Schelling ve Alman Romantizmi’ndeki Yeri
Banu Alan Sümer
Alman Romantizmi’nin, 1797 ve 1802 yılları arasındaki dönemde Erken Romantizm (Frühromantik) olarak anılan ve Berlin’de ortaya çıkıp, sonrasında Jena’ya yerleşen ilk grubu içinde, kardeş olan August Wilhelm Schlegel ve Friedrich Schlegel, romancı Ludwig Tieck, doğa filozofu Schelling, teolog Schleiermacher, sanat tarihçisi Wackenroder, Novalis takma adını kullanan şair ve filozof Hardenberg ve Hörderlin gibi isimler sayılabilir. Schelling, tamamıyla romantik anlayışın içinde yer alan, özellikle sanat felsefesi, doğa felsefesi ve özdeşlik felsefesi ile romantikler üzerinde önemli etkileri olan bir filozoftur.
Schelling, genel bir ifade ile, Spinoza, Kant ve Fichte’den etkilenerek felsefesini oluşturmuş, oluşturduğu felsefe ile de dönemindeki ve sonrasındaki birçok düşünceye etki etmiştir. Schelling’in felsefesi ve özellikle sanat üzerine görüşleri, Alman İdealizmi’ni ve Erken Alman Romantizmi’ni anlamada da kilit bir rol oynar.
1775 yılında doğan Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, genç yaşta felsefe tarihi üzerinde geniş etkiler bırakacak eserler vermeye başlamıştır. 15 yaşından önce Tübingen Üniversitesi’nde teoloji ve felsefe dersleri alan ve dehası herkesin dikkatini çeken Schelling, Tübingen yıllarında Hegel ve Hölderlin ile tanışmış, 1797’de Goethe’nin tavsiyesiyle aldığı davet üzerine Jena’ya gitmiş ve burada 23 yaşında felsefe profesörü olmuştur. Schelling, Jena’da romantizmin temsilcileri ile ve kardeş Schlegel’lerin öncüsü oldukları Athenäum çevresi ile tanışmıştır.
Başlarken Schelling’in, Hegel’in sistemine benzer bir sisteme sahip olduğunu söyleyemeyiz. Bununla birlikte onun doğa felsefesinde, transandantal idealizm sistemi, özdeşlik sistemi ve sanat ile son bulan felsefi düşünüşünde bir sistem arayışını görmek mümkündür. Gerçi Schelling ‘‘Hegelvari’’ bir sistem kurma amacında değildir. Hatta önceleri yakın dostlukları bulunan Hegel’i, sistemci bir filozof olması sebebiyle eleştirmiştir. Esasen Schelling’in ele aldığı konular, felsefe tarihi boyunca çözülmeye çalışılmış ve çeşitlilik arz eden problemlerdir. Bunun altında yatan temel sebep, Schelling’in düşüncelerini dönemin Alman düşünür ve edebiyatçılarını ağırlayan en önemli merkez olan Jena’da Goethe, Schiller, Schulz, Hegel, Fichte, Schlegel kardeşler ve Schleiermacher etkisi ile geliştirmiş olmasıdır.
Schelling, erken dönem eserlerinde etkileri hissedilen Fichte ve Kant’tan başlayarak felsefesini inşa etmiş, her iki filozofun düşünce sistemlerinde gördüğü eksiklikleri kendince gidermeye çalışmış ve özellikle de felsefe tarihinde Kant’tan sonra hakim olan düalist öğretiyi aşmayı amaçlamıştır. Bilindiği üzere, Kant’ın numen (noumenon) olarak adlandırdığı duyular üstü dünya, Alman idealistlerinin hemen hepsince ‘‘gerçek dünya’’ olarak görülmüştür. Schelling’e göre de Kant, numen-fenomen ayrımı ile dünyayı düalist bir bakışla kavramış ancak özneyi yücelterek de felsefeye önemli bir katkı sağlamıştır. Bu özne vurgusu ise Alman idealizminin önemli ismi Fichte’nin Ben kavramı ile doruğa ulaşmıştır.
