Convivencia Efsane Mi, Gerçek Mi?
Mehmet Özdemir
Bazı terimler vardır ki, kullanıldıkça ve şartlar değiştikçe etrafında yeni tartışmalar meydana gelir. Eğer terim, ideolojik olarak kullanılmaya müsait ise, tartışmalar daha da derinleşir ve saflaşmalar meydana gelebilir. “Convivencia” bu tür terimlerden biridir. Convivencia, “bir arada/birlikte yaşama”, “bir arada varolma” manalarını içeren İspanyolca bir kelimedir. Terim anlamıyla Ortaçağ İspanya’sında üç dinin (Müslümanlık, Hristiyanlık ve Yahudilik) yan yana yaşaması ve birbiriyle etkileşim içine girmesi kastedilir. Bu manada terimi tedavüle ilk sokan, ünlü İspanyol dil ve kültür tarihçisi Américo Castro (1885–1972)’dur.
Castro’ya kadar, İspanyol Ortaçağ tarihçilerinin bilhassa muhafazakar kanadında, İspanyol kimliğinin kökü çok gerilere giden özgün bir kimlik olduğu kanaati paylaşılmaktaydı. Castro bu fikre şiddetle karşı çıkarak “convivencia” terimini geliştirdi. Ona göre İspanya’nın Müslüman fethinin başladığı 711 yılı öncesinde kendine has, içeriği tam olarak belli bir kimliği mevcut değildi. Müslümanların 711 yılında İspanya’ya girmeleriyle Castro’nun convivencia dediği süreç başlamıştır. İber yarımadasının Müslümanların egemenliği altındaki bölümünde, yani Endülüs’de VIII-XI. yüzyıllar, Hristiyan krallıkların idaresi altındaki topraklarda ise XII-XV. yüzyıllar convivencia’nın cari olduğu dönemlerdir.
Castro dil ve edebiyat üzerinden, Müslüman ve Yahudi tesirlerinin Hristiyan İspanyol kimliğini nasıl biçimlendirdiğini ortaya koymaya çalıştı. K. B. Wolf’un vukufla özetlediği Kastilya diline nüfuz eden Arapça kelime ve kavramların haricinde kültürel etkilenmeleri, asilzadelik (hidalgo) fikrinin kökenlerini, askeri tarikatlerin zuhurunu ve İspanya’da kilisenin farklı rolü gibi hususları içeren her türlü uyarlamaları da nazarı itibara aldı. Öte taraftan Santiago-matamoros’a (Müslümanların katiline) bilhassa dikkat çekti. Bu “garip” kültün Müslümanların Hz. Muhammed’e olan bağlılıklarından esinlenme sonucu vücut bulduğunu ileri sürdü. Castro’nun bu tezi, doğal olarak muhafazakar tarihçilerin tepkisini çekti. Bunların başında gelen Claudio Sánchez-Albornoz (1893–1984) “kadim ve özgün İspanyol kimliği” tezini tekrarladı. Ona göre söz konusu özgün kimlik aslında Müslümanların gelişinden çok önce vücut bulmuştu. Binaenaleyh İspanya’ya tamamen yabancı olan İslam varlığı, bu kimliğe köklü hiçbir şey katmamıştır. Aksine İspanya’da Müslümanların gelişiyle İspanyol halkı Müslümanlaşmamış, Batı Müslümanlığı İspanyollaşmıştır. İspanya’ya Müslümanların girişi, İspanyol kimliğine özde bir şey katmamasının yanı sıra, İspanya coğrafyasını bölmüş, Hristiyan İspanyolların enerjilerini reconquista uğrunda harcamak zorunda kalmaları, onların bir Avrupa toplumu olarak ilerlemelerini güdük bırakmıştır.
