Müminin yitik malı, Hikmet’in ne-liği üzerine

İhsan Fazlıoğlu

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Osmanlı bilgini Taşköprülüzāde, Miftāh el-saāde ve misbāh el-siyāde adlı eserinde, insana dair ne varsa, ancak ve ancak bilgiyi kendine hāssa kılmasından (…ve mā-zāke illā li-ihtisāsihi bi-ilm) kaynaklandığını söyler. Başka bir deyişle, bilgi, insanı beşer olmaktan insan olmaya taşıyan, insan kılan en önemli özelliktir. Bu nedenle, Hz. İnsan’ı eskilerin ve yenilerin bilgisini kuşatan (cāmi ulūm el-evvelīn ve el-āhirīn) diye tanımlayan ilmî-irfanî geleneğimiz, O’nu, aynı zamanda, bilginin şehri (medīnet el-ilm) olarak kabul eder. Bu kabul, aynı zamanda temeddün etmeye başlamanın ilk koşulunun bilgi olduğunu zımnen içerir. Nitekim Yesrib yani serap-şehir, O’nun hicretiyle Medine’ye yani aydınlanmış-şehre (munevvere) bilgi-ile dönüşmeye başlar. Bu anlamıyla hicret, kişisel bir deneyim olarak, insanın seraptan, belirsizlikten (cahiliyye) aydınlanmaya (tenvîr) ve yakīnî, temellendirilmiş kesin bilgiye (tahkīk) bir yolculuğudur.

    Nasıl ki, Hakk, ilm-i ilāhîsindeki sābit māhiyetleri varlığa çağırarak Halk’ı/Tabiat’ı izhar ediyorsa, insanoğlu da hem yakın (el-dunyā) hem de uzak (el-āhire) Hayat’ı ancak bilgiyle aydınlatır (munevver), dolayısıyla insanlığını gerçekleştirir (kāmil). Bu nedenle “akıl bir tohumdur; bu, tohumu ağaç haline dönüştüren bilgidir; olgunluğu (kemal) ise bu bilgiye göre eylemektir”. Geleneğimizde eylem, bilginin basit bir sonucu değildir; bizātihî olmaz-ise-olmaz (mütemmim) bir parçasıdır/cüz’üdür ki, bundan dolayı bilgi ile eylem ikiz kardeştir (tev’emān). Bu özelliğe sahip bilgi, ilmî-irfanî geleneğimizde, yakın-hayatta efendiliği (siyādet), uzak-hayatta ise mutluluğu (saādet) sağlar. İşte yine bu gerekçeyle bilgiye, efendiliğin ve mutluluğun sermayesi (re’s), hatta önderi (reīs) denilmiştir.

    Hiç şüphesiz, bir topluluğun günlük deneyimden kaynaklanan bilgiye (tecrübe) sahip bireylerine bile o toplum mensuplarınca saygı gösterilir. O kadar ki, fıkhî açıdan bir hayvan tarafından öldürülen diğer bir hayvanın etini yemek haram (sınır-dışı) iken, eğitilmiş-öğretilmiş avcı hayvanların av sırasında öldürdükleri av hayvanının etini yemek helāldir (sınır-içi). Bilginlere göre, eğitilmiş-öğretilmiş avcı hayvanların eylemine bu özelliği veren, kendilerine insan tarafından katılan bilgidir. Nitekim, ārifler, hayvanların hatta tüm yaratılmışların insana itaate meyilli olmasını, insanın sahip olduğu bilgiye gösterilen saygıya bağlarlar.