Schelling düşüncesinin temel amacı, özne-nesne, sonlu-sonsuz, zorunluluk-özgürlük, varlık-birlik gibi her tür ikili kavrayışı ortadan kaldıracak bir özdeşlik felsefesi kurmaktır. Bowie’nin de belirttiği gibi, başından beri Schelling, temelde farklı olan (ya da farklı olduğu varsayılan) dünyaları uzlaştırmaya çabalamıştır. O, bir yandan Fichte’nin öznenin önceliğini vurguladığı transandantal idealist vurguyla uyuşurken, diğer yandan, özü varoluşunu içeren, kendi kendisinin nedeni olan ve Spinoza’nın temellendirmesiyle Tanrı kavramında anlamını bulan, monist akımla uyuşur.(1) Dolayısıyla Schelling, varlığı düalist öğelerle anlatan tüm düşünce sistemlerine karşıdır ve bunları özdeşlik düşüncesi ile aşmaya çalışmıştır. Yaşamının son dönemlerinde de felsefe ile din arasında bir uzlaşı sağlamaya yönelik olarak, mitoloji ve vahiy ile ilgilenmiştir.
Schelling’in kurmaya çalıştığı (!) sistemde öncelikle Fichte’nin, felsefesinin ilkesi olarak belirlediği Ben kavramı etkili olmuştur. Felsefenin ilkesi olarak Ben üstüne ya da insan bilgisindeki Mutlak olan şey üstüne adlı eserinde Schelling, mutlak Ben’e ilişkin olarak şunları söyler: “Tüm gerçekliğin son temeli, demek ki, yalnız kendi kendisiyle, yani kendi varlığıyla düşünülebilir olan Bir-şeydir; bu yalnızca düşünülmesi bakımından var olan olarak varolan, kısacası, kendisinde varlık ve düşünme ilkesinin birlikte bulunduğu şeydir.”(2) Ancak Schelling Ben’i Fichte’den farklı olarak Tanrı yerine koymuş, bunun karşısına da duyulur dünyayı temsil eden bir Ben-olmayan koymuştur. “(…) Nesnenin kendisi, demek ki, asli olarak ancak mutlak Ben’e karşı karşı-olumda, yani doğrudan doğruya Ben’e karşı-konulmuş-olan olarak, Ben-olmayan olarak belirlenebilirdir.”(3) Schelling’in Ben ile Ben-olmayan olarak ortaya koyduğu kavramlar birbine zıt ya da düalist öğretiyi devam ettiren kavramlar olarak görülebilir. Ancak, aslında bu kavramlar birbirlerini gerektirirler; yani öznenin varlığı nesneyi, nesnenin varlığı ise özneyi gerektirir, var olmaları için ikisi karşılıklı olarak birbirine muhtaçtır. Scheling’in Mutlak Ben kavramı ile felsefe tarihindeki düalizm problemi çözülmüş görünmektedir. Schelling böylece, özgür ve mutlak bir varlık olan Ben’in karşısına, Ben-olmayan’ı koyarak, doğa felsefesine geçiş yapmış ve tinin gelişim sürecini doğa ile etkileşimi bağlamında ortaya koymuştur.
Aslında Schelling’i doğa felsefesini geliştirmeye iten sebep, öznenin, doğanın karşıtı olarak görülmesidir. Çünkü ona göre özne, doğanın bir parçasıdır ve doğa felsefesi de “doğanın nesnel bir yaratma eylemi olarak görülmesidir.”(4) Böylece Schelling’de ve Alman romantiklerinde doğa, bir sanat yapıtı olarak anlaşılır.
Schelling, doğayı mutlak ben’in nesnel bir kurgulanışı olarak görmüştür. O, Bir Doğa Felsefesi Üstüne Düşünceler adlı eserinde bunu şöyle ifade eder: “(…) Felsefe mutlak olanın bilimidir; ama mutlak olan kendi ebedi eyleminde, biri real, biri ideal iki yanı bir olarak zorunluca kavrar… Bu ebedi eylemin real yanı, doğada aşikâr olur. Kendi başına doğa ya da ebedi doğa, tıpkısına biçim içine girmiş Tanrı özü olan nesnel olanda doğmuş tindir.”(5) Doğa ve tin’in bu karşılıklı ilişkisinden, Schelling denildiğinde akla gelen iki felsefe; transandantal idealizm sistemi ile doğa felsefesi doğmuştur. Onun özdeşlik felsefesi ise, bu iki düşünce sisteminin bir uzlaşımıyla mümkün olacaktır. “Doğa görülebilir tin, tin görülebilir olmayan doğa olmalıdır. O halde bizim içimizdeki tin ile bizim dışımızdaki doğanın mutlak özdeşliğinde, bizim dışımızda bir doğanın nasıl olanaklı olduğu sorunu çözülebilir olsa gerektir”.(6) Burada Schelling felsefesinin Spinoza etkisiyle oluşan amacı ifade edilmiştir.