Castro ile Sánchez-Albornoz tartışması İspanyol kimliği etrafında geçen yüzyılda yaşanan en köklü tartışmalardan biridir. 1980’lerde İspanya’nın Avrupa Birliği’ne girmesiyle “kadim ve özgün İspanyol kimliği” tezi büyük ölçüde varlık nedenini yitirince tarihçiler, İslami varlığı modern dünyaya katılmanın önündeki engel olarak görmek yerine, İberya’nın çok kültürlülüğünün hususi bir özelliği ve Ortaçağ Avrupa tarihine dikkat çekici bir katkısı olarak takdim etmeye yöneldiler. Bu tutum, bazı değişikliklerle birlikte Castro’nun tezinin sürmesi anlamına gelmekteydi.
Convivencia terimi etrafındaki popüler yazılarda 11 Eylül 2001 yılının bir kırılma noktası teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu tarihe kadar İsrail devletinin kuruluşu bu kapsamdaki eserlerin çoğunun yazılmasında motive edici bir faktör iken bu tarihten sonra bu kez Arap yazarlar Endülüs’deki convivencia’yı işlemeye başladılar. Buna mukabil İsrailli yazarlar ise Yahudi-Müslüman ilişkilerinin ta Hz. Muhammed zamanından beri sorunlu olduğu, dolayısıyla convivencia denilen olgunun gerek geçmişte gerekse mevcut durumda pek mümkün olmadığı temasını işlemeye yöneldiler. Son yıllarda İsrail kökenli yazarların bu kervanına İslam’ı Batı için tehlike gören bazı Katolik ve Evangelist yazarlar da eklendiler. Bunlardan birine (Darío Fernández-Morera) göre, Ortaçağ İspanya’sında farklı etnik unsurları ve dinleri uyumlu biçimde bir arada yaşatan bir Müslüman devletin varlığı, günümüzün en yaygın “mit”lerinden biridir. Bir diğerine (Fernando García de Cortázar) göre ise, Endülüs aşırı derecede şiddetin ve barbarlığın egemen olduğu bir coğrafya idi, dolayısıyla burada birlikte yaşama hiç olmamıştır.
Ortaçağ İspanya tarihi üzerinde yetkinlik sahibi Dozy, Codera ve öğrencileri, Américo Castro, Lévi-Provençal, T. Glick, Oriol Pi-Sunyer, María Rosa Menocal, P. Guichard gibi bilim adamlarının yazdıklarına bakılırsa, Ortaçağ İspanyası’nda convivencia diye bir gerçek vardır. Buna mukabil, muhafazakar yazarlara göre ise convivencia bir efsanedir.
Elimizdeki tarihî veriler, İspanya’nın Müslümanlar tarafından büyük ölçüde “sulhan” yani savaşmaksızın fethedildiğini göstermektedir. Müslüman fatihler, Endülüs adını verdikleri yeni coğrafyada karşılaştıkları Katolik Hristiyanlar ve Yahudilerle ilişkilerini tanzim etmek üzere birtakım antlaşmalar yaptılar. Bu antlaşmaların içerikleri bölgeden bölgeye bazı farklılıklar arz etmekle birlikte temelde Hristiyan halkın, can ve mal güvenlikleri, ibadet özgürlükleri, mabetlerinin korunması, özgürlüklerine dokunulmaması hususlarını kapsamaktaydı.
Uygulamadan, mal emniyetinin teşebbüs hürriyetini, ibadet özgürlüğünün ise ibadetleri ve ayinleri yapabilme, hatta kilise çanlarının çalınabilmesi, bayram kutlamalarını gerçekleştirebilme, din eğitimi verebilme, dolayısıyla manastırların faaliyetlerini sürdürebilmesi vb. hususları içerdiği anlaşılmaktadır. Ayrıca gayrimüslimler Endülüs içinde ve dışında istedikleri yere seyahat etme, dillerini kullanma ve geliştirme haklarına sahiptiler. Keza cemaat içinde aileyi ve bireyi ilgilendiren evlenme, boşanma, miras, borçlar vb. konularda kendi dinî ve örfi düzenlemeleriyle baş başa bırakılmışlardı. Bundan başka Müslüman yönetimi nezdinde cemaatin haklarını arama ve problemlerini dile getirme yetkisine sahip, vezir seviyesinde bir temsilci (kûmis) bulundurma hakları mevcuttu. Bu hakların aynısı Yahudiler için de geçerliydi.
