Tasavvuf, Mevlevilik Ve Sufizm II
Kudsi Erguner
Yazımın aynı başlığı taşıyan ilk bölümünde tasavvufun doğuşuna ve ilk mutasavvıflara değinmiş, Osmanlı toplumunda tasavvufun yerini ele almış, Cumhuriyet sonrası yaşanan kırılma ve Mevlevilik’in (ve Mevlevi ayinlerinin) giderek bir gösteri hâline getirildiğini ifade etmeye çalışmıştım. Yazımın bu ikinci bölümünde, yaşanan yozlaşmayı ve bugün gelinen noktayı özetlemeye çalışacağım.
YOZLAŞMA DÖNEMİ
Uzun yıllar süren yasak döneminden sonra, Mevlana hazretlerini anma törenleri, tekkeleri kapatılan dergâh görmüş dervişler için bir ümid ve neşe kaynağı olmuştu. Ne yazık ki, 1960 ihtilaliyle beraber ayinler gittikçe gösteriye dönüştüğünden, bu neşe pek uzun sürmedi. 1970’li yılların başında Amerika ve Avrupa’da yapılan ilk Mevlevi ayinlerinin etkisiyle Konya’ya akın eden yabancı mistik gruplar, dindar ve muhafazakar Konya’nın dengesini altüst etmişti. Her gördüğü Konyalıyı Mevlevi Evliyası zanneden ve her şeyden derin anlamlar çıkartmaya çalışan mistik arayış içindeki turist hanımlar ise, mutaassıb taşra şehrinin geleneklerine göre çok serbest davrandıklarından, karşılarında maalesef kendilerine, onların masumane hislerinden bambaşka bir maksatla bakan, bazı genç semazenler bulmuşlardı. Yaşanan kültürel şok ve tam manasıyla Konya festivaline dönüşen anma törenleri dindar halkı rahatsız etmeye başlamıştı. Diğer yandan, Mevlana’ya ait olmayan(1) ancak ona maledilen, “Gel gel, kim olursan gel.” rubaisini önce 12 Eylül askeri cuntasının, sonra da ANAP’ın slogan olarak kullanmasıyla Mevlevilik, küreselleşmeye açılan yeni dönem iktidarının temel malzemesi hâline gelmişti. 1980’li yıllardan sonra Gönül Turizmi sloganı adı altında toplanan izleyiciler, Konya’nın basketbol sahasını, Mevlevi ayininden ziyade, mutrib heyetine dahil edilen ünlü bir gazino ve sinema sanatçısının parlak yüzünü görmek için doldurur olmuştu. Ayini çekirdek ve gazoz eşliğinde, birbirleriyle sohbet ederek seyreden bu kalabalığın uğultusu artık Mevlevi ayininlerinin muhteşem musikisini dinlemeye ve semadan alınan manevi hazza engel olmaya başlamıştı.
Şahit olduğum tüm bu üzücü gelişmeler sonucu, 1981 yılında, Unesco’nun da yardımıyla, İstanbul Mevlevi Heyetini kurmayı arzu ettim. Amacım Galata Mevlevihanesi etrafında bir dernek oluşturarak, ayda bir de olsa, Konya’nın ilk yıllarındaki gibi, gösteriden uzak bir kültür grubu oluşturmaktı. İstanbul’da yasayan Necded Yaşar, Cuneyd Orhon, Receb Birgit, Rıza Rit, Nezih Uzel gibi kıymetli musikisanaşlar bu çalışmaya destek oldularsa da, ne talihsizliktir ki, Ahmet Bican Kasaboğlu semazenleriyle, kurulan derneği ele geçirdi ve İstanbul’da Konya’dan da daha kötü bir gelişmeyi başlattı. Sayelerinde (!) turizm şirketleri müşterilerini Konya’ya kadar götürme külfetinden kurtulup, gezi programlarına İstanbul dervişlerini ilave etmeye başladı.
Israrım üzerine rahmetli Nezih Uzel evini açarak genç semazenler yetiştirmeye ve onlara biraz olsun Mevlevilik adabını öğretmeye gayret ettiyse de, maalesef turizmin ekonomik gücüne dayanmak mümkün olmadı.
BUGÜN MEVLEVİLİK İDDİASI
Bugün ortada bir “Konya kültürüne hizmet” sözü dönmekte, oysa bu lafı etmek, Osmanlı döneminde İslam dünyası genelinde yüzon dergâhı olan bir tarikatı cahilcesine Konya şehrinin folkloruna indirgemek ve bu kültür mirasının önemini, evrenselliğini, zenginligini ve tarihini bilmemek demektir.
