Mélèk ile Anadolu’dan Paris’e, Tutkuların Peşinde Bir Hayat
Samimiyetiyle bizi etkileyen çok fazla insan çıkmaz karşımıza. Pek sık olmaz bu. Olduğunda, çoğu zaman bu samimiyeti küçümseriz, bir zaaf ya da zayıflık olarak değerlendiririz. İnsanların, büyük (ruhlu) insanların beklentilerimize uygun hareket etmesini isteriz. Gözümüzde büyüttüğümüz yeteneklerinin, onlarla karşılaştıktan sonra gözümüze daha da büyük görünmesini, bizi “ezmesini” bekleriz. Melahat Özlük samimiyetiyle, tevazusuyla insanı derinden etkileyen büyük bir ressam, büyük bir sanatçı… Mélèk ile Ordu’daki köyünden Paris’e, tutkularının yönlendirdiği hayatını ve sanatını konuştuk.
Aklınıza gelen ilk anınız ne zamana ve hangi mekâna ait?
Çocuk cıvıltıları… Ak sakalıyla küçük, çekik gözlü büyükbabam. Son nefesine kadar aşık olduğu babaannem… Yeşil fındık bahçeleri, ufak göller, derelerle çevrili, karşısına Karadeniz’i almış, Bolaman ırmağını koluna takmış kilise. Bir diğer adıyla Gaga gölünün olağanüstü esrarengiz masallarıyla çocukluğumuzu büyülemiş, bir tepenin üzerinde kurulu o küçük köy… Serüvenlerle örülü bir çocukluk… Hikâye çok uzun esasında. Milyonlarca anı birbirini kovalıyor şu anda zihnimde.
Küçük bir çocukken kendinizi diğerlerinden farklı hissettiğiniz oluyor muydu?
Bu soruya cevap vermeye korkuyorum esasında. Sohbetimizin açık yürekliliğine sığınarak konuşmak istiyorum… Hep sıradan bir hayat hayal etmiştim; aile, anne, baba, çocuk… Ama nedense hayat hep yalnızlığa sürükledi beni. Kendimi hiçbir zaman bu dünyaya ait hissedemedim. Bu vücutta, yaşamının içinde hep bir tutsaklık duygusu hâkim oldu. Sanki yanlışlıkla olmuştu dünyaya gelmem, biri yanılmıştı, tekrar geri gidecektim… Yanlışlığın farkına varılacak ve düzelteceklerdi. Ta ki annemin farkına varana kadar. Onu bir an dahi olsun görmek için bu dünyaya gelmeye değermiş…
Kendimi bildim bileli içinde büyük uçurumları olan bir yalnızlık duygusuyla yaşadım. O yüzden yüreğimi sakayabileceğim, onun aracılığıyla hayata bakabileceğim, kaynağını içimde keşfettiğim paravanlar geliştirdim. Onun adının sanat olduğunu çok sonra öğrendim. Yalnızlık duygusundan tek uzak olduğum andı yaratıcı olduğum zamanlar. Sanat, saklandığım, dış dünyaya karşı kullandığım bir dildi, sessizliğimin önüne geçen. İçimde sürekli kaynayan, kontrol altına alamadığım bir zihnî dünya vardı. Hiç sorgulamadan taşıyordu ellerimin aracılığı ile üretimlerim. Kendimi kaptırıyor, keşfediyor, hürriyetime kavuşuyor ve her şeyden soyunuyordum. Özlemden, acıdan, yalnızlıktan, anlam veremediğim yaşam hapsinden kurtuluyor, sanki uçuyordum. Rüyalarımda yıllarca uçtum hep.
