İslami Sanatlar Yok Ama Var Var!
Ömer Lekesiz
Geçenlerde gezme imkânı bulduğum bir ebru sergisinde, zeminlerinde yaklaşık onar santimlik aralar bırakılarak iç-içe çerçevelenmiş üç ebruyu içeren bir levhaya gözüm takıldı.
Ona özel bir ilgiyle baktığımı fark eden ebru sanatçısı hanım merakla yanıma yaklaştığında, kendisine bu levhayı tek teknede oluşturmasının mümkün olmadığını söyleyerek, nasıl yaptığını sordum.
Gayet rahat bir eda ile hatta biraz da bıyık altı gülümsemesiyle “Bilgisayarda” dedi ve ekledi: “Ben klasik tarzda çalışmayı pek sevmiyorum, yenilikten, sürekli değişiklikten yanayım; bunun için üç ayrı ebruyu, bilgisayarda, iç-içe çerçeveleyerek, başkalarını sınırlamayan ama kendilerini sınırlayan ögelere dönüştürdüm. Böylece bu modern çalışma ortaya çıktı.”
Bilgisayara yaptırdığı işlemin sanatsallığında yana çok emin olan sanatçı hanımın klasikten moderne geçiş algısındaki bu indirgemecilikten ve doğrulanması da yanlışlanması da mümkün olmayan yorumundan biraz rahatsızlık duyarak, bu kez teyit kastıyla sordum: “Yani, klasik bir çalışma bilgisayarla buluşturulduğunda modern hâle mi geliyor?” Saçmaladığımı düşünmüş olmalı ki bana şüphe ile bakarak “Başka türlü nasıl modernleştirilebilir ki?” deyiverdi.
İslami zihniyet ve kültürün ürünü olan, bugün ise klasik, geleneksel, gelenekli… sanat adıyla “eskiye / eskimiş olana” bitiştirilerek şimdiki zamanda tutundurulmaya, bilgisayar ortamında teknik bir gayretle güya modernleştirilerek yenileştirilmeye çalışılan hat, minyatür, ebru, tezhip vb. sanat verimlerinde normal olmayan gelişmeler yaşıyorsak, sanırım öncelikle belirttiğim bakış açısının ciddi bir sorun oluşturmasından dolayı yaşıyoruz.
Çünkü bu bakış açısı, yenileştirilmesi düşünülen ya da öngörülen şeyin öz’ünün yeterince bilinememesi, yenileşmedeki niyet ve istikametin doğru belirlenmemesi gibi iki temel problemi içkin bulunuyor.
Şöyle ki, çileği ezerek çilek suyu elde ederiz ve buna bir miktar şeker karıştırarak lezzetini, uygun bir baharat ekleyerek aromasını yenileştirmiş oluruz. Bu işlemleri gerçekleştirirken çilekle onun suyuna katılan maddelerin öz’lerindeki uyumu gözetiriz. Bu nedenle örneğin çilek suyuna şeker yerine çimento kat(a)mayız. Öte yandan pazarda farklı tezgahlardan aldığımız çilekleri ayrı ayrı ezerek birleştirmekle bir yenileştirme de yapmadığımızı, sadece elimizdeki çilek suyunun miktarını artırdığımızı düşünürüz.
Yukarıdaki örnekten şaşmaksızın, ebru ile ilgili belirttiğimiz durumun hat, minyatür vd. sanatlar için de geçerli olduğunu bilerek buradan şu ilk sonucu üretebiliriz: Klasik sanatların yenileştirilme(me)sine mahsus talep ilgili sanatçıların içsel zorunluluklarından kaynaklanmaktan çok, pazarın (Kapitalist çarkın) bir talebi olarak öne çıkmaktadır. Çünkü bu sanatların tedavüle sokulabilmesi için öncelikle yeni zamanla (modern nazarla) ve yeni mekânla (modern yapılarla) bir mütekabiliyetinin sağlanmış olması zorunluluk arz etmektedir. Bu zorunluluğu klasik sanatlara mahsus öz’ü bilmeden (anlamadan) onları yenileştirmeye çalışmak ise hem o sanatları doğuran zihniyetin ve kültürün hem de sanatın kendisinin kirlenmesini beraberinde getirebilmektedir.
SORU(N) DOĞURAN İŞLERİN NİTELİĞİ
Bu kirlenmenin boyutları ise bize olumlanmak kastıyla dayatılan çifte bir duruma, yani yenileş(eme)meye dair reddiyenin ya da talebin bulanıklığından anlaşılabilmektedir. Çünkü yenilileşmeme inat ya da ısrarında örtülü bir muhafazakarlık, yenileşme telkin ve gayretinde ise açık bir Modernizm ideolojisinin etkisi söz konusudur.