Altını çiziyorum ki, Mevlevilik bugün kuru bir iddiadan ibarettir; Mevleviyim diyenler, Ahmet Bican Kasaboğlu’nun dönmeyi öğrettigi gençler ile onların talebeleri ve Nezih Uzel’in evinde yetişen Üsküdar Fıstıkağacı mahallesinin gençleridir. Onların başındaki, kendi kendilerine şeyhlik, hatta Dedelik unvanı verenlerin çoğu ise, değil tarikat, İslamiyet’in en temel ilkelerinden dahi uzaktır. Misal gerekirse, bugün çağdaşlık ve Mevlevilik’i birleştirmek iddiasıyla etrafında oldukça büyük bir kalabalık toplayan zat, rahmetli Nezih Uzel ile yeni bir heyet teşkil etme çabasındayken, kendisini Üsküp Mevlevihanesi mensubu olarak tanıtıp aramıza girmiş, Mevlevi semai’nin adab ve erkanını dahi bizlerden öğrenmişti. Yıllar önce, “Mevlevi geleneğinde namaz kılmak yoktur.” dediğinde onu ortaya çıkarmış olmakla işlediğimiz büyük hatanın idrakine vardığım bu şahıs, daha sonra da, rakı sofrasında eliyle genç müridesinin uygun olmayan yerlerinde hikmet ararken gizli kameralara yakalanıp, televizyonlara haber oldu. Mevlevi kıyafetlerini renklere bulayan, geleneğe aykırı olarak kadın ve erkekleri beraber döndüren bu zata, hoşgörü bahanesiyle, bugüne kadar maalesef hiç kimse “Haddini bil!” demedi.
Kendi meclisinde Kur’ân-ı Kerîm okuyan hafızı, “Bizim meclisimizde şeytan yoktur, euzu besmele çekme!” diyerek durduracak kadar cahil ve cüretkâr olan aynı şahısa, Mevlana torunu Celaleddin Çelebî, kendinde olmayan hilafeti verdi. Hâlbuki önceleri, “Bu adamı nereden buldunuz?” diye bana ve Nezih Uzel’e sitem ediyordu. Yine Celaleddîn Çelebi, bol keseden dağıtarak halife yaptığı bir diğer zat için, ilk yıllarda, “Bunlar Esma tarikatı, biz ise Musemmâ tarikatıyız, onlarla niye bu kadar hemhâlsiniz?” diyerek bize kızıyordu. Lâkin, son yılların değişen dengelerine uyarak bu zatı da Mevlevî şeyhi yaptı. Bu kişi bir diğer tarikatın terbiyesinden geçtiğinden, diğerlerine nazaran belki de en edeb erkan sahibi olandır. Ancak Mevlevilik’in bir meşreb olduğunu kabul edersek, kendisi bir Mevlevi şeyhi tarafindan yetiştirilmemiş, eski tabirle teberruken bu hediyeyi kabullenmiş bir şahıstır. Dedelik ve Galata Mevlevihanesi şeyhliği iddiasında bulunan bir diğer zat ise Ahmet Bican Kasaboğlu’nun yetiştirmesidir. Üstadı gibi, koskoca sakalını dervişliğinin alameti zanneden bu şahıs -affedin ama- yine üstadı gibi bir etek düşkünüdür. 1970’li yıllarda Mevlevi muhibbi bir İngiliz kızıyla zorla beraber olma teşebbüsünden sonra kızcağız üzüntüsünden maalesef intihar etti.(2) Aynı şahıs, kendisine bir İngiliz gazeteci tarafından niye döndükleri sorulduğunda, “Dünya dönüyor, âlem dönüyor, biz de dönüyoruz.” cevabını verebilecek kadar Mevlevi kültüründen bihaberdir.
Konya’daki ihtifallere şeyhlik eden kişi ise, yine Ahmet Bican’ın ilk nesil yetiştirdiklerinden olup, Kültür Bakanlığı Folklorik Danslar Bölümü’ne bağlı olarak çalışan bir devlet memurudur. Verdigi bir gazete röportajında, Konya’da turistik otellerde, düğün salonlarında dönenlerin maalesef kadrosuzluktan bu işi yaptığını söylemiştir. Bu sözlerden anlaşılıyor ki, bugün Konya’daki heyetin çoğu devlet memurluğu alamasaydı, herhalde onlar da birkaç kuruşa turistleri eğlendiriyor olacaktı. Gösteri şeyhligi derken, kendilerine inanmaya baslayan bu türedi şeyhler güruhu -tekrar ediyorum- Mevlana muhibbi olabilirler ancak Mevlevi tarikinin devamı, şeyhi, hele hele Dede’si asla olamazlar.