Sıradanlığın, alışagelmişliğin dışına sürükleyen bir güç vardı içimde, benim kontrolüm dışında. Çok erken yaşlarda evimizin kullanılmayan, “yantam” dediğimiz bölümüne kapanır, tarlalardan özel taşlar çıkarır, heykeller yapardım. Sanki o taşların kilometrelerce uzaktan kokusunu alır, elimle koymuş gibi bulur, gün yüzüne çıkarırdım. Büyükbabam tek ve en iyi arkadaşımdı. Babaannemin hikâyeleriyle süslenirdi hayal dünyamız. Akşamları ocak başında büyükbabamı, oralarda “hey” denilen büyük bir çeşit sepet örerken seyrederdim. Onun hayvanlarla sohbetine kulak kabartır ve sohbetinin arasında “Meleeek” diye seslenişini duyardım. Mélèk ismi onun mirası.
Büyük babamın insanlarla konuştuğunu, daha doğrusu sohbet ettiğini hatırlamıyorum. Sessiz ve içine dönük yaşardı. Çocuklarla şakalaşmayı çok sever, abdest aldıktan sonra kollarının ıslaklığı ile güreş oyunları yapar, bize su sıçratırdı. Büyük bir pehlivandı. Onun pehlivanlık hikâyelerinin ayrı bir yeri vardır bende. Birbirimize çok benzerdik. Onu kaybedince çocukluğum derin bir yalnızlığa gömüldü. Sürekli hayaller kurar, babamın geldiğini hayal ederdim. Büyükbabamın önüne diz çöküp ağladığı, kendisiyle yalvarırcasına “Ne olur gel oğlum!” diye konuştuğu fotoğrafı haricinde hiç görmediğim babamı…
İlkokulda bütün arkadaşlarımın resim derslerini ben yapardım. Kendime yeni dünyalar yaratır, diğer çocukları da bu dünyalara inandırırdım. Fındık çubuklarından, mısır püsküllerinden bebekler yapar, onlara fındık yapraklarından giysiler diker, fındık ışgınlarından atlar yapardık. Kendimize şehirler inşa eder, çamurdan çeşmeleri sularla doldurur, akıtır, bahçeler yapar, büyükleri oynardık… Bunlara rağmen içimdeki yalnızlık hiç bırakmazdı beni.
Dedikodum yapılacak kadar kaptırmıştım kendimi iç dünyama. Diğer çocukların meraklarını uyandırmış olmalı ki, onlar da benimle taş yontmaya başlamışlardı, ama uzun sürmedi ailelerinin tepkisi. İşe yaramazdım onların gözlerinde ve bir süre sonra herkes çocuklarına benimle oynamayı yasaklamıştı. Büyükler işimize karışmadan önce onlara taşları nasıl çıkarttığımı göstermiştim. Toplanır, ellerimizde kazmalarla tarlalardan un torbalarına doldurduğumuz taşları bizim “yantam”a yığardık. Onların meraklı, hürriyetlerinden uzak, üzüntülü bakışları hâlâ gözlerimin önünde. Çocuklukları çalınmıştı sanki. Kız olanlar mutfak işlerine ve çeyize başlamış, ben ise taş yontmaya devam etmiştim…
Her şeye rağmen, annem beni yapmak istediklerimden alıkoymamıştı, müdahale bile etmemişti. Arka odalardan gelen gürültü nedir diyo sorduklarında, “Bizim kız taş yontuyor.” derdi. Büyükbabamın aletlerini gizlice alır, sanki o benimleymiş gibi oynardım. Babaannem fark etmeden, onun elma bıçağını heykellerimin ince detayları için kullanırdım ve farkına varınca da körelen bıçak için bir yığın azar işitirdim.
Ta o yaşlarda heykel yapıyordunuz?
Evet, hatırlayabildiğim en eski hatıralarımda heykeller yapardım… Ben öyle doğmuştum.
Çevrenizde “değişik” bir çocuk olduğunuzu fark eden kimse oldu mu?
Sanıyorum annem farkındaydı. Üç kız çocuğu ile hayatla tek başına mücadele eden yiğit bir kadındı. Konuşmazdı fazla. Yetim büyümüştü, okuma yazması yoktu ve hayatının sonuna kadar bunun eksikliğini hissettiğini vurguladı. Bugün onun büyük bir bilge olduğunu düşünüyorum. O hayatın mükemmel bir okuyucusuydu.
