Öteki Kadın’daki Ben
Hasanali Yıldırım
Türkiye’de Başka Bir Kadın adıyla gösterilen 1988 tarihli Another Woman, Allen’ın yazıp yönettiği sıradan dramalardan biri. Ama tıpkı filmin esas teması gibi bir tespit bu. Çünkü bu sıradanlık bir zarftır aslında ve mazruf ise küçük bir mücevher hüviyetinde. Özellikle de mevzuuyla böyle. Zaten filmin mevzuu, bu yazının teması için de biçilmiş kaftan niteliğinde.
O yüzden ilkin zarfa bakalım biraz; ardından da merakımızı mazrufun üzerinde tatmine yeltenelim:
Film bize kendisini dışses üzerinden takdim eder. Hikâyeyi kahramanımızın bakış açısıyla ve onun ağzından takip ederiz yani.
Marion Post akademisyendir. Ununu elemiş, eleğini asmaya hazırlanan bir akademisyen. Felsefe bölümünün de başkanı. Evlidir; hem de başarılı bir kardiyologla. İkisinin de ikinci evlilikleri bu. Çocukları yok; bir tek kocasının ilk eşinden olma yeniyetme bir kızı var. Kız aslında çok iyi anlaştıkları hâlde babası ve Marion’la değil de annesiyle yaşamakta. Bir de erkek kardeşi var kahramanımızın. Annesi yeni ölmüş; baba hayatta. İşte Marion’ın dünyası.
Bir de en önemli husus: mutludur Marion. Neyi hedeflemişse ona ulaşmıştır. Herkesin gıpta ettiği ideal bir hayattır yaşadığı. Fakat bu işin dışarıdan görünen tarafıdır; ya meselenin içyüzü?
Bir de yakından bakalım:
Şu ân izindedir kahramanımız. Onu tanıdığımızda bir hazırlığın arifesindedir. Yeni bir roman yazmaya niyetlenmiştir ve bu niyetini gerçekleştirebileceği daha rahat şartları elde edebilmek için şehrin merkezinde muvakkat bir daire kiralamıştır. Gelgelelim bu dairede hiç hesapta olmayan bir tuhaflığa şahitlik eder: Dairenin havalandırma tesisinden, yan daireden gelen konuşma sesleri duyulmakta. Ortada bir konuşma var ama karşılıklı bir konuşma değil, bir monolog bu. (Diyalog klasik insanın yaşadığı bir hakikattir; monolog ise çağdaşlığın insanı ittiği mecburi istikamet.) Kime seslenmekte konuşan? Kendine mi, “öteki”ne mi?
Kime olacak; biricik “dost”una: psikologuna. Evet, yan daire bir psikologun “muayenehanesi”dir ve Marion’ın çalışma odasının bitişiği de terapi odası.
Kendinden emin, belki de maçoluğa meyyal bir erkek sesi biteviye anlatmakta; hem de hemcinsiyle yaşadığı münasebeti. Evlidir de.
Herkesin yapacağının tersini yapar Marion ilkin; bulduğu ilk nesneyle, minderle havalandırmanın önünü kapatır ve sesi engeller. Merakına galip gelir vazife bilinci. O daireyi tutmasının belli bir amacı vardır ve o çekici ses, amacına ulaşmasına engel teşkil etmektedir.
İlk gün çok çalışır. Dahası başlamanın yorgunluğu galip geldiği için akşamüzeri kestiriverir şöyle bir. Uyandığındaysa…
Mahzun bir kadın sesi, habire hâlinden yakınmakta; düştüğü acınası durumu resmetmektedir. Gördüğü rüyalar da hayatı gibi çekilmezdir. Kadının ne hayatında mutluluktan bir pay vardır; ne de rüyalarında umuttan eser. Kocasının kendisini göz göre göre aldatmalarıyla özgüvenini yitirmiş, hiçliğe yuvarlanmaya başlamıştır. Kendisine ve çevresine yabancılaşmıştır üstelik. Hem “kendisi”, hem de “öteki” konumuna denk gelen kocasına yabancılaşmıştır çünkü.