O hâlde varlığını emanet alınan şekliyle dondurarak muhafaza etme ya da varlığını yenileştirerek gelecek zaman aktarma bağlamında sorulan sorular, Klasik sanatları doğuran ve üreten metafizik ve fizikle ilgili hakiki bir kaygıdan değil, onun doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili olduğu seküler (medeniyet, erk iddiası, üstünlük gösterisi, hegemonya oluşturma vb.) olgu ve olaylarla ilgili maddi (hatta materyalist) kayılarla öne çıkabilmektedir. Şöyle ki, klasik sanatlar için her fırsatta ileri sürülen (ama içi daima boş bırakılan) “soyut, kinetik sanat” nitelemesi, yokluktan alınıp (en geniş anlamıyla surete, ilk örneğiyle imgeye) surete çıkarma olarak ibda’, ihtira’ düzeyinde ve aklın, duyuların, elin ortak hareketi olarak zuhura çıkarma (resmetme, hat’ta aktarma, perspektifli geometriye dönüştürme) düzeyinde metafiziğe ve fiziğe müştereken bitişiktir. Dolayısıyla klasik sanatları doğuran metafiziği ıskaladığımızda aslında bu sanatın öz’ünü ıskalamış, sadece fiziki yanıyla esas almaya kalkıştığımızda da onun cesedini (artık o iken o olmayanı) tedavüle sokmuş oluruz.
O hâlde bu tutumların neden olabileceği zihniyet ve kültür kirlenmesinin ve bunun sonucu olarak vaki bulanıklığın sanatı değil, kendi idrakimizi (ve onun ürettiği yenileşme gayretine ilişkin soruları) içkin olması normal hâle gelebilmektedir. Diğer bir söyleyişle yenileş(eme)me merkezli sorular Klasik olanın kendi içinden türeyen sorular değil, bilinçli ya da bilinçsiz olarak muhafazakar ya da modern(ist) olmanın dayattığı muğlak sorulardır.
Son tahlilde her ikisinin de İslami zihniyet ve kültüre uygun olmayacağını düşünürsek (ki buna mahsus deliller açıklanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır), yine her ikisinin de yukarıdaki, “sanatın gerektirdiği içsel zorunluluğa değil pazarın (Kapitalist çarkın) taleplerine” bağlı olduğuna dair verdiğimiz hükmün doğruluğunu teyit etmiş oluruz. Yine de bunun kolay erişmiş bir hüküm olma ve kendi kendini teyid etme kuşkusunu ortadan kaldırmayabileceğinden hareketle ebru ve hat üzerinden iki küçük kazı daha yaparak tezimizi sağlamlaştırmaya çalışalım:
YARATMA İRADESİNİN SINIRI VE SINIRSIZLIĞI OLARAK EBRU
Yukarıda kısmen belirttiğimiz gibi, klasik sanatlar konusunda öncelikle bilinmesi gereken şudur: Klasik sanatlar kitap esaslı sanatlar olmaları bakımından seçkinlere, cami merkezli sanat olmaları bakımından da halka mahsus “soyut, kinetic” sanatlardır.
Kitapta yazı (kaligrafi), resim (minyatür) ve resim-yazı şeklinde buluşturulan sanatlar gözün okuma hakkıyla seyr hakkını birleştirerek, birindeki yoğunluğu bir diğeriyle seyreltme amaçlı olarak kullanılmışlardır. Bu sayede bir tür yaratmaya kalkışma olarak görülen resimler kitaplarda gizlenmek suretiyle, deyim yerindeyse “ayağa” düşürülmekten kurtarılmış ve dolayısıyla onu doğru okuyamayacak olanların zihinlerinde meydana getirebileceği idolleştirilme sakıncası da ortadan kaldırılmıştır. Bu yanıyla ilgili sanatlar teşhiri gerektirmeyen bilakis hıfzedilen ve okuma hareketiyle birlikte var olan sanatlar olarak öne çıkmıştır.
Kitap yazımının kolaylaşması nedeniyle ilgili sanatlarda meydana gelen daralma, hat olarak selatin camilerin yapımında, minyatür olarak tarihi vakaların kaydında bir açılmaya muhatap olmakla adeta kapları değiştirilen sular gibi özleri aynı kalmak üzere yeni bir genişleme alanına kavuşmuşlardır.
Bugünkü gelinen noktada ise kitabın endüstriyel bir nesneye dönüşmüş, selatin camilerin yapımının durmuş ve vaka kayıtlarının ise görsel ve yazılı medyaya havale edilmiş olmasıyla artık klasik sanatların da devrini tamamlamış olduğuna, işlevlerinin sona erdiğine ve hatta öldüğüne hükmetmek mümkün görülmektedir.