O zamanın ve mekânın bakış açısında, kız çocukları ev işlerine yoğunlaşır, çeyiz örer ve evlenmeyi beklerdi. Geriye dönüp baktığımda, bütün sosyal baskıya, içinde bulunduğumuz ortama ters düşmesine, üstelik kız çocuğu olmama ve tek desteği yine kendisi olmasına rağmen yapmak istediklerimi engellemedi. Şu sonuca varıyorum bunları düşününce; farkında olmasa herkes gibi davranmamı isterdi herhâlde. İmkânı olsa dünyayı ayağıma sererdi, eminim. Ama elinden sadece beni engellememek geliyordu. İstese beni engelleyebilirdi ama yapmadı. Beni kendi dünyama bıraktı. Annemin verdiği bu hürriyet kendimi geliştirmemde büyük rol oynadı.
Babaanneme gelip, “Bu kızı ver, okutalım.” diyen birçok öğretmenimin olduğunu da hatırlıyorum. “Kız çocuğudur, babaları yok, bir şey olur.” der, geri çevirirdi onları ve böylece en büyük hayalim olan “yüksek öğrenim görmek” yerle bir olurdu. Kendimi daha çok okumaya -kitap bulabilirsem- ve taşlara verirdim. Yazmaya da başlamıştım. Şimdi düşününce asıl kitapların o taşlar olduğunu hissediyorum.
Daha sonra eğitim aldınız mı?
Evet. Afba ve Planete mode’un dışında, International Fashion University Group ESMOD ve Ecole Superieure des Arts et Technique de la Mode’a gittim…
Sizi etkileyen, etkisinde kaldığınız bir hocanız, başka bir ressam oldu mu oralarda?
Küçükken ve hâlâ yanımda taşıdığım bir çanta var. Üzerinde tamamıyla el işlemeli güller olan, rengârenk, bugün yaptığım çiçek tablolarına benzeyen, işlemelerle kaplı bir çanta. Küçükken yapmışım, tamamıyla kendi tasarımım. Annemden etkilendiğim ve esinlendiğim kesin.Kendimi bütün ressamların birleşiminden oluşmuş bir “reincarnation” gibi hissettiğim, bir eser gördüğümde, onda kendimi gördüğüm çok oldu. Çoğu zaman ben yapıyormuşum gibi bir his oluşurdu içimde. Bu, büyük üstadları takdir etmiyorum demek değil elbette. Her sanatçı özel, sarsıcı, dönüştüren, ilham verici ve kutsaldır benim için.
Resim yapmaya sanattan ve hocaların varlığından bile habersiz başladığım için, etki değil ama onların sanatı ifade şekillerine hayranlıkla baktım. Bir aralar o kadar kaptırıyordum ki kendimi gördüğüm güzelliğe, kendimden tereddüt etmeye başlamıştım, resmi bırakmayı bile düşündüm. Onca zamana kadar yazdığım, resim çizdiğim defterleri yakmıştım. Fakat hepsini yakamadan Michele Anker beni engelledi. Beni farketmiş, gözlemlemeye başlamıştı. Kendimden tereddüt ettiğimin farkına varınca karşısına alıp konuştu benimle. Bana, “Kızım sen diğer sanatçılar gibi olmak zorunda değilsin. Kimseyle karşılaştırma kendini, sen farklılığınla, kendi ifadenle sensin. Senin gücün içindeki ses, hayal gücünün hürriyeti, sınırsızlığı. Defterlerini yakmayı bırak, onlar senin hayatını kurtarmış.” demişti. Her şeye rağmen kalbimin yönlendirdiği yere gittim ve kendimi ifade ediş şeklim kendi yolunda, hür bir şekilde kendi dilini yarattı, sorgulamadan. Yüreğim kendi sesini, ifade şeklini buldu.
