Türk-Islam Algısının Klasik Ve Modern Dönemdeki Manzarası

Fatih M. Şeker

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Osmanlı’nın dibacesi yahut da İstanbul’un mukaddimesi olan Bursa’da caddeler modernleşmeye paralel olarak genişletilir. Bu sırada Yürüyen Dede is­minde bir yatırın türbesinin yıkılarak, büyütülecek sokağa eklenmesi gerekir. Vâli Ahmet Vefik Pa­şa ulemâ ve eşraftan bazılarıyla beraber türbenin başına giderek yürü ya dede! diye üç kere nida ettikten sonra; dede hazretleri elbette yürümüş git­miştir, ayak altında kalacak değil ya! diyerek türbenin yı­kılmasını emreder. Eskiyle irtibatı koparan bu tavır, bir hayat tarzının sona erdiğinin ilanıdır. Yıkılan elbette ki sadece türbe değil, İslamiyet’in bu topraklarda aldığı çehredir. Asırların inancını ve birikimini bir sembol hâlinde ifade eden mekanizmadır.

    Hadisenin kitap ve hayattaki karşılığı şöyle bir örnekle de somutlaştırılabilir: Tasavvuf sulh ile değil cenk ile elde edilen bir ilimdir sözüyle harekete geçen klasik dönemin Müslüman tipi; kaza gelince göz kör olur diyerek, takdîri tedbîrin önüne geçirir. Başarılı olamadığı zaman tedbîr takdîre uygun olmadı der kadere rıza verir, kazâya baş koyar. “Allah bir kere razı olduktan sonra ben ne karışırım.” diyerek zaafın en büyük kuvvet olduğunu gösterir. Paris’e git behey efendi akl u fikrin var ise/dünyaya gelmiş sayılmazlar gitmeyenler Paris’e diyen Hoca Tahsin’de görüleceği üzere, modern Müslüman ise göz kör olunca kaza gelir der ve takdîri tedbîre ircâ eder. Sonunda koyup gidecek olsa da, bulursa dünyâyı yutar ve bin yıllık tedbîr eder. Kendinden kaçmak istedikçe sığınacağı ocağı aklına bile getirmez. Tam bu noktada İmmanuel Kant’ın en fazla ehemmiyet verdiği talebesi Arthur Schopenhauer’in insanlar kendi budalalıklarını umumiyetle alınyazısı olarak isimlendirirler dediğini hatırlayalım. Modern devrin âdetâ manzarasını çizen bu tavrın Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler, yahut da hikmet Hüdâ’nındır anlayışını darağacına çektiği meydandadır; zira Allah’tan umudu keseceğine, kendinden umudu kesen gelenekte ve örfte tevekkül; işin tamamını Allah’a havale etmek ve sebepleri dikkate almamaktır. Modern Müslüman, “Hak yakdığı çerağa hiç kimse püf diyemez” hakikatini unutmuş görünür. Tevhîd-i efâl melekesi kazanan kimseler, vesileleri ve sebepleri gözetmeyerek sadece ve sadece Allah’a dayanırlar. Tanrı’nın kör kurdundan bile vazgeçmediğini bilen bu insanlar, tevekkül semtini tutup her işi Allah’a ısmarlarlar. Hâliyle felsefeyi hikmet olarak gören bir tecrübe hükmünü yürütür. Buna göre hikmet, dil ile Hakk’a, kalb ile fikre ve organlar ile harekete isabet etmektir. Bunu gerçekleştiren kimse konuştuğunda Hakk ile konuşur, tefekkür ettiğinde hikmet ile tefekkür eder ve hareket ettiğinde hikmetle hareket eder. Manzara alt üst olduğuna göre bu vadide verilecek hüküm bellidir: Artık Türkiye Batılı milletlerin en doğulusu olarak görülürken şarklı milletlerin en batılısı olmuş; kıymetler cetvelini bu eksende şekillendirmek zorunda kalmış, aksini iddia etse de yularını kör talihin eline bırakmıştır.

    Zihniyet dünyası ve hayat felsefesi gittiğimiz güzergâha uygun olarak mayalansa da bütün bir Türkiye’nin etrafında toplanabileceği belki de yegane âdam olan Hazret-i Âkif, yirminci asrın zihnine sığmadığını vurgular, hâlâ ne sakaldan ne de bıyıktan geçebildiğini gündeme getirme ihtiyacı hisseder. Bilindiği gibi eskiler medeniyetimizi sakalda ve bıyıkta hülasa ederler. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifade ettiği gibi hayatımızın mühim ve psikolojik unsuru, ezan saatlerinde yüzü o kadar rahmânîleştiren sakaldır. Âhiret ve sonsuz mağfiret perspektifi olan sakal, insanın çehresine “istediği zaman, göremediğimiz kanatlarla hemen uçacak bir melâike hâlini” verir. Sakalsız yüz çırçıplaktır. Taştan altın çıkarmanın sırrını bulmuş bir simyacı belagatiyle konuşan Schopenhauer’e göre ise barbarlık alameti olan sakalı ve bıyığı kazımak, hayvanlıktan vazgeçip insan olmaktır.

    İslamiyet’in milletimizde aldığı çehrenin en yetkin göstergesi olan Mevlîd-i Şerîf’in müellifi için “yetişilmez ki Süleyman Dede yükseklerde” diyen Mehmed Âkif, âdetâ göçüp giden bir devrin arkasından bakarak hayıflanır. Modernleşme devrinde ise Süleyman Çelebi etrafında kendini bulan gelenek İslam dışı ilan edilir. Kâtip Çelebi’nin de ifade ettiği gibi zamanı ve halkının örfünü bilmeyen kişi câhildir. Hâliyle Mâtürîdî ile İbn Sînâ’nın felsefî bir meseleyi ele alırken bile örfî delilleri harekete geçirmesi, tesadüf değildir. Mesela Mâtürîdî Allah’a şey denilebileceğini ispatlarken örfü aklî delillerden biri olarak görür. Buna göre şeyiyyet boşluğu ve yokluğu nefyederken, O’nun zatının varlığını ve tazimini ifade eder. İbn Sînâ’nın tavrı da aynı vadidedir: Cumhûrun sığınıp benimsediği şeylerin çoğu gerçektir. Halkı buna illetlerini bilmeyerek filozoflara benzeyen kimseler sevk etmiştir. Cevdet Paşa boşuna “âdet insana tabiat-ı sâniye” olmuştur hükmünü vermez. Modern dönem ise halkın kendisine mâl ettiği değerlere hâtıra kabilinden olsun kıymet biçmez. Hürmet göstermek maksadıyla değil de parmaktan yüzük çalmak için el öper. Bunları tarihin kuyusuna gömer. Geçmişte ise hemen her seviye tarihten beslenir. Türk-İslâm geleneğinde etrafa hâkim bir çınar gibi görülen tarih, olmuş bitmiş bir şey değil, bir millete bağlı olmanın ölçüsüdür. Hükümdârlar geçmiş milletler ve devletlere bakarak ibret alır. Vezîr kılıç ve kalemin ne manaya geldiğini bilir. Orduyu idare eden komutan savaşları kazanmak için gerekli olan stratejileri öğrenir, halk ise tarih etrafındaki sohbetler vâsıtasıyla yönünü bulur. Bütün bu nedenlerle tarih okumak vacip olarak görülür; zira kişinin ilk hocası tarihtir. Tarih fikri yok denilen medresede ve medreselilerde de böyledir. Selefin her yönden idealize edildiği bu ocaklarda talebenin evvela hocası anlatılır, talebenin değeri icazet aldığı hocaların büyüklüğüyle irtibatlandırılır. Her şey geleneğe bakarak kıymet kazanır. Bir düşünürü büyük kılan, onu besleyen kaynakların büyüklüğü ve derinliğidir. Tarihî tecrübede özgünlük geçmişin bir parçası olmakla kayıtlıdır. Onların gözünde eski olan sahîh, yeni olan bid’attir. Yeni eskiye benzediği takdirde gündelik olmaktan çıkar. Bugün ise bir düşünürün veya metnin özgün olması için seleflere olabildiğince benzememesi gerekir.

    Kendisini mazide arayan bir kimse aslında geçmişi yaşadığı zamana ve geleceğe aktarıyor demektir; zira geçmiş olmadan gelecek tasavvuru imkânsızdır, gelecek geçmişin emrindedir. Maziye bakan kimse idrak ettiği zaman ve zeminden hareketle geçmişe bakma ihtiyacı hisseder. Hâle mazi istikamet verir fakat maziyi de hâl yeni baştan yoğurarak şekillendirdiği için bunlar birbirinin mizanı, âhengi ve ölçüsü hâline gelir. Bu istikamette bir fikrin nasıl yerlileştirilip ehlileştirileceğinin usûlü de kendiliğinden ortaya çıkar. Eskiler Eflâtûn derken bizden birinden bahseder gibi bahsederler. Maziyi hâlde yaşatmanın imkânı olarak dışarıdan aldıklarını kendilerinin tabiî bir parçası hâline getirirler. İslam’a özgü dünya görüşünü geçmişe yayarak yerli olanı bulurlar. Müslümanlığı maziden akıp gelen kültürün üzerine aşılayarak kökleştirirler. Mutlak dönüşümün ancak içinde doğulan dünyanın verilerinden kalkarak mümkün hâle getirilebileceğini gözden kaçırmazlar. Ciddiye ve dikkate aldıkları düşünürleri, milletimize mensup tipik dehalar hâline getirirler. Batı’da Osmanlı’ya dair yapılan pek çok çalışmayı tetkik ettiğimiz takdirde görülür ki bugün bize ait değerler Avrupa ve Amerika’nın dehasının tamamlayıcı bir unsuru hâline getirilmektedir. Bir fikir vermek için Osmanlı ahlâk düşüncesinin klasik metnini yazan Kınalı-zâde’nin yaklaşımı dikkate değerdir. Ahlâk-ı Alâi yazarı adalet dairesinde referans verdiği Aristoteles’i sakallı sarıklı bir Osmanlı âlimi hâline getirir. Böylece paganist Yunan felsefesinin temsilcisi olan Muallim-i Evvel tevhid dini İslam’ın bir mensubu olur çıkar. Naîmâ depremin ilâhî adalet olduğunu Aristoteles’in kâinâtla ilgili risalesini referans vererek temellendirir. Böylece felsefenin babası Osmanlı fikir hayatında hükmünü yürüten değerlere boyun eğer hâle gelir, Mevlânâ ile dostluk kurabilecek, Kânûnî Sultan Süleyman Hân’ın eteğini öpmekte tereddüt etmeyecek bir profile bürünür. Osmanlı padişahının huzurunda ebced okuyan bir çocuk olarak görülür. Burada felsefenin olgunluk noktasına Osmanlı’da vardığına inanan bir özgüven mevcuttur. Bu özgüven modernleşmenin başlangıç devrinde bile hükmünü yürütmeye devam eder. Mesela “Biz, yani Müslümanlar, pek mükemmel bir hikmete mâlik olduğumuzdan, bize hikmet beğendirmek biraz müşkil” diyen hâce-i evvel Ahmet Midhat Efendi, kendisinden ve bir de Kant’tan başka filozoflardan hemen hiçbirisini beğenmeyen Schopenhauer’i okurken yalnız bir bakalım ne demiş, daha ne demiş şeklinde bir tavır alır. İstihzalı bir dille, bütün fiillerinde kendi sözünü kendisi yalanlayan, felsefe rahlesinden çok dâr-ı şifaya yakışan bu adama karşı aynı vadide devam eder: Oo! Durunuz bakalım! Herif neler söylemiş, ne cevâhirler yumurtlamış!. Neticede metafizikle ne kadar alay ederse etsin metafizik meydanında at oynattığını düşündüğü filozofun hakkının bir güzel dayak olduğunu söylemekten kendini alamaz. Aynı özgüven Alman metafiziği biradan ibarettir diyen Mehmed Âkif’te de karşımıza çıkar. Günümüzde ise geçmişle irtibat kopar, kendimize olan itimad kaybolur. Doğrusu Heidegger okumalarım beni birçok âyet-i kerimeyi, birçok hadis-i şerîfi daha derinden kavrar duruma sokmuştur diyen İsmet Özel’in şahsında bu özgüven ortadan kalkar. Yeri gelmişken eskiyle yeninin bir karşılaştırması olarak okunabilecek Panorama’daki şu satırlara da bir göz atalım: “Eskiler, fikir, nazariye, doktrin dediğimiz şeylerle birer top gibi oynarlardı. Diyalektik, onlar için bir nevi kafa idmanından ibaretti. Bu itibarla ictihad meydanlarının spor alanlarından hiç farkı yoktu ve halk, her iki sahada geçen tartışmaları aynı merak ve heyecanla bakalım kim kimi yenecek? diye seyrederdi”.

    Bütün bunların manası şudur: Müslümanlıkta otorite tarihî tecrübe olduğu için geleneğe karşı çıkma esasen İslam’a karşı çıkma manasına gelir. Asırların birikimine karşı çıkanlar ictihad hakkı isteyerek kendi meşreplerini hâkim kılmayı arzu ederler. Nitekim ictihadın modern zamanlarda bir tasfiye âleti hâline geldiğini farkeden Cevdet Paşa, fikrî ve siyasî anarşinin önüne geçmek için ictihad yapmamayı aslında ictihad yapmanın tâ kendisi olarak görür. Bizde medreseleri en iyi anlatan adam olarak gördüğü Paşa’ya perestiş eden Âkif de selefini yalnız bırakmaz ve dünyâ kadar ilim isteyen ictihâd kapısının açık olduğunu ileri sürenlere şöyle der: “Bu iddiada bulunanlar, dine ait hiçbir şey bilmezlerken şu ictihâd kapısının anahtarını bize verin de istediğimiz lafı edelim diyorlar. Bir usta çingenenin yanında mengene başında, çıraklık etmedikçe eşek nalı bile yapılamazken din hakkında hiçbir şey bilmeyenler acaba ne ictihâd edecekler?” Feylesofiyi beşer zihninin bir tür pusulası olarak gören Ahmed Midhat Efendi de çağımızda hemen herkesin bir feylesof kesildiğini söyler. Dinî alanda herkes müctehid, felsefe alanında da herkes filozof olduğuna göre bu demektir ki sözün bitip sükûtun başladığı yerdeyiz. Kendi meşrebini esas hâline getirmek isteyenlere geleneğin verdiği yer şöyledir: “Birisi rüyâ âleminde cennete girer. Cennette gezerken içinde yalnız bir adamın oturduğu bir köşk görür. Merak eder, bu kimdir? diye sorar. Birgivî Efendi’dir derler. Sorusunu niçin daha başka kimseler yoktur? diyerek sürdürür. Verilen cevap şudur: Birgivî Efendi’nin anlayışına göre cennete ondan başka hiç kimse girmeyecek. O işte böyle yalnız başına cennette kendi kendine oturacak”. Unutulan; Müslümanlığın hâl olduğu, hâlin ise kâle sığmayacağı gerçeğidir. Senelerdir cenk meydanında sahibini kaybetmiş bir at gibi kişneyip durmamızın sebebi budur. Bitirirken Müstakîm-zâde ile beraber tekrar edelim: “Söyleyenler kendin bilmez bilenler söylemez”.