Bezginlik, bıkkınlık, huzursuzluk, pişmanlık, korku ve yılgınlık tarafından kuşatılan orta yaştaki kadın…
Marion ilkindeki gibi kayıtsızlığını koruyamaz. (O erkekti çünkü.) Kapıyı açar ve “kaybeden”i görür. Kadın hamiledir. Yeni bir hayata, kısaca “hayat”a gebedir. Öte yandan intiharı düşünmektedir. Muayenehanenin çıkışındaki merdiven boşluğuna asılan aynaya bakarak gözyaşlarını silmektedir. Günah çıkarma kabinindeki bir tövbekâr gibi cerahatini akıtmıştır nasılsa. Rahatlamıştır.
Şuraya dikkat lütfen: Psikologun muayenehanesinde terapi yatağına uzanan iki kişinin biri erkektir, öbürü kadın. Birer çağdaş insan prototipidirler yani. Erkeği pek tanımayız. Belki de onu bize tanıtmaya ihtiyaç hissetmemiştir yazar-yönetmen. Nasılsa erkeğin temsil ettiği cinsin, tarihi konumunu karşıt cinsine devrettiğinin naziresi kabilinden.
Adamımız, zaten olması gerektiği gibi ve kadar rahattır terapi yatağında. Utanmadan, sıkılmadan cinsel deneyimlerinden sözeder, fantezilerini anlatır psikologuna. Kadın ise erkeğin kendinden emin ve muzaffer edasının zıddına kederli, bezgin, bıkkın; intiharın eşiğinde tam bir kaybedendir. Yanlış erkeği sevmiş, bu yetmiyormuş gibi yanlış erkekle evlenmiştir.
Marion gözetlemelerinden öğrendikleriyle yıkılmıştır. (Kendisine sorsak, “gözlem” sözcüğünü tercih edecektir kuşkusuz.) Amfideki genel-geçer insan hakkındaki yargıların soğukluğuna ve insana tesirsizliğine benzememektedir bu deneyim. Çünkü burada sözkonusu edilen “insan” değil, “bu insan”dır. Tekilin etki gücü.
Akşam bir arkadaşlarının doğum günü partisindedir kocasıyla. Herkes eğlenmekte. Marion’sa müşahadesinin etkisinde. Yalancıktan gülmeler, bozuntuya vermeme amacıyla içini örtme gayretleri. Bir insanlık panayırı; çağdaş bireylerin biraradalıkları. Partideki insanların ar ve haya damarları çatlamıştır; mahremiyet hak getire.
Her yeni adımda Marion’ın yıllardır “kendi elleriyle” kurduğu, (Burası önemli!) içinde yaşadığı, huzurunu borçlu olduğu ne kadar gerçek varsa her birinin dikişlerinin gevşediğine tanıklık ederiz. Örneğin karısından ayrılma aşamasındaki kardeşi, meğer yıllardır ondan nefret etmektedir.
Tanıklık ettiği ikinci terapi seansında hamile kadın bu kez kocasıyla ilişkisini anlatmaktadır. Aslında kocasını sevmemekte, evliliğini sürdürmeyi istememektedir. Ne ki alışkanlıklar… ve bir de cesaret meselesi. Orta yaştaki hamile kadın evlenmeden önce tanıştığı bir adamla ilgili hikâyesini dile getirmektedir. Ve bu evrede terapideki hamile kadının hikâyesi ile yan odadaki Marion’ın benzer hikâyesi, kelimenin en hakiki anlamıyla içiçe geçer ve birbirini bütünleyerek ilerler. Anlatıcı/dışses hamile kadındır ama biz Marion’ın hikâyesini izleriz. Marion’ın, aslında “öteki” olduğunu, Marion’dan önce sezinleriz; dikkat kesilmişsek elbette.