Sanat, bir dışarı yansıma, içten gelen bir sesleniş. Bir başkasının etkisinde kalarak orijinalitesini koruyamaz. Her seslenişin kendine özgü bir biçimi vardır. Katıksız olmalıdır bence; saf, çocuk gibi. Bir çocuğa “Etkilendiğin bir hocan var mı?” diyemezsiniz. O hürdür. Sorgulamaz, planlamaz, hesaplamaz. Pat diye ağlar ya da gülmeye başlar. Etki yoktur seçiminde. Hiçbir sisteme boyun eğmez çocuk oynarken. Yoğunlaşır, keşfeder ve onu çevreleyen dünyadan kopar. Çocuk yaşamı en derinden hisseder, hayatı doğasıyla en iyi kucaklayabilendir. Çocuk en büyük hocadır. Âlimdir. Biz onları büyütürüz. Kirletiriz. Etkileriz.
Sanat benim çocuk tarafım. Sanat kelimesine sığdırmaya bile kıyamadığım tarafım. Hep şaşkın tarafım. İşte başkaları o tarafıma sanatçı ismini veriyor. Oysa ben bir sanatçı değilim, sadece yaşıyorum.
Anadolu’dan yanınızda getirdiğiniz ve sizi asla terketmediğini/terketmeyeceğini düşündüğünüz bir özelliğiniz var mı?
İşte o çocuk tarafım… Kendimi hayata şaşkın şaşkın bakan, pırlanta gözlü küçük bir kız çocuğu gibi hissederim hep.
Benzer bir soruyu şu anda yaşadığınız şehir için, Paris için de soracağım: Sizde olanın ortaya çıkmasında içinde bulunduğunuz sosyal ortam ve şartlar ne kadar etkili oldu?
Paris o bahsettiğim çocuğu kurtardı diyebilirim. Onun kolay olmasa da kendini ifade etmesine fırsat tanıdı. Karşılığında ağır bedeller ödeterek. Ama kendimi son derece şanslı hissettim her zaman. Bütün zorluklara, hırpalanmalara, engellere rağmen çok özel, beni zenginleştiren ve hayatımın yönünü değiştiren güzel insanlarla karşılaştım hayatım boyunca. Bir nevi onlar benim koruyucu meleklerim oldular. Bu kendimi daha fazla hırpalamamı engelledi. Hayat o küçük kızı birilerini aracı kılarak, meleklerinin kanatlarıyla sarmaladı, sevdi. Paris bana meleklerini, hürriyetimi, kendimi keşfetme fırsatını, eğitme şansını verdi.
Bir ressam/sanatçı olduğunuzu, olmak zorunda olduğunuzu ne zaman “bilişsel” olarak idrak ettiniz?
Bu soruyu sorma gereği hiç hissetmedim. Ben ve sanat ya da sanat ve ben diye bir şey yok. Sadece varız. İç içe. Sorgusuz. Bu sorgulamadan yaptığım bir şey. Küçük bir kız çocuğu gibi. Nefes almayı sorgulamadığımız gibi. Sonradan farkına varıp kendime kattığım bir şey değil, benden bir parça olan, beraber büyüdüğümüz bir şey. Zamanla farkına vardığım, beni sürükleyen sonsuz yolculuk sadece…
Sanatınızı icra ederken, sizi kuşatan, ele geçiren duygulardan bahsetseniz…
Bence bu duyguların tarifi çok zor. Başka sanatçılarda bu süreç nasıl işliyor bilmiyorum ama sürekli kaynayan bir kazan gibi hissediyorum beynimi. Zamanla, o kadar yoğunlaşıyor ki bu, ızdıraba dönüşüyor. Bir çeşit kanama hâli belki. Dıştan içe, içten dışa ve içten içe bir kanama… Çünkü beyninizde yaşanan süreçlere fizik olarak, psikolojik olarak yetişemiyorsunuz. Üretememek, kafamdan geçenleri hayata geçirememek acıtıcı oluyor. Hani ilham gelmiyor derler ya, işte ben de bunun tam tersidir. Hiç bitmeyen bir üretim, aşırı, yorucu ve hiç durmadan çoğalan, taşan bir iştah… Zamanla kontrol ederim sanıyordum ama imkânsız. Öyle bir dereceye geliyor ki, artık gürültüye boğuyorum kendimi. Çünkü, ne yaşam ne de imkânlar o kadar yoğun bir kaynağa cevap verecek güçte olmuyor, kendi içimde savaşlar yaşıyorum. Uyurken düşünmemek için mutlaka tv’yi açık bırakıp uyuyor, gündüz kulağımda sürekli müzikle yaşıyorum.