Schelling Transandantal İdealizm Sistemi adlı eserde de amacını, özne ile nesnenin özdeşliği olarak belirtmiştir.(7) Transandantal felsefe, Schelling’e göre, özne’den başlamalı ve nesneler dünyasına da şüphe ile bakmalıdır. Schelling bu ayrımı, bilinçli olarak ve özdeşlik düşüncesini açıklamak için yapmaktadır. O, felsefe tarihinde hep varolan bir hatayı; öznel olanın nesnel olan uğruna ya da nesnel olanın öznel olan uğruna bir karşıtlık oluşturması ve birinin diğerine indirgenerek, değerden düşmesi hatasını gidermeye çalışmıştır. Bunu da her ikisini birbirini gerektirecek şekilde konumlandırarak yapmıştır. O, zıtlıkları ortadan kaldırmanın, ne doğa felsefesi ne de transandantal felsefe ile mümkün olacağını, ancak her ikisini bağlayan ve ortada buluşturan ve ne kuramsal (doğa felsefesi) ne de transandantal olan, tersine aynı zamanda ikisi de olan daha yüksek bir felsefe ile mümkün olacağını söylemiştir.(8) İşte bu yüksek felsefe de sanat felsefesidir.
Romantiklerin sanata özel ve önemli bir rol vermiş olmasından ve yaratıcı kişilik üzerine yaptıkları vurguda Schelling’in etkisi kolaylıkla sezilebilir. Onlar değişmez evren ve kurallar karşısına insanın yaratıcı etkinliğini koyarak, yaşamı bu yönde dönüştürme gücüne sahip olduklarını göstermişlerdir. Yine Schelling’in doğa felsefesinin etkisiyle, romantikler, doğaya gizeme bürünmüş, tinselliğe sahip canlı bir bütün olarak bakma eğilimindedirler. Özellikle Novalis ve Hölderlin doğayı Tanrı’nın bir eseri ve kendini açması olarak görmüştür. Schelling’de de doğa sürekli bir oluş ve canlı bir bütün olarak görülür. Ona göre doğa filozofunun görevi, doğanın anlamı üzerine bir sorgulamaya girmektir. Doğa bir sanat eseri gibi görülmeli ve onda gizli olan anlamlar tıpkı bir metinde olduğu gibi açığa çıkarılmalıdır. “Doğa dediğimiz şey, bir şiirdir; gizemli, mucizevi yazının içinde saklı bulunan bir şiir.”(9) Doğadaki yaratıcı etkinlik, sanatçının yaratmasına benzer. Doğanın yalnızca canlı bir bütün olarak değil, aynı zamanda bir sanat eseri olarak görülmesi, yaratıcı tinin bilinçsiz etkinliğinin yanı sıra bilinçli bir yaratıma da sahip olması demektir. Dolayısıyla varlığın özüne ancak sanat ile ulaşılabilir, sanatçı da filozof da hakikati yeniden yaratan kişilerdir. Böylece romantik düşüncede doğa, insan tininin kendini açımladığı bir alan olarak görülür.
Alman romantiklerinin estetizmleri aynı zamanda, Aydınlanmanın önemli problemlerini çözme ve ideallerini çürütme anlamında önemlidir. Onlar sanata büyük önem vermiş, Alman kültürünün yeniden canlandırılmasında sanatın dönüştürücü gücünden faydalanmışlardır. F. Schlegel, Schleiermacher, Schelling, Novalis ve Hölderlin, sosyal, siyasal ve kültürel canlanmanın anahtarı olarak sanata temel bir rol atfetmiş; sanatçıları insanlığın eğitimcileri olarak görmüşlerdir. Ressam, şair, besteci ve romancılar kültürel reformun ön planında yer alarak, Alman ulusunun ahlaki, politik ve estetik eğitimlerini üstlenen kişiler olmuşlardır.