Sayılan hakların karşılığında gayr-i müslimlerden ifa etmeleri beklenen yükümlülükler, Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapmamak, Müslüman yönetiminin sırlarını düşmanlarına sızdırmamak ve tespit edilen miktardaki cizyeyi her yıl devlet hazinesine ödemekten ibaretti. Cizye mukabilinde askerlik hizmetinden muaf tutulmaktaydılar. Ama bu, gayrimüslimlerin orduda hiç görev alamayacakları anlamına gelmiyordu.
Gayrimüslimler, teorik çerçevede yukarıda sayılan temel haklardan yararlanmaları taahhüt edilmekle birlikte, toplumda her bakımdan Müslümanların eşiti olarak görülüyor değillerdi. Mesela teorik olarak bir gayrimüslimin devlet başkanı olması, Müslümanlardan müteşekkil bir orduya komutanlık etmesi, vali tayin edilmesi mümkün değildi. Bir Müslümanın gayrimüslim bir kadınla evlenmesi mümkün iken, bir gayrimüslimin Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilemezdi. Gayrimüslimlerin İslam’a girişleri teşvik edilirken Müslümanların başka dinlere girmesi veya mesela Hristiyanların Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetinde bulunması kabul edilemezdi. Gayrimüslimler cizye adlı baş vergisini öderlerken Müslümanlar zekât ödemekle mükellefti. Bu malumattan hareketle toplumda Müslümanların statü itibariyle bazı hususlarda daha avantajlı bir konumda olduklarını söylemek yanlış olmaz.
Hristiyanlar, başlangıçta tedirginlik yaşasalar da, zamanla yeni statülerine alışmaya başlamışlar, bilhassa çiftçiler ve zanaatkârlar Müslüman idaresinin sağladığı nispi istikrardan yararlanarak refah seviyelerini yükseltmeye çalışmışlardır. Yahudi cemaati için Müslümanların İspanya’ya gelişi yeni bir dirilişin başlangıcı olmuştur. Gerçekten de bu cemaat, 711 yılı öncesinde Vizigot idaresi altında ciddi baskılara maruz kalmış, adeta tükenme noktasına gelmişlerdi. Müslümanların uygulamaya koyduğu zimmî hukuku sayesinde kaybettiklerini tekrar kazanma imkânına kavuştular. Bu sebepledir ki Yahudi araştırmacı Ashtor, Yahudilerin Müslüman idaresi altında kavuştuğu imkânların önemini, “(sahip oldukları hakları) rüyada görseler inanmazlardı” diyerek belirtmektedir.