Yapabileceklerimin belki de milyonda birini ürettiğimin bilincine vardım. Bununla yetinmeyi öğrenmeye çalışıyorum. İç sesime, içimde kopan fırtınalara, hayal dünyama ayak uydurmam zor… İçten kemirdiği için yavaş yavaş kendimi tüketiyorum. Şartlar farklı olsaydı tamamıyla bırakırdım kendimi sanata. Çünkü ürettikçe keşifler, keşfettikçe yeni eserler doğuyor. Bir trans anı o an. Tarifsiz. Bir gün severek okuduğum, tutkulu bir düşünürün sohbetinde -hatırladığım kadarıyla- şöyle dediği, hâlâ kulaklarımda: “Günlerce yerimden kalkmadan yazıyorum, öyle kaybediyorum ki kendimi yürümeyi unutuyorum…” Onu ne kadar da kendime benzetmiştim.
Bir doğum gibi. Acı çekiyorsunuz ama sonucunda bir eser ortaya çıkıyor. Aslında bunu o eser için yaptığınız da şüpheli. O eser sizden çıktıktan sonra size ait değil. O yalnızca doğa ile ya da dış dünya ile kurduğunuz bir anlam ilişkisinin patlaması. Size renk, şekil, ses ya da dize olarak yansıyor sadece. Onu da, onun hürriyetine saygıyla hayata sunuyor olmalısınız. Çocuklarımızın bize ait olmaması gibi.
Sanatçılar genelde çok daha hassas, hiç kimsenin farkında olmadığını fark eden, çoğuna anlamsız gelen şeylerin altında koca dünyalar keşfeden, çoğunluğun bakışının yüzlerce, binlerce katı farklı gören, acıyı kat kat derinden hissedecek kadar hassas bir algıya sahip yaratılışta varlıklar. Bunun farkına vardığımda çok şey değişti. Kendimi tanıma yolculuğuna başlamış oldum. O tarafıma bir zayıflık değil, bir şans olarak bakmaya başladım. Bir nevi dil, bir tercüman, dışa yansıyış, muhteşem bir duygu bu… Bu farkında olma sürecinden sonra başladı bütün patlamalar. Hürriyetime kavuştum. Her şey önemli olduğu kadar önemsizleşti. Bunun farkına varınca hayatımın özgürleştiricisinin de yine kendim olduğumun farkına vardım. Başka hiç kimsenin hükmedemediği bir alandı artık orası. Bu, fırçamdan çıkan sanatın şeklini değiştirdi. Korkuları bile bir güce dönüştürme yeteneği gelişti. Bu demek değil ki yolculuk burada bitti. O hep devam ediyor ve edecek…
Bizde genel olarak -felsefe gibi- sanat da lüks ve “lüzumsuz” görülür. Sizin ressam olmak önünde karşınıza çıkan engeller neler oldu?
