması ile deneyimler. Parti verilen evdeki piyanonun başında 1920’lerin ünlü müzisyeni Cole Porter vardır. Ne olduğunu, nerede olduğunu anlayamadan Amerikalı yazar Scott Fitzgerald ile tanışır. Partinin ev sahibi ünlü Fransız yönetmen Jean Cocteau’dur. Aynı gece Hemingway ile de tanışır. Hasılı 1920’lerin tam ortasına düşüvermiştir. Akıl sağlığının yerinde olmadığı şüphesi içinde otele döner, uyandığında hâlâ şaşkındır.
Ertesi gece, bu kez nişanlısını da yaşadıklarına ortak etmek ister, fakat beklemekten yorulan ve otele dönen nişanlısı Gil’i 1920’lere bir kez daha yalnız başına gönderir. Gil’i almaya gelen Hemingway’in bizzat kendisidir. Onu bir önceki gece tanıştıracağına söz verdiği ünlü eleştirmen Getrunde Stein’ın evine götürür, Gil’in yazmakta olduğu romanı hakkında Stein’ın eleştirini alabilmek için. Genç Picasso da oradadır ve Picasso’nun güzel modeli Adriana. Gil gibi, Adriana da geçmişe meftundur, bir Belle Époque hayranıdır, yani 1890’ların. Bu hayranlığı ifade etmesi Gil’i şaşırtır. Gil hayretle sorar: “O zaman (1890’lar) şimdiden (1920’lerden) daha mı iyiydi sence?” Adriana, “Elbette!” der, ona göre, fayton seslerinin şehri inlettiği o dönem kendi zamanıyla kıyaslanamazdır bile.
Gil bir kez daha şaşkın bir şekilde oteline döner. Ertesi gece kendisini yine Adriana’nın karşısında bulur. Paris’in büyülü sokaklarında gezinirler ve tam ayrıldıkları sırada Gil, Salvador Dali’ye rastlar. Man Ray ve Luis Buñuel de masalarında hazır bulunur. Gil onlara gelecekten geldiğini anlatmaya çalışır ama başarılı olamaz ya da konu onlara pek çekici/sıradışı görünmez. Gil artık olanlara alışmış görünür. Ertesi gece aynı yerden onu almaya gelen T.S. Eliot’tır. Ve geçmişe yolculuklar Gil için artık sıradanlaşmıştır, her gece “eski” dostlarını görmeye gider ve her seferinde dönemin ünlü isimlerinden birine ya da birkaçına rastlar.
Bu sıradanlaşan geçmişe yolculukların sonuncusu en önemli olanıdır. Gil, Adriana ile bir sohbetin ortasındayken bir fayton belirir önlerinde ve faytonun içindekiler onları yeni bir yolculuğa çağırır. Tıpkı Gil’i daha önce geçmişe götürmek için bir otomobil içinde beliren neşeli tipler gibi, faytonun içinde partiye çoktan başlamış 1890’lı figürlerin ısrar eden sesleri duyulur. Faytona binen Gil ile Adriana’nın kendilerini Belle Époque’da bulmaları uzun sürmez. Bu kez sadece Gil değil, Adriana da şaşkındır. Adriana’nın şaşkınlığı Toulouse Lautrec’i gördüklerinde daha da artar, zira onun gelecekteki hayranlarından biridir. Onunla tanışmak için masasına oturduklarında ünlü iki ressam, Paul Gauguin ve Edgar Degas da uğrar masaya. Gauguin ile Degas hemen yaşadıkları çağdan hoşnutsuzluklarını dile getirmeye başlar. Kendi nesillerinin “boş ve hayal gücünden yoksun” olduklarından dert yanarlar. Rönesans döneminde yaşamış olmanın çok daha güzel olduğundan emin olduklarını ifade ederler. Adriana itiraz eder: “Hayır, altın çağ bu!” Degas kesinlikle aynı fikirde değildir, Rönesans ona göre çok daha iyidir, iyi olmalıdır.
Adriana, Gil ile özel olarak konuşmak için onu bir köşeye çeker. Bu zamanda, yani Belle Époque’da ilelebet kalmaları gerektiğini, bu dönemin hârika olduğunu söyler. Gil, “1920’lerin nesi kötü ki?” diye sorar. Adriana, “Ama o şimdiki zaman ve çok sıkıcı.” der. Gil, kendisinin 2010 yılından geldiğini, asıl sıkıcı olanın 2000’li yıllar olduğunu, o yüzden 1920’lere geldiğini/kaçtığını anlatır, tıpkı birlikte 1920’lerden, 1890’lara kaçtıkları gibi. Gil devamla; “Belle Époque gerçekten güzel olsaydı, Gauguin ile Degas Rönesans zamanında yaşıyor olmak istemezdi.” der ve gayriihtiyarı, muhtemelen o dönemin (Rönesans’ın) insanlarının da eskiyi dönmek için yanıp tutuştuklarından bahseder. Gil, Adriana ile değil de, kendi kendine konuşuyor gibidir. Yönetmen artık söylemek istediklerini Gil’in ağzından tüm açıklığıyla aktarır izleyiciye: Herkes kendi şimdiki zamanından hoşnutsuzdur, zira onlar yaşadıkları hayattan hoşnutsuzdur. Sorun içinde bulunulan/yaşanılan zamanda ya da mekânda değil, kişinin kendisindedir ve mutsuz kişi nereye/hangi zamana gitse, her nereyi şimdiki zamanı yapsa, orada da mutsuz olacaktır. Geçmişe özlem sadece bir ilizyondur. Gil’in bu açıklamalarına rağmen Adriana geçmişte yaşamayı tercih ettiğini söyler, Gil ise Getrunde Stein’ın kitabı hakkındaki olumlu eleştirilerini de alarak kendi şimdisine döner, “geçmişe öykünme hastalığı”ndan bir nebze olsun kurtulmuş olarak.
Herkesin ve her toplumun bir “Altın Çağ”ı vardır kuşkusuz. Her şeyin çok daha güzel olduğuna inanılan eski bir dönem. Presokratik filozoflardan (söz gelimi Hesiodos’tan) Alman romantiklerine, Nietzsche’den Heidegger’e, 2014 yapımı yerli Türk dizilerinden kişisel hikâyelerimize, geçmişe özlemin tezahürleri her yerdedir. Eski olan, eskide olan ne varsa şimdiye yeğdir. Geçmiştekiler hakikati avuçlarında tutar ama o hakikat zamanla unutulur gider ve şimdiye hiçbir şey kalmaz. Cennet hep geçmiştedir. Hz. Âdem’in kovulduğu cennet, geçmişte kalmış değil midir? Ve o da “cennet”ini özlememiş midir, o eski mutlu günleri?
Yapılması gereken olanın bir daha ol(a)mayacağını kabul etmektir, olandan hareketle olması muhtemel olanı öngörmeye çalışmak ve olması beklenenin olmaması durumuna karşı her zaman bir “B planı” bulundurmak… Böylesi, bireysel ve toplumsal hayal kırıklıklarımızı asgariye indirebilir belki de.
Geçmişte her şeyin daha güzel olduğu avuntusu içinde şimdiyi ıskalamadan, ancak gelecekte her şeyin daha güzel olabileceği hayalinden vazgeçmeden ve gelecek için çabalamaktan yorulmadan; olanı, olduğu gibi kabul etme erdem ve cesareti göstererek bir gelecek inşa edilebilir ve bu ancak bu-ara-da ve şimdi’de mümkündür.