Antlaşma metinleri, doğal olarak “olan”ı değil, “olması istenen”i veya “olması gereken”i ifade ederler. Antlaşmalarda yer alan hususların/hakların ne kadarının hayata geçirildiği hususu, ancak uygulamalara bakılarak anlaşılabilir. Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında birçok örnek, VIII-XII. yüzyıllar arasında Müslüman yöneticilerin genelde antlaşma hükümlerine uyduklarına işaret etmektedir. Söz gelimi Endülüs Emevî Devleti’nin kurucusu I. Abdurrahman, Kurtuba’da San Vicente kilisesinin yerine cami yapmak istediğinde, bu arzusuna ancak Hristiyan halkın rızasını alarak muvaffak olabilmiştir. X. yüzyılda Alman kralı I. Oton’u temsilen Kurtuba’ya gelen Juan adlı rahibe, Endülüs’ün önde gelen Hristiyan din adamlarından Recemundo’nun bir sohbet esnasında, “…Onlar (Müslümanlar) bizim dinimize ve kültürümüze olan bağlılığımızı gördükçe, bizimle olan antlaşmalarına riayet etmektedirler…” diyerek aktardığı bilgi, Endülüs Emevî yönetiminin fetihten iki-iki buçuk asır sonra da antlaşmalara riayet ettiğini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Gayrimüslimlerle yapılan antlaşmalara riayet edilmesi hususunda İslam hukukçularının özel bir gayreti olduğunu belirtmeden geçmemeliyiz. Söz gelimi XI. yüzyılın önemli hukukçularından olan Ebu’l-Hasen el-Lahmî (ö. 478/1085), zimmilere baskı uygulanamayacağını, zira onlarla yapılan antlaşmaların kutsal olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında yapılan bir antlaşma iki taraf için de bağlayıcıdır. Devlet bu antlaşmalara riayet ederek onların canlarını, mallarını korumak, kiliselerine, içki içme ve domuz eti yeme âdetlerine saygı göstermekle mükelleftir. el-Fasl adlı hacimli eserinde Hristiyanlığa ve Yahudiliğe sert eleştiriler yönelten, bu bağlamda Hristiyanları ve Yahudileri dinlerini bozmakla itham eden İbn Hazm, söz onların can ve mal güvenliklerine gelince sert ve iğneleyici üslubunu terk eder: “Endülüs’deki zimmîlere (Hristiyan ve Yahudilere) düşmandan bir saldırı gelirse, bu durumda biz silahlarımızı alıp saldırganlara karşı savaşmalıyız ve bu uğurda gerekirse ölmeliyiz. Zira Allah ve peygamberinin zimmetinde/güvencesinde olanları korumak üzerimize farz olan bir görevdir.”
Yukarıda hukukî sınırları belirtilen statü çerçevesinde Endülüs’te bilhassa VIII-XI. yüzyıllar arasında toplumsal ve idarî hayatın pek çok alanında Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar yan yana olmuşlardır. Bu alanlardan biri de evdir. Her ne kadar Müslüman kadınların Hristiyan ve Yahudi erkeklerle evlenmelerine müsaade edilmese de, Müslüman erkeklerin Hristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmeleri teşvik edilmiş, pek çok Müslüman hanesi bir arada yaşama tecrübesinin hayata geçirildiği mekânlar olmuştur. İspanyol şarkiyatçı Julian Ribera, Müslüman erkeklerle gayrimüslim kadınlar arasındaki evliliklerin çokluğunu göz önünde bulundurarak, fetihten birkaç asır sonra kaynaklarda Arap olarak kaydedilen kimselerin, ırk olarak aslında İspanyollaştıklarını söylemektedir. Müslüman erkeklerle evlenen gayrimüslim kadınların bir bölümünün dinlerini muhafaza ettiği bilinmektedir. Bir diğer alan ordudur. Endülüs Emevî ordusunda ilk teşekkül yıllarından itibaren Müslüman askerlerle birlikte ücretli Hristiyan askerler de var olmuştur. Günümüzde İspanya tarihinin millî kahramanlarından biri olarak ünlenen El Cid (Rodrigo Diaz de Vivar)’in uzunca bir süre Müslüman ordusunda hizmet ettiği unutulmamalıdır. Öte taraftan devlet kökleştikçe ve kendine güveni arttıkça idarî kadrolarda gayrimüslimler de istihdam edilmişlerdir. X. yüzyılda Yahudi hekim ve diplomat Hasday b. Şaprut, Hristiyan piskopos ve diplomat Recemundo bu şekilde görev yapan idarecilere örnek olarak zikredilebilir. Bu iki şahsiyetin, Müslüman bilgin Kasım b. Esbağ’ın da katılmasıyla Latince bazı eserleri Arapçaya çevirdikleri bilinmektedir. Yine Müslüman bilginlerin evlerini üç dinden öğrenciler açtıkları da bilinen bir gerçektir. Tarihçi İbnü’l-Hatib bize Beyyase’de oturan Abdullah b. Sehl adlı bilginin felsefe ve matematik derslerine Toledolu öğrencilerin akın ettiklerini anlatır. Bu birliktelik XII. yüzyılda Müslüman bilim mirasını teşkil eden eserlerin Latinceye ve diğer dillere çevrilişi sırasında da devam edecektir. Müslümanla Müslüman olmayanların yanyanalığı, şehir düzeni içinde, özellikle çarşılarda açıkça görülmekteydi. Endülüs şehirleri üzerine yaptığı özgün çalışmalarıyla tanınan İspanyol sanat tarihçisi ve arkeolog Torres Balbas bu gerçeği şu çarpıcı cümlelerle dile getirir: “Müslümanlar, zimmî Hristiyanlar (Musta’ribler), Yahudiler, doğulu Araplar, Berberiler, kuzeydeki İspanyol krallıklarından gelen Hristiyanlar, Franklar, Cenevizliler ve Sakâlibe gibi Endülüs hayatına özel bir hususiyet kazandıran farklı dinler, farklı kültürler ve farklı soylardan insanlar kendi kıyafetleri içinde ve kendi lisanlarını kullanarak, çok renkli bir resim tablosunu andırırcasına şehir merkezinde dolaşmaktaydı”.