Çılgın olmak, tabiri caizse deli olmak gerek sanatçı olmak için. Hiçbir garantisi yok, sadece bizde değil, hiçbir ülkede, sistemde. Gözü kara olmak gerek. Aşık olmak gerek. Tutkuya kapılıp gidiyorsunuz. Aşk hiçbir engeli tanımıyor, duymuyor, görmüyor, sormuyor… Hiçbir sisteme boyun eğmiyor, hiçbir şeyden etkilenmiyor. Zaten aşık olanın seçim şansı yok ki, aşkın yolunda sürüklenip gidiyor. Büyük bir nehirin azgın sularına kapılmış bir çakıl taşı olarak kendinizi nehrin coşkusuna bırakıyorsunuz…
Çocukken çalıştığım mağazada resim yapmam yasaklandıktan sonra köyümüzden biri resim yapmayı bırakmam için beni dinî konularda saygı duyulan bir hocaya götürmüştü. Sözüm ona resim yapmayı bırakmamı sağlayacaklardı. Uzun uzun nasihatlar vermişlerdi. O nasihatlardan sonra allak bullak olmuş, resim yapmayı bırakmak için birçok başarısız teşebbüste bulunmuştum. Kendimi inancım ve doğam arasında kalma duygusu içinde bulmuş, yalnızlık duygusuna bunu da eklemiştim. Uzun yıllar bunun çelişkisini yaşadım. Ama insanın doğası hep üstün geliyor.
Yine de en büyük engel kişinin kendisi. Siz kendi kendinize engel olmadığınız müddetçe, kolay olmasa da bir yolunu buluyorsunuz. Engellerle karşılaşmayan bir yaşam tam olmuyor. Bir nevi engeller insanı besliyor, zor şartlardan çıkan eserler daha kuvvetli oluyor.
Sorunuz esasen çok önemli. İnsanı güzelleştiren felsefe ve sanat lüzumsuz görülüyor. Zaten insan onun için güzel olan şeyleri yok etme, kendini güzelliklerden mahrum bırakma, hayat çok basitken onu zorlaştırmaya meyyal değil mi? Nelerden mahrum bırakıldığımızın farkında değiliz ve o yüzden birçok sanatçı yalnızlık içinde kayboluyor.
Herkesin bir sanatçı tarafı var ama sanatı hayatının merkezine koyan sanatçılar için ayrı bir sistem kurmalı ve onları korumalıyız. Sanat yalnızlığa açılan bir kapı. Sanatçıların kendi içlerindeki savaşlar haricinde, bir de dışarıda savaşmaları gereken birçok ön yargı, engel oluyor. Oysa kolay sanatçı olunmuyor. Sanatla iç içe bir hayatı seçmek çok büyük cesaret istiyor. İçinde olduğumuz sistemler yontuyor insanı, kişiyi sanatçı tarafından soyunduruyor zorla. Bir nevi işkence bu.
Tutkularınızın peşinden gittiğiniz için şimdiye kadar ödediğiniz en büyük bedel ne oldu?
Annem. Annemden mahrum kalmış olmam. Onu hakkıyla görebilmemin zaman alışı. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda, annemle bir dakika daha fazla geçirebilmek için sahip olduğum her şeyi verebilirim. Sanat yolunu seçtiğinizde kendinizden bile mahrum kalıyorsunuz, hayata dair her şeyden. Sanat büyük bir yalnızlığı gerektiriyor.
Sanatçı dediğiniz sadece bir araç, bir kalem, bir fırça… Dışarı yansıyan, kalıcı olan, çırpınışların izleri “eser” dediklerimiz… Sanatçı diye adlandırdığımız sadece bir gücün ona öğrettiği özel dile tercümanlık etmek oluyor. Onun algılayışı o mesajı alacak hassasiyete açık ve o, sadece o gücün kutsal kalemi. Dokunmanız, sanatçının kaleminden hayata taşınanları görmeniz belki çok zaman gerektirecek, belki de öylesine görülmeden, fark edilmeden, duyulmadan, okunmadan, bütün fedakârlıklara rağmen yitip gidecek sessizce… Ama böyle! Gerçek sanatçının böyle bir derdi de olmaz, olamaz zaten. Birçok ünlü sanatçının hayatını okuduğumuzda bunu görüyoruz. Hayatları dramlarla dolu ama hayatlarımızda farklılık yaratanlar onlar. Bu her zaman için görebilenlere hitap ediyor. Görebilmek için ise yol yine çok uzun. Onun için felsefe, sanat gerekiyor. Görmeyi, duymayı, anlamayı, inceliklere dokunabilmeyi aşılamak, eğitmek birçok kişinin fedakârlıkta bulunmasını gerektiriyor. İnsanın bazı şeyleri anlaması çok zaman alıyor. Çok büyük kayıplar, fedakârlıklar gerekiyor.