Tarikatlarda bel evladı değil, yol evladı önemlidir. Lakin büyük vakıf gelirlerinin paylaşılmamasi için bazı aileler dergâhlarda yıllarca babadan oğula gelişen bir saltanat kurmuştur. Konya Çelebiliği ve Yenikapi Mevlevihanesi şeyhliği buna örnektir. Ancak, babadan oğula bile geçse, dergâhların açık olduğu dönemde, Osmanlı hanedan ailesinin şehzadeleri gibi, bu insanlar da çocukluklarından itibaren büyük bir titizlikle yetiştirilmiş, hemen tümü bulundukları şeyhlik makamına layık olmuşlardır.
Bir diğer iddiada bulunanlar ise, babalarının, dedelerinin, atalarının Mevlevi veya herhangi bir tarikatın şeyhi olduğunu söyleyerek ortaya çıkanlardır. Hâlbuki, 1980 yıllarına kadar aynı insanlar cesaret edip herhangi bir tarikat ehli aileye mensup olduklarını söyleyemiyor, hatta utanıyorlardı. 1980 ihtilali sonrası siyasi söylemin değişmesi ve ANAP’lı dostlarının teşvikiyle Mevlana torunu olduğunu hatırlayan merhum Celaleddin Çelebi, biraz geç de olsa, konuya sahip çıkmaya karar verdi. Bir vakıf kurarak Turkiye ve dünyada hâli, meşrebi, ahlakı Mevlevilikle uyuşmayan birçok insana şeyhlik dağıtınca, “Ben Mevlevi şeyhiyim.” diyenler de arttı. Son yıllarda Abdulbaki Gölpınarlı’yı evinde misafir ederek bir şeyler öğrenmeye çalışan babaları Celaleddin Çelebi dahi, eski tabirle ham ervah addedilirken, bugün kızı ve oğlu Mevlevilik’in merkezi olma çabasındalar. Mevlana torunlarının büyük bir aile teşkil etmesine ve Çelebilerden birçok kimsenin hâlen hayatta olmasına rağmen, makam sahibi olma iddiasında olan tek aile onlardır. Diğer büyük aile olan Yenikapı Mevlevihanesi’nin son şeyhi Baki Dede’nin torunu ise üniversite hocası olduğunu, YÖK ile başını derde sokmak istemediğini ve ailevi bazı sebebleri öne sürerek, kenarda kalmayı tercih etmektedir.
Bu büyük ailelerin, dergâhlar kapatıldıktan sonra tarikatten, intisapten, seyr-u suluktan bîhaber olarak yetişen son nesilleri sadece ataları ile saygı görmekteler. Arada bir nesil geçtikten sonra modern Türkiye’nin kültürüyle yetiştirilmiş olan bu Mevlevi ailelerinin mensupları içerisinde din değiştirip Yehova Şahidi olanları dahi tanıdım. Farsça bildiği için Mevlana’nın eserlerini günümüz Türkçesine aktaran mütercimlerin manevi kızları ile etraflarına mutluluk ve nur (!) dağıttıklarına inanılan kadınlar da şeyhlik taslamaya başlayınca artık iş iyice çığırından çıktı.
Bugün Mevleviler değil, olsa olsa eski tabirle muhibban, yani Mevlevilik’i ve Mevlana Hazretlerini seven, öğrenmeye heves eden, Mevlevi musikisinden haz duyan, eserlerinden, şiirlerinden irfan almaya çalışan mütevazi insanlar olabilir. Yukarıda da belirttiğim gibi, bugün hiç kimse Dedelik iddisinda olamaz. Zira, dedelik; bir Müslümanın dergâhta bizzat yaşamasını, bir Mevlevi şeyhinin nazarı altında çile doldurarak teslimiyetini, hizmet etmeyi, sohbet dinlemeyi, musiki veya bir diğer güzel sanatı öğrenmeyi, menakipname, Mesnevi ve diğer kaynak eserleri okuyup hatmetmeyi, İslami ilimlerden haberdâr olmayı ve ruh zerafetini gerektirir. Artık kimse, “Mevlevi dervişiyim.” diyemez, çünkü böyle bir aidiyet için açık bir dergâh ve Mevlevi meşreb bir mürşid gerekir.
Dergâhlarda yetişip, 1950’lilerde ahirete göçen son Mevlevi zevatının özgeçmişlerine bakıldığında, hemen tümünün Farsça ve Arapça dahil birçok dilde şiir ve tefsirler yazdıkları, çoğunun musikişinas, bestekâr oldukları, hatta bazılarının başta Fransızca olmak üzere, kimi Batı dillerine de vakıf oldukları görülür.