Kitap sanatları dedikte, öncelikle ciltleme işinde kullanılan ebrunun, yaratma iradesinin sınırını ve sınırsızlığını idrak etmek açısından önemli olduğunu bildiğimizde ise vardığımız bu hüküm kendiliğinden kadük hâle gelebilmektedir. Çünkü ebrudan maksat belirttiğimiz idrak ise onun bireysel bir inisiyasyon vesilesi, hatta aracı olarak varlığının şu ya da bu etkiyle, şu ya da bu oranda ortadan kaldırılması boş bir iddia olacaktır.
“Su üzerinde yaratılan âlem” olarak ebru, örneğin tarak ya da fırça “hareket”leriyle âlemin sınırsız renklerini kuşanırken, sanatçının fırçasıyla dokundurduğu birkaç boya damlasına uygulanan “hareket” sayesinde de bilinir nesnelerin sınırlı suretini içerir. Dolayısıyla ebru sınırsız renk cümbüşü ve sınırlı sayıdaki “hareket” sayesinde Yaratıcı’nın âlemdeki sonsuz kudretini ve varlık’ın o kudrete göre konumunu ele verir. Diğer bir ifadeyle “Kün” emriyle Ol’an âlemde, “Bismillah” ile gerçekleştirilebilen “yaratma tasarrufu”nu ifşa eder ebru.
“Bir ebruşen’in ebru ile ilgili duyuşları” olarak adlandırabileceğimiz bu ilk vargılar hem ilk muhatabını hem de ebru okurları olarak bizleri Tanrı-Doğa (Âlem)-İnsan ilişkisini idrak etmenin idraksizliğini anlayıncaya kadar çeşitlenerek sürer gider.
Bu hususlara salt Klasik sanat zihniyet ve kültürü açısından baktığımızda bilgisayarda iç-içe çerçevelerle yapılan bir ebru kolajıyla “yeni” olarak neyin yapıldığından çok, ebrunun öz’ünde nelerin ıskaladığı önemli hâle gelir. Çünkü burada sanat yapılmamış, var olan bir sanat, yeni bir “sanat yapma” tutkusuna peşkeş çekilmiş demektir. Söz konusu durumda bundan maada bir “yenileştirme” görmek ya da göstermek mümkün bulunmamaktadır.
BİLGİSAYARLA YAPILAN DEĞİL, BİLGİSAYARA YAPTIRILAN HAT
Hat konusuna gelince: Tanrı, insanlar tarafından bilinen ve potansiyel olarak yeni bilinebilecek olan tüm harfleri ses ile ortaya çıkarılacak şekilde insanın nefesine yüklemiştir. Bu harflerin belirli bir dile uygun olarak ifadesini ise mahreç eğitimine ve işitmeye bağlı kılmıştır. Dolayısıyla dil/lisan dediğimiz şey var ve var olabilecek tüm harfleri içkin olan insan nefesinin mahreçten talep ettiği şeye göre şekillenir ve biz nefes ve mahrecin bu ilişkisinden meydana gelen belli dil sistemlerinden bir ya da birkaçını öğrenir, yazar, okur ve konuşuruz.
Hat ile uğraşan kişinin ise (hattatın) herkesten daha fazla nefes ve mahreç ilişkisiyle başlayan ve bunlardan bir nefis (hüviyet) olarak soyutlanan iş’ini önce bu bakış açısıyla kuşatması, içselleştirmesi, yaptığına inanması ve ondan sanatsal haz alarak mutmain olması beklenir.
Çünkü hattatın kendisi uğraşısının temelini oluşturan “nokta” işaretinin hâllerine dâhil bir işarettir. Bu yanıyla hattat noktaya dahil olan, âlemi özünde toplayan olarak noktanın kendisi ve nokta işaretini işaret edendir. Dolayısıyla hattat Elif’i çekerken meluhluğunu, Vav’ı çekerken yaratılış sırrı’nı, Be’yi çekerken bilginin sonsuzluğunu, Dal’ı çekerken acziyetini ‘çeker’; her hâlukarda çektiği (çekme yoluyla “bildiği”) ise önce kendisidir.
İlk ayetlerin inzal edilişini takiben Hz. Ali’nin makıli (köşeli, geometrik) hattan, yuvarlak hatta geçişi kendisine mesele edinmesinin nedenini de burada aramak gerekir. Yuvarlak harf, yazım kolaylığı sağlamasının ötesinde “döngüsellik“ algısının inşasını ve harf-hareke işaretini (imgesini) işaret edenin kendisinin de bir işaret (harf ve hareke= imge) olduğunu ifşa eder. Bu durumda hattat hem işaretleyenin (imgeyi üretenin) hem de işaretlenin (imgenin) kendisi olur. Bu ilişkilerin toplanacağı yer de son tahlil de “cem” ile tevhid’ olacaktır.