Kaynaklarda Müslümanlarla Yahudiler ve Hristiyanlar arasındaki iş ve arkadaşlık ilişkilerine dair birçok anekdotla karşılaşmak mümkündür. Fakih Talût b. Abdülcebbar’ın bir yıl süreyle bir Yahudi dostunun evinde kaldığını, yine fakih olan Said b. Muhammed b. Beşir’le Hristiyan cemaatinin devlet nezdindeki temsilcisi Rabi b. Teodulfo’nun çok samimi iki arkadaş olduklarını, çok sevilen bir fakih olan Ubeydullah b. Yahya öldüğünde Kurtuba’nın Müslüman halkıyla birlikte Hristiyanların da onun ardından göz yaşı döktüklerini, Cemile adlı bir Hristiyan kıza aşık olan Müslüman şair el-Haddâd’ın, onun uğruna kilise kilise dolaştığını, ünlü âlim İbn Hazm’ın bir Yahudi kitapçı dükkânı sahibiyle samimi arkadaş olduğunu, Barselona kontu Ramon Borrel’in kızı ile Navarra kralının oğlunun düğününün Sarakusta’nın Müslüman emîrinin sarayında gerçekleştiğini ve düğünde Hristiyan rahipler ile Müslüman âlimlerin hazır bulunduğunu kaynaklar aktarır.
İslam’ın mukaddeslerine hakaret edilmedikçe, Müslümanlarla diğer dinlerin mensupları arasındaki tartışmalara pek müdahale edilmemiştir. Mesela Gırnata’ya hükmeden Zirîler devletinde başvezirlik makamına kadar yükselmiş olan Yahudi İsmail b. Nağrilla’nın İslam’ı ve özellikle Kur’an’ı eleştiren bir risale kaleme aldığı bilinmektedir. O, bu risalesi nedeniyle ne makamından mahrum edilmiş ne de herhangi bir kovuşturmaya maruz kalmıştır. Bunun yerine onun eleştirilerini cevaplandırmayı İbn Hazm üstlenmiştir. Kaynaklarda Müslümanlarla Yahudiler ve Hristiyanlar arasında karşılıklı münazaraların olduğuna dair bilgiler de mevcuttur. Mesela 11. yüzyıl müelliflerinden İbn Raşîk, bizzat kendisinin Hristiyan din adamlarıyla yaptığı bir tartışmadan bizi haberdar etmektedir.