Sanat, Schelling sisteminin de zirvesinde yer alır. Ona göre filozofun nihai amacı sanat felsefesi olmalıdır. Aynı zamanda sanat yapıtı bir dehâ ürünüdür. Dehâ, Tanrı’dan Tanrısallığı ödünç alan kişidir. Bu bakımdan sanat, tinin kendini açımlaması, kendini göstermesidir. Sanatçı, kendi yasasını kendisi koyar. O, yaratıcı kişiliğini kullanarak ve kendindeki otonominin farkında olmaksızın daima üretir.(10) Schelling sanatçıda bulduğu bu bilinçsiz yaratımdan, onun içinde, kendisinden daha üstün olan, kendisini sürükleyen ve kendi aracılığı ile ‘‘sonsuz’’u yaratan bir gücün varlığını anlar. Sanatçı kendi içindeki bu kavranamaz olan güçte, tüm yaratmalarının kaynağını bulur ve eserinin ilhamını Tanrı’nın bir lütfu olarak bu kaynaktan alır. Schelling’e göre, ‘‘sonsuz’’ kendini somut olarak sanat eserinde gösterir. Sanat eserinde güzellik yani sonsuz, sonlu bir şey olarak görünür.(11) Schelling öznel ile nesnel arasında ve ideal ile real arasında kopukluğa neden olan şeyin, soyut düşünme yetisi olduğunu düşünür. Bu bölünmenin de sanat felsefesi ile yani somutta soyutun temsili ile ortadan kaldırılacağına inanır.
Burada mimetik sanattan bir kopuş da söz konusudur, sanat artık görünüşlerin bir kopyası, bir taklidi değildir. Bir dâhi olarak sanatçının ürettiği sanat eseri, ideaların kopyalarının üstüne yükselerek, ideaların kendilerini yansıtır. Dolayısıyla sanat, Schelling’de doğanın üstünde, ideaların gerçek tasviri olarak felsefenin en yüksek ve son basamağı durumundadır. Onun için bir sanat yapıtındaki yaşam, doğada hayran kaldığımız şeye, bir çeşit güç ve enerjiye, yaşamdaki fışkıran canlılığa benzer. Büyük sanat yapıtlarında yalnızca teknik ve yalnızca sanatçının verdiği biçim değil, sanatçının içindeki sonsuz ve canlı bir ruhun temsilini de görürüz.(12) Böylece sanat yapıtı bizim üzerimizde de aynı canlandırıcı etkiyi bırakır. Bu etki olmaksızın sadece bir kopyadan ibaret olan, kurallara uygunlukla yapılmış bir sanat eseri ruhsuz, ölü bir nitelik taşır. Romantizmin Schelling etkisi ile olgunlaşan ve Aydınlanma karşıtı olan temel sanat öğretisi de budur.
Başlangıç ânı’nın en mükemmel ân olduğunu, sonrasında bu mükemmelliğin modernite ile bozulduğunu savunan romantiklerin amacı, bölünmüş olan insanın birliğini yeniden kurmaktır. Ancak birliği yeniden kurmak imkânsızdır. Bir kere ayrım olduktan sonra, özlem duyulan ayrımlaşmamış varlığa dönüş kolay değildir; sonlu dünyada bu gerçekleşemez. Bu, zihnin kendi kendini yok etmesidir. Romantikler bu idealin kolay olmadığının farkındadırlar. Burada, bu kutlu birliğin oluşması için, Schelling’in sanat felsefesi anahtar bir rol oynar. Onun çözüme ulaştırmaya çalıştırdığı şey, felsefe tarihinde hep karşımıza çıkan ‘‘özne-nesne’’ karşıtlığıdır. Bu karşıtlığı ideal-real arasındaki karşıtlık olarak da anlayabiliriz. “Nasıl ki ‘önceden kurulmuş uyum’dan, ‘mutkal özdeşlik’ten ötürü, ‘mutlak varlık’ta bir özne-nesne ayrımlaşması yok idiyse, bir ideal-real ayrımlaşması da yoktur. Fakat yine nasıl ki, mutlak özdeşlik olarak ‘mutlak varlık’tan tek tek varlıkların dünyasına geçmek için, bir özne-nesne ayrımlaşması gerekli idiyse, başlangıçtaki özdeşlikten ötürü, tek tek varlıklar dünyasındaki bu ayrımlaşmanın yeniden bir başka alanda özdeşliğe varması gerekecektir. Bu alan sanatın dünyasıdır ve bu özdeşlik de real-ideal özdeşliğidir”.(13)
Real olan ile ideal olan arasındaki özdeşlik, romantikleri zorunluluk ve özgürlük arasında bir özdeşlik kurmaya itmiş, romantikler zorunluluklar alanı olarak görülen doğa ile özgürlüğü ifade eden alan olarak tin dünyasını bir bütün içinde, birlikli bir yapı içinde görme çabasına girişmişlerdir. Bu birliği mümkün kılan da ancak ve ancak estetiktir. Sanatçının, zorunluluklar dünyasından sıyrılarak, kendisini özgür hissettiği tek yer sanat eseridir.