    Bilgi’nin değeri, basit bir biçimde sağladığı siyādet ve saādet kavramlarıyla özetlenebilir mi? Kudemāya göre bu iki kavram, bilginin kendinde (li-zātihi) değerini göstermez; tersine, başka bir şeyi (li-ğayrihi) elde etmeye aracı olduğuna işaret eder. Bilginin en üst kendinde değeri, Sınır’ı yoklamasıdır. Sınır, insanın mücerred aklının içerdiği tüm olanakları tüketmesiyle ulaştığı, bir temsil ile akıl küresinin iç-bükey yayıdır. Bu yay, Varlık yayı olarak adlandırılabilir. Varlık yayını yoklamak, Sınır’ın kapısını çalmaktır; kapı çalındıktan sonra yapılacak tek şey, içeriden gelecek daveti beklemektir. Davet, sahibine aittir; icabet muhatabına… Sınır’ı yoklamak, insan aklı için zorunlu bir kulluktur; çünkü, “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler; ve ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru.’ derler.”

    Bilginin bu en üst kendinde değeri yanında, üsttekine göre ikincil ancak kendi içinde ayrı bir değer de sorun çözme’dir (hall el-muşkilāt). Hem mülk yani tabiatın, hem de melekût yani mücerredatın içerdiği sırları, soru konusu kılmak ve mücerred aklın olanakları içinde idrak etmek, etmeye çalışmak, maddî ile manevî olanın terkibinden oluşan Varlık küresini bir bütün olarak bilmeye kalkışmak demektir. Kalkışmak, bir süreçtir ve hiçbir zaman Sınır’ı aşamayacaktır; ancak kalkışmanın sürekli olması, sürekli kapıyı çalmayı sürdürmesi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, aklın kulluğunun yani bilginin bir gereğidir. Öte yandan, insanî bir eylem olarak sorun çözme, türsel ortaklık gereği insanlar arasında müşterektir ve bu müştereklik tarihî birikimden yararlanmak için her bir insanı eşit derecede paydaş kılar. Bu nedenle, nazarî bilgide zaman, mekān, millet ve din, idrakin bilişsel (kognitif) içeriğine ilişkin bir farklılaşma yaratmaz; farklılıklar, ifadesinde ortaya çıkar.

    Şimdiye değin söylenilenler, bilginin tabiatı, hayatı ve ilāhiyatı bir bütün olarak idrak etmeye çalışmak olduğunu gösterir. Varlık ve değer ile içiçe olan bu bilgi anlayışı, İslām temeddüdünün sürekliliği içinde tekvīnî olan (âlem: Hakk’ın ilim sıfatının tecellisi) ile tenzīlî olanın (Hakk’ın ilim sıfatının tecellisi) birbirini tamamladığını gösterir. Bu nedenle, tekvīnî ile tenzīlî iki ayrı yol değil; ilimde/bilgide biraraya gelen tek bir yoldur. Farklılık, bu bilginin içerdiği idrakten değil ifadesinden kaynaklanır, ki bilginin ifadesi için pek çok insanî yol vardır. Daha açık bir deyişle, her türlü insanî bilgi, ister inanç, ister şiir, ister matematik, ister fizik vb… olsun, bir tür bilişsel (kognitif) içeriğe sahiptir; bu içeriğin ifade ve temellendirme tarzları ise elbette farklıdır. Ancak farklılıklar, bu değişik yolları birbirlerinden ayırmazlar, tersine birbirlerini tamamlarlar. Bu nedenle, dört temel insanî duyuş, dinî, felsefî, ilmî ve istihsānî (estetik) duyuş, ifadede farklı olsa da insanî-olmada birleşirler.