Yüzlerce örnek arasından, sadece bir derviş olan merhum Ahmet Avnî Konuk hazretlerinin birkaç sıfatını yazarsak söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Kendisi: Kur’an hafızıdır. Son dönem icazetli mesnivahlarından olup, Ankaravî Hazretlerinden sonra 34 defterlik, en kapsamlı Mesnevî şerhini yazacak kadar Farsçası kuvvetlidir. Fihi Mafih ve sipehsaların Menakib-ı Hazreti Mevlana’sını Farsçadan tercüme etmiştir. İbn Arabî hazretlerinin Fusus’u Hikem’ini okuyup 1676 sahifelik tercümesini ve şerhini yazabilecek kadar Arapçaya hâkimdir. Sebusterî’nin Gülşen-i Râz’ini Farsçadan tercüme ve şerh etmiştir. Dilkeşide, Puselik-aşiran ve Rûyî Irak makamlarinda üç Mevlevi ayini ile musikimizin abidelerinden 119 makamı gösteren Kar-i Natik’i besteleyecek kadar usta bir musikişinastır. Önemli bir şairdir.
Son yıllarına kadar böyle dervişler yetişirmiş bir tarikatın dervişliğinen, şeyhliğinden, dedeliğinden dem vurmak bugün kimsenin haddine değildir. Hele biraz daha geçmişe bakıldığında, Seyh Ankaravî’nin , Şeyh Galib’in, Esrar Dede’nin, Osman Dede’nin, Ali Nutki Dede’nin, Itri’nin, İsmail Dede’nin, Zekai Dede’nin, Huseyn Fahreddin Dede’nin, Rauf Yekta Bey’in mensubu olduğu bir tarikat ve mirasına insan elbette hayran olur, lakin “Ben de onlardanım.” diyebilmek herhalde cür’et, cehalet, kibir, riya ve yalan gerektirir.
Şimdiden biliyorum ki, yaşadığımız yozlaşma karşısında sessiz kalmanın, ne Müslümanlığa, ne dervişliğe, ne de insanlık haysiyetine yakışmayacağına inanarak yaptığım bu tenkitleri, çoğu kişi hoşgörü, aşk, edeb gibi sözlerle savuşturarak beni kınayacak. Elbette insanların ne olduğu değil, ne olabileceği önemlidir. En büyük eşkiya, Allah’ın lütfuyla bir anda evliya olur, evliya ise bir anda eşkiyalaşabilir. Burada söz konusu olan, hayatın en ince detayına kadar, her davranışı ve sözü yediyüz yıllık adabıyla kodifiye olmuş bir tarikatın temsilcisi, dervişi olduğunu iddia edenlerin bazen yenilikçiliğe ve bazen de geleneğe sığınmalarının tenkididir.
Yukarıda liyakatsizliklerini, hatta ahlaksızlıklarını belirttiğim kişilerle benim hiçbir özel meselem yoktur. Ancak onları Mevlevi Dedesi, şeyhi, dervişi zanneden saf insanları uyarmayı ve şahidi olduğum riyakârlıkları geleceğe bir belge olarak bırakmayı kendime bir mesuliyet olarak bildim ve bu makaleleri yazdım.
Nasıl peygamberler âleme bir rahmet ise, evliyalar, mürşidler de Allah’ın rahmetinin zuhurudur. Allah’ın rahmetinden ümid kesmek ise günahtır. Mamafih, bu rahmetin illa Mevlevi veya falan tarikatın cübbe veya kıyafetinde zuhur etmesini beklemek bizi tuzağa düşürür. Kâmil bir mürşidi bulmak, görmek, tanıyabilmek insan sarrafı olmayı gerektirir. Bu da önce Allah’ın kitabını, peygamberin sünnetini ve ilk mutasavvıfların hayatını okuyup öğrenmekle elde edilir. Eğer herkes yukarıda bahsettigim ilk mutasavvıfların hayatlarını okuyabilseydi, bugün ortalıkta dolaşan bazı Sufilerin Müslümanlığınan dahi şüphe edilirdi.
En güzel surette halk edilerek, Halifetullah olan insanda kemâli aramak elbette haktır, ancak kâmil insanın ahvalini bilmek biraz olsun irfan ve basîret gerektirir, bu da Hz. Peygamber’in, geçmiş evliyanın ahvalini öğrenmekle ve ferasetle olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in bir diğer adı da Kitab-ı Furkan, yani yalanı doğrudan ayırd etme rehberidir.
Allah cümlemizi evliyanın sözlerini taklid ederek, kendilerine kul köle avlayanlardan muhafaza etsin.
(1) Bu rubai Abû Saîd Abul Hayr’a aittir.
(2) Bu olay yıllardır içimde tuttuğum ve açıklamaktan utandığım bir vakadır. Lakin, artık ben de yaşlanıyorum ve o kızcağızın ahının yerde kalmaması için tarih önünde bugün, bu notu düşüyorum. Bu olayın hâlen yaşayan şahitleri mevcuttur.