Tıpkı hamile kadın gibi onun da hayatına girmiş, ardından zamanı geldiğinde hayatından çıkmış gibi görünse de kalıcılığı ortada bir başka erkek vardır; hem de kocasının yakın bir arkadaşı. Marion’ın gönlü aslında ondan yanadır. Fakat ideallerle dolu, duygularıyla değil aklıyla karar veren, çağdaş bir şehirli kadın olarak mı davranacaktır, yoksa bin yıllardır hemcinslerinin yaptığını mı yapacaktır?
Cevabını zaten bildiğimiz bir soru bu. Ne ki bu sorudan önemli şeyler öğreniriz kahramanımız hakkında. Kendisi nasıl uçarı ama sevimli ve onu seven erkeği değil de bencil, soğuk ve küstah kocasını seçmişse ve bu seçimde kriteri nasıl kendisine dayatılan kişiliği “oynamak” idiyse, kocası da başarılı hekimi oynayan bir züppeden başkası değildir aslında.
Demek ki kendi elleriyle kurduğu, başka bir ifadeyle zihninde inşa ettiği hakikatin sıvaları döküleyazmaktadır. Kendisini sevilesizleştiren bu kadın, aslında sev(e)meyen biridir.
Bunu ilkgençliğine gittiğimizde de görürüz, çocukluğuna sarktığımızda da. Arkadaşlıkları, tercihleri, beğenileri; babasıyla ve kardeşiyle ilişkileri… münker-nekir meleklerinin sorgusuna takılır bir bir.
Örnek aldığı emekli tarih profesörü babasının mükemmel görüntüsünün de tıpkı kendisininki gibi spatula darbelerine dayanmayacağını farkeder Marion.
Üvey kızıyla birlikte arabayla gezdikleri bir gece yolda “kaybeden” hamile kadını görür. Onu takip eder. İzini bulamaz. Fakat ilginç bir şekilde, sonradan aktris olmuş bir çocukluk arkadaşıyla karşılaşır. Ve bir kere daha zihni gerçeklik ile yaşanılan gerçeklik arasındaki farka şahitlik eder.
Kurulu dünyası bir bir dökülmektedir Marion’ın. Adım adım gerçeğe yakınlaşır.
Nihayetinde özdeşleştiği ötekinin, yani orta yaştaki hamile kadının seanslarında psikologun göremediğini görür: Ben, zaten bir başkasıdır. “Kaybeden” orta yaştaki hamile kadın, başaran olgun yaştaki akademisyen Marion, aslında birbirlerine yapışık, birbirinin üstüne binen, birinden öbürüne ulaşabileceğin karakterlerdir; yazı/tura gibi.
Hem “ben” bir başkasıdır; hem “öteki” ben.
Bu içyüze biraz olsun yakınlaşabilmek için biz biraz daha gayret edelim:
Çağdaş şehirli insanın kişiliğinde mündemiç öğelerden röntgencilik; hafifleterek söylersek, başkasının mahremini merak ve o meraktan devşirilenlerde kişinin kendi “ben”ine rastlaması, “öteki”nde yansıyan kendini keşfetmesi hikâyesi. Başka Bir Kadın bu.
Birileri Başka Bir Kadın adlı yapımın Ingmar Bergman’ın Yaban Çilekleri’nin uzak akrabası sayılması gerektiğini iddia ederse elinde zaten birkaç delil hazır sayılır. Bir kere iki film de yaşlılık ve dolayısıyla ölüm korkusunu ard izlek hâline getirir. İlkinde erkek, buradaysa kadın kahraman, dışarıdan bakıldığında başarılı bir hayat yaşamış, elde etmeyi düşündüğü ne varsa kavuşmuş (gibi); dahası gıpta edilecek bir hayat sürmüştür. Ne ki gün gelmiş, devran dönmüş ve o acı bilinmez, ayak seslerini henüz duyurmasa da duyurması beklenmekte. Hayatın biricik gerçeği yaklaştıkça hayatın anlamını sorgulamak, artık bastırılamazlaşabilir.