    Tüm duyuşlar, insanî-olmada birleşiyorsa, o halde, insanî-olmanın ne olduğu sorulabilir? Çünkü insanın en büyük sorusu yine kendidir; bu nedenle kadīm geleneklerde insanın ne-liği yani tanımı, en önemli arayışlardan biridir. Bu arayışlarda ulaşılan sonuç, aynı zamanda bu sonucu üreten kültürün de insan anlayışını, kendi-olma bilincini, idrakini verir. Geleneğimizde, kadīm miras da dikkate alınarak, temelde insanın ne-liği üç farklı biçimde dile getirilmiştir. İbn Sinā ve okulunun tanımladığı biçimiyle, insan “düşünen canlı”dır (hayvān nātık); canlı-olmak insanı tümüyle tabiata ait kılarken, düşünmek, farklılığına işaret eder. İbn Tufeyl ise daha işrākî bir yaklaşımla, insanı, “Dirinin oğlu Uyanık” (hayy bin yakzān) biçiminde tanımlar. “Diri-olmak”, benzer biçimde, insanın canlılık yönünü imlerken; uyanıklık, bilinç durumuna, kendini idrak etme haline vurgu yapar. Ancak burada ‘bin’ yani ‘oğlu’, insanın canlılığını bile uyanıklığına bağlar ve tanımdaki sözcüklerin tek başlarına insana delālet edemeyeceğini, tersine, aralarındaki ayrılmaz bütünlüğün insanı var kıldığını gösterir. Üçüncüsü ise, İbn el-Nefis’in “Düşünenin oğlu Erdemli” (fādıl b. nātık) biçiminde dile getirdiği ve insan-oluşta ahlākîliği temel aldığı tanımdır. Erdemli olmayı nātık olmanın (mucerred /saf aklın) doğal bir sonucu gören bu yaklaşımda da yine ‘bin’ yani ‘oğlu’, iki sözcüğü, erdemli ile düşünmeyi birbirine kenetler. İbn el-Nefis’in bu düşüncelerini dile getirdiği eserin adı oldukça ilginçtir: el-Risālet el-kāmiliyye fi el-sīret el-nebeviyye… Dolayısıyla nebevî terbiyenin en önemli hedefi, insanı, “düşünmenin oğlu erdemli” haline getirmektir; başka bir deyişle, insanın amaçsızlıktan, belirsizlikten yani cāhilî bir hayattan, aklının tüm olanaklarını kullanarak bilgi elde etmesi (nātık) ve bu bilgiye göre eylemesi (fādıl) sonucunda kemāle ermesidir; insanın bu ma-cerasında takip edeceği örnek ise Hz. İnsan’ın yol alışıdır (nebevî siret). Medinet el-ilm’e dahil olmak ise, O’nun münevverliğinden pay almak demektir.

    “Dinin başlangıcı, Allah’a ilişkin bilgidir (Evvel el-dīn marifetullah)” diyen ve hem tabiat hem hayat hem de ilahiyat alanındaki nazarî etkinliği zorunlu (farz) kılan el-Din’in/Bir Yol’un sālikleri olarak mevcuddan vucuda uzanan bilgilenme ma-ceramızda aslında kulluğumuzu yani insan olmaklığımızı gerçekleştiririz. Bu bilgilenme, dinî alanda İslāmî ilkelere göre (alā kanūn el-İslām), diğer alanlarda ise kendine mahsus kabullere göre gerçekleşse de, her türlü bilgilenmenin/idrakin kognitif bir içeriğe sahip olması nedeniyle mucerred aklın sınırları içinde meydana gelir ve nihaî sınırı insan türünün olanaklarıdır (alā tākat el-beşeriyye). Yine de İbn el-Nefis’in tanımının vurguladığı üzere, bilgi ile eylem birlikteliği –ki hikmettir- bizi, erdemli düşünen yani insan kılar. Bu nedenle ilmî-irfanî geleneğimizde, Cibril hadisinde dile getirilen hem iman hem İslam hem de ihsan’ın kemaline ancak bilgiyle erişilir.

    Kadim geleneğimizde sıkça kullanılan ve Eflātūn’a nispet edilen şu deyişle tamamlayalım: “Çirkin bilgiden daha da çirkini, ona ilişkin cehalettir (ma min ilmin mustakbah illā ve el-cehl bi-hi akbah).” Öyle ya, Ebu’l-Derdā’nın (r.a.) dediği gibi “insan bilgiyi ya öğreten ya da öğrenendir; diğerleri ise kendilerinde hayr olmayan bir yığındır”.