Bilgisayar merkezli mevcut yenileşme talep ve uygulamalarına buradan baktığımızda, hattın hareketini nefesiyle yüklenen ve onu nefis (hüviyet) hâlinde bir mekana kendi hareketinin izi olarak yükleyen hattatın kendisini geriye çektiğini, buna mukabil makinenin kendisi ileri sürdüğünü belirtmemiz gerekir. Diğer bir söyleyişle, bilgisayarlı hatta bilgisayarla yapılan bir hat ile değil, bilgisayarın yaptığı bir hat ile karşı karşıyayız demektir. Bunun da metafizik olanın yitimi, maddi olanın hâkimiyet kurması şeklinde yorumlanması kaçınılmazdır ve bu değişim Modernizm’in özüne (ve dolayısıyla bu zamanın bilgisine) uygun olarak gerçekleşen sorunlu bir yenileştirme başarısıdır. Şöyle ki, zamanımızın sanatçı idraki, gözü ve eli kendi zamanının araçlarını tanıyor ve ancak onların sağladığı imkânları kullanmak suretiyle kendi sanat sandığı şeyi ortaya koyabiliyor. Dolayısıyla bunlara bağlı olan sanatçı klasik, geleneksel, gelenekli vb. tanımlar üzerinden yakınlaştığı hat, minyatür, ebru, tezhip vb. sanatlarını dışsal bir ilgiyle kuşatmaya çalışırken resmi, fotoğrafı, tipografiyi ve grafik-tasarımı ise içsel bir ilgiyle temellük ediyor.
Yine bu bağlamda klasik olanı “sonradan” öğrenirken, modern olanın “içine doğmuş” ve dolayısıyla onun “içinde yaşamış” oluyor. Bunlardan hareketle “yine” inisiyatik bir karakter taşıyan İslam zihniyet ve kültürüne mahsus (klasik) sanatların, temellük edilen imkanlarla bağdaştırılmadığı, uyumlulaştırılmadığı sürece artık materyalist bir anlayışa göre yapılandırılan modern sanatların dünyasında yer edinemeyeceğini söylemek mümkündür. Ancak bu hükmü oluşturan bakış açısının da son tahlilde modern (hâliyle biraz kompleksli, eleştirel ve sorgulamacı) oluşundan hareketle, mezkur sanatların onun tarafından kuşatılamayacak, tanımlanamayacak bir alanda yaşamasının mümkün olduğu da ileri sürülebilir. Mevcut pazar ilişkilerinden hiç etkilenmeyen, kendi özüne uygun olan metafiziğin içinde, kendi şartlarından kaynaklanan, sadece kendine özgü bir değişmeyi kabul eden ve ancak çok özel ilgilerin keşfine açık olan bir alan… Görünme/görme tutkusunu tahrik eden bir sanat anlayışı karşısında, saklanma marifetiyle beraber var olan ve kendi zorunlulukları dışında görünmeye tenezzül etmeyen bir sanat anlayışı…
Son on beş yıldır kendilerini Müslüman olarak tanımlayan materyalist-popülist sanatçıların elinde, pazarın da zorlamasıyla görünürlüğe çıkmış bulunan klasik sanatlar, asıl varlıklarını son iki asırdır birkaç mistik ve popülizm karşıtı sanatçının elinde sessizce sürdürmüyorlar mıydı zaten?
O hâlde şu can alıcı soruları sorarak tamamlayalım metnimizi:
1-Yenileştirme niyet ve çabasıyla, Klasik sanatlardan, tefessüh etmiş bir medeniyetin imgesini taşıdıkları için mi kurtulmak istiyoruz?
2-Yenileştirme niyet ve çabasında Batı medeniyetinin ürettiği sanatı mutlak sanat olarak kabulümüzün derecesini (modernliğe olan düşkünlüğümüzü) sorgulayabilecek durumda mıyız?
3-Yenileşme niyet ve çabasına karşı direnme, tefessüh etmiş medeniyetin yerine inşa edilebilecek yeni bir medeniyet umudunun yokluğuna karine sayılabilir mi?
4-Son olarak “İslam sanatları yok ama var var” kabulüyle, Klasik hâliyle onu benzerlerinden “farklı” kılan unsurları belirleyerek, muhafazayı da yenileştirmeyi de aslında İslami zihniyet ve kültürün “tecdidinde” bir vasıta olarak kullanamaz mıyız?
Metnimizin 5. paragrafını tekrar okuyup, yenileş(eme)me konusundaki sorunlu bakış açısının, bu dört sorudan hangisinde (ya da hangilerinde) derinleşilerek somutlaştırılabileceğini düşünebiliriz artık. Cevap aşamasında değiliz henüz, çünkü sorundan emin olsak da sorunun niteliğinden emin değiliz.