VIII-XII. yüzyıllar arasında Endülüs’teki bir arada yaşama tecrübesi, XII-XV. yüzyıllar arasında Endülüs’ün etkisiyle İspanya’nın kuzeyindeki Hristiyan krallıklara da sirayet etmiştir. Müslüman bilim mirasının Müslüman, Yahudi ve Hristiyan bilginlerin birlikte çalışması sayesinde Latinceye aktarılması böyle bir ortam içerisinde gerçekleşmiştir. Endülüs sanat ve mimarisinin geleneğinin devamı olan Müdeccen sanatı (arte mudéjar), bu ortamın ürünüdür. Selvilla’daki Alcazares ile Elhamra’yı görmeden ve birlikte değerlendirmeden bu hususu somut olarak kavramak mümkün değildir.
XII-XV. yüzyıllar aynı zamanda İspanya’da Hristiyan reconquista’sının başlayıp devam ettiği yıllardır. Bir diğer ifadeyle Hristiyan devletler Endülüs topraklarını geri almak, Müslümanlar ise bu toprakları muhafaza etmek için canhıraş bir gayret sergilemişlerdir. Müslümanların mücadelesi “cihad”a, Hristiyanların hamleleri haçlı savaşına dönüşmüştür. Bu yeni durum her iki tarafta da tolerans ikliminin gittikçe daralmasına, dinî azınlıkların haklarının kısıtlanmasına yol açmıştır. XII. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar Endülüs’e hükmeden Murâbıtlar ve özellikle de Muvahhidler zamanında kilise yıkma, sürgün, hatta din değiştirmeye zorlama şeklindeki tasarruflar, cihad-haçlı savaşı restleşmesinin Müslüman tarafındaki tezahürleri olarak göze çarpmaktadır. Benzeri tasarruflar Hristiyan kesiminde de cereyan etmiştir. Endülüs Müslümanları Murabıtlar ve Muvahhidler zamanında yaşanan daralmayı Nasrîler (1232-1492) zamanında aşmayı bilmişlerdir. Nitekim bu devletin sınırları için Müslümanlarla birlikte Yahudi cemaati ve az sayıdaki Hristiyan daha önce Emevîler döneminde olduğu gibi kendi dinleri ve örfleri üzerine yaşama imkânına yeniden kavuşmuşlardır. Buna mukabil Hristiyan İspanya’da İber yarımadasının siyasî birliği kadar dinî birliğinin sağlanması da temel bir ilke olarak benimsendiğinden, kah zorla Hristiyanlaştırma, kah sürgünler yoluyla 1492’de Yahudi, 1609-1614 yılları arasında ise Müslüman varlığına son verilmiştir. Bu suretle Avrupa topraklarındaki bu ilk uzun süreli ve ciddi convivencia tecrübesi akamete uğratılmış, İspanya medeniyetini renklendiren ve zenginleştiren bu iki nüfus potansiyelinden mahrum bırakılmıştır.
Yaşanan tarih bize, Müslümanların, Yahudilerin ve Hristiyanların geçmişte, sorunların ve gerilimlerin varlığına rağmen, bir arada yaşayabildiklerini, birbirleriyle etkileşim içine girdiklerini, bu etkileşim sürecinin medeniyet alanında olumlu sonuçlar üretebildiğini, buna mukabil savaş ortamı ve ruhunun tolerans ortamını kolaylıkla tersine çevirebildiğini göstermektedir. Batı XIX. yüzyıldan beri ikinci convivencia tecrübesini yaşamaktadır. Bu tecrübenin kalıcı olmasının en temel şartı, Batı toplumlarının geçmişte İspanya’nın içine düştüğü “tek dinli, tek kültürlü bir toplum inşa etme” hatasından uzak kalarak, çok kültürlülüğü araçsallaştırmadan özümseyen ve kurumsallaştırarak kalıcı kılan bir istikamete azimle yönelmeleridir. Şüphesiz aynı şart, son iki yüzyıldır yenilmişlik psikolojisiyle tarihsel bilinçleri ve zihin koordinatları iyice karışmış olan Müslümanlar için de geçerlidir.
*Ankara Üniversitesi’nde akademik çalışmalarını sürdüren Prof. Dr. Mehmet Özdemir doktora düzeyinde Endülüs Medeniyeti dersleri vermektedir.