Schelling’in özdeşliği içeren sanat felsefesi ile, romantiklerin felsefeyi estetikleştirme çabası daha belirgin ve yoğun bir çaba haline gelmiştir. Schelling doğa ile sanat yapıtının bir ve aynı etkinliğin, estetik karakterli bir etkinliğin ürünü olduğunu düşünür. Bu ikisi arasındaki farklılık ise, doğadaki yaratıcı etkinliğin bilinçsiz, sanat eserindekinin ise bilinçli olmasıdır. Schelling doğayı teleolojik bir bütün olarak görür ve ona göre doğanın oluşumunda bilinçsiz bir zekâ etkendir. Bilinçsiz yaratıcı zekâ, doğayı geliştirirken kendisini de geliştirir ve bu gelişim süreçlerinin en yüksek basamağı, bilinçli zekâya sahip olan insandır. Doğanın bu gelişimi bir ereğe doğrudur, doğa plansız değildir, aksine bir düzene ve bir amaca göre ilerler. Bu ilerlemeyi sağlayan da yaratıcı bir ilkedir.
Schelling’in doğa felsefesinde, kendisinden öncekilerin bir zorunluluklar ve bir determinizm alanı olarak gördükleri doğada erekli bir yapı olduğunu benimsemesi, onu özdeşlik düşüncesine götürmüştür. Doğa, bilinçsizlikten bilince doğru ilerlerken, ona maddi bir ilke değil, tinsel bir ilke eşlik eder. Böylece doğa ile onu yaratan ilke birbirine özdeş olup, birlikte gelişirler. Schelling, insandaki teorik ve pratik bilince, üçüncü bir bilinç olarak yaratıcı bilinci de ekleyerek, insanın sanatsal etkinliğine vurgu yapmıştır. Yaratıcı bilinç, diğer iki bilincin bir sentezi de olduğundan, insan eylemleri bir yandan zorunluluklara bağımlıyken bir yandan da sonsuz derecede özgür niteliktedir. Dolayısıyla yaratıcı bilinç, bu zorunluluk ve özgürlüğü senteze getiren bilinçtir. Bu sentez de, kendini en somut olarak sanatta gösterir. Yalnızca sanatta zorunluluk ve özgürlüğün bir aradalığından söz edilir ve yalnızca sanat etkinliği sırasında bunlar özdeş sayılırlar. Bu nedenle felsefenin de varacağı son nokta, sanattır.
Erken romantikler, sanatı eğitimin temel aracı, sosyal ve politik reformun anahtarı ve ön şartı olarak gördükleri için sanata büyük önem vermişlerdir. Çünkü yalnızca sanat, insanlığın bölünmüş güçlerini birleştirebilir, bir erdem modeli sağlayabilir ve insan eylemlerine yön verebilirdi. Bu nedenle romantiklerin felsefelerini en iyi sundukları ve kendilerini en iyi ifade ettikleri yer sanat ve özellikle de şiirdir. Onlar sezgi ve duygunun rolünü vurgularken, felsefeyi de şiire benzeştirme eğilimindeydiler