Hayata bakışım çok daha farklı bugün ve bu farkla annemin yanında olmak isterdim. Onun değerinin farkındaydım ama ona hizmet edebilme derecesine ancak gelebilmiştim. Gelişimimi görmesini, bundan yararlanabilmesini çok isterdim. En büyük hayalim onu şımartabilmekti. Annem hayatımın anlamıydı. Dayandığım güçtü. Hayalerimi annem süslüyor, yaşama bağlanmam için o güç veriyordu. Onu kaybedince kendimi anlamsız hissettim ve uzun süre içime gömüldüm, resim yapmayı dahi reddettim. Tarifi imkânsız bir acıydı. Annemi rüyamda görmüştüm, saçımı okşamıştı. Tekrar resim yapmaya onu, onun fedakârlıklarını düşündüğümde, onun ruhunun güzellikleriyle birleştiğimde, kendimde olağanüstü bir güç hissettiğimde başladım. Kendimi bir sabah hıçkırıklar içinde uyanmış buldum, atölyede hıçkıra hıçkıra ağlayarak resim yaparken… Bu dönem aylarca sürdü. İlkin herkes korkmaya başladı bu durumdan, sürekli ağlayarak resim yapıyordum. Bütün “Madonne” serisi, “Muhteşem Gülkız” serisi o zaman yaptığım tablolardan oluşuyor. O resimler için açtığım sergiler çok başarılı oldu. İnsanlar o gücü tablolarda hissetiler. Sürekli annemi ve üç kız kardeşi konu ediniyordum. O zamana kadar resimlerimde gözleri hep kapalı olan personajların gözlerini açık çiziyordum artık. Gözleri büyük, hayata dolu dolu bakan analar çiziyordum, tıpkı annemin gözleri gibi…
Ona hakkıyla hizmet edecek olgunluk ve kıvama geldiğimde, o gitti. Ne yazık ki, sohbetine doyamadan. En büyük üzüntüm, içimi yakan pişmanlık, onunla yeterince vakit geçirememiş olmak. Keşke kahve sohbetlerimizi çoğaltsaydık diyorum şimdi. En büyük sanatın insanın sevdiklerine ayırdığı zaman olduğu fark edildiğinde artık çok geç oluyor. Onu daha yakından tanımak, gözlerindeki sevinç ışıltısını bir an olsun daha uzun görebilmek için canımı bile verebilirdim…
Şu anda oldukça başarılı bir sanatçı sayılırsınız, eserleriniz Avrupa çapında giderek daha çok ilgi görüyor. Bu ilgiyi nasıl açıklıyorsunuz? Çalışmalarınızdaki hangi ögelerin insanları etkilediğini düşünüyorsunuz?
İçtenlik… Samimiyet… Zamanla birikenlerin dışarı yansıması, belki de bakanların ruhlarına dokunan bir tarafının olması. Benim için resime kattığınız his, çizginizden dışarı yansıyan ve diğerlerinde uyandırdığı sevgi, huzur veya çizdiklerime bakanların bir parça kendilerini, veyahut eksik taraflarını bulmaları… Resimlerimi alıp evlerine götürenlerin gözlerindeki heyecanı seviyorum. O anı paylaşmayı, onlarla tabloların hikâyelerini zenginleştirmeyi seviyorum. Bütün bunları paylaştığım insanları önemsiyorum. Onların varlıklarının, sanat aracılığı ile buluşmamızın mucizesini kutsal buluyorum.
Çocuklar benim için çok önemli ve her karşılaştığım insandaki çocuksu tarafı yakalamayı seviyorum. Resimlerimde konu edindiğim insanların ruhlarındaki derinliği ve bunu onlara hissettirmeyi seviyorum. Hayatı gözlemlemeyi, onu renklere taşımayı, çizgilerle şekil vermeyi, bir çocuk gibi çizmeyi seviyorum. “Renklerinizde hayat, kucaklayış, sevgi yağmuru var ve dünyanın buna çok ihtiyacı var.” dediklerinde sesimin duyulduğunu hissediyorum. Dünyadaki en büyük eksiklik bence temas eksikliği, sevgi eksikliği…
Sizden zuhur eden resimler/eserler en çok neyin ifşası, neyin tezahürü?
Yaşanılanların, yaşadıklarımın, gözlemlerimin yansıması…Zaten kararı ben vermiyorum. Resim yapmaya başladığımda ben sadece aracıyım. Hayatın sesi benim ellerimi kullanıyor. Ben teknik bir ressam değilim. Artık trans mı dersiniz, bilmiyorum. İçimden bir güç geliyor ve bana o resimleri yaptırıyor. Hissettiklerimi, duyduklarımı çiziyorum. Belki de içimdeki müziği çiziyorum. Hayatın müziğini, onun titreşimlerini, ritmini, uyumunu, coşkusunu, suskunluğunu, her şey ya da hiçbir şey oluşunu… Ve belki bu renklerle patlıyorum dış evrene. Dış dünyaya ulaşmanın, ona dokunmanın yolu olarak bildiğim tek şey bu. Bunun akademik, sanatsal bir değeri var mı, hiç umdumda değil. Sorgulamıyorum, düşünmüyorum üzerinde, içimden geleni, içimden geldiği gibi çiziyorum.
Anadolu’dan göç edip birkaç nesildir Avrupa’da yaşayan genç sanatçılara –ya da sanatçı adaylarına- ne önerirsiniz?
Her şeyden önce göçmen kelimesini unutsunlar. Dünya bize, hepimize ait. Bunu söylerken sadece insanları kastetmiyorum, bütün canlıları kastediyorum… Yargılamalardan uzak durulursa hayatın bize sunacağı zenginlikten kendinizi mahrum bırakmamış oluruz. Çünkü insanın en büyük engeli bu. Bence insan başarısızlıktan korkmuyor, aksine başarmaktan, hayal ettiği şeyin başına gelmesinden korkuyor. Ona hazırlanamıyoruz çünkü. Bunun bilincinde değiliz. Önemli olan bir sonuca ulaşmak değil, o yolda olmak, şayet sevilerek yapılıyorsa bir şey. O yüzden her ne yapılıyorsa yapılsın, bir saniye bile tereddüt etmeden, aşkla yapılmalı diye düşünüyorum.
Sanat insanın hayatında tahmin bile edemeyeceği ufuklar açıyor, başka dünyalara büyüleyici yolculuklar başlatıyor ve hayatın akışını değiştiriyor. Hayallerine ulaşıp ulaşamayacaklarını düşünmeden, hatta ulaşılması imkânsız hayaller kurarak yaşamalı insanlar. Saplantıyla, tutku arasındaki ince çizgiye dikkat ederek.
Düşünce ve sanat insana rafine bir dil kazandırıyor, işte bu yolda, tereddüde düşmeden, hayallerinin peşinde koşmalı insan. Kendisini aşmaya çalışıp geliştirmedikçe sönmeye mahkum bir yıldız gibi insan… Ve ulaşabileceğiniz en zor ve mükemmel derece sadelik. Yaşamımızı bir sanat eseri yapmamız, kendi hayatımızın sanatçısı olmanız yine bizim elinizde.