Ve o yaman sorular: Ben kimdi(r)? Nasıl bir hayat(ta) yaşadım? Tanıdıklarım kim? Kimi ne kadar tanıdım? Niçin kendimi hep tanıdıklarımın (ötekinin) gözüyle görmeyi tercih ettim? Ben “ben” miyim, yoksa başkasının “ben”i miyim? İnsan dolaysız bir kesinlik hâlinde benden söz edebilir mi? Dolayısıyla ben, aslında bir başkası mıdır? Yoksa bu tespitten elde edilecek çıkarımı, kişinin ben idrakını, ötekinden devşirilmiş, ötekinin gördüğü üzerinden bina edilmiş, kurgulanmış ve çıkarsanmış bir persona algısı ile mi sınırlamak durumundayız?
Belki de bu yüzden “ben”i sabite noktaları kavi ve kesinlikli inşa edilmiş bir abide şeklinde değerlendirmek yerine, yere ve zamana göre gevşeyen, şartlara yavaş veya hızlıca uyum sağlayabilen, değişebilen, dahası istisnai durumlarda dönüşebilen, devingen bir yansıma saymak o denli yanlış sayılmasa gerek; yansıyan ile yansıtanın, yansıtan ile yansıtılanın içiçe geçtiği, kimileyin yer değiştirdiği “ben” ile “öteki” arasındaki bitimsiz raks…
Hiç mi kesinliği yok “ben”in? Olmaz mı? Fakat rakkase raksederken bedeninin aldığı bir kıvrımı, raksın yahut rakkasenin kendisi sanmak ne kadar doğru? Öte yandan, ötekini şahsıyla özdeşleştirme üzerinden tanımak ne oranda isabetli? Tersini de sorabiliriz: Kişinin ben idrakını öteki üzerinden inşa etme zorunluluğu, ne kadar yanılmasız, isabetli ve daha da önemlisi kişisel gerçeklikle örtüşebilir? Fakat itiraf etmeliyiz; kişisel özdeşliğin cazibesi kaçınılmazdır. İnsanları tanımada ve doğru değerlendirmede kişiye çok büyük hasletler kazandırmış izlenimini doğurur. Ötekini anlamak ve anlatmak kolaylaşmıştır böylelikle.
Hâlbuki aslında insan, insanın, yani ötekine ulaşma bilgisinin kapısını kapamaktan başka bir şey yapmamıştır. Cıva kadar kaypak, kaygan, kırılgan ve neredeyse amorf, daha doğrusu, ancak “öteki”nden hareketle bir morf edinebilen bir varlık ele geçirildiğinde artık kendisi midir? Yoksa kendisini, ötekinin kılığına büründürerek piyasa yapabilen bir varlık olarak kabullenmektense insan kendi “ben”i ve “öteki” arasına duvar ördüğünde mi insanın hakikatine ulaşabilir?
Şöyle de sorabiliriz: Hangisi daha tutarlı bir ifadedir? “Düşünüyorum.” ifadesi mi, yoksa Rimbaud’dan hareketle “Düşünülüyorum.” ifadesi mi? Rimbaud’nun tercihi açık. Çünkü onun meşhur ifadesini hatırlayalım: “Ben bir başkasıdır.” Buraya dikkat etmeliyiz: “Bir ben vardır bende, benden içeru.” demiyor; “ben”in içindeki “ben”in de aslında “ben”den çok, ötekine ait olduğunu vurguluyor. “Ben” dediğimiz, “öteki” üzerinden temaşa edebildiğimiz, dolayısıyla onunla irtibatlı, ona göre şekillenen bir varlık.
Öte yandan, madem “ben” ben değil, başkasıdır; o hâlde başkası kimdir? “Öteki” mi, yoksa “öteki”nden de başkası mı? “Ben”in bir başkası olması, sanıldığı gibi, kişinin kendine yabancılaşması değilse, başka bir ifadeyle doğa(l)dan uygarlık yoluyla (ve elbet onun yüzünden…) kopması değilse nedir?
Ben’in başkasılığını keşfeden, daha az kesinlikli bir ifadeyle söylersek ilk kez dillendiren Rimbaud sustu ama “ben” hâlâ zaman düzleminde başkasına, mekân bağlamında da “öteki”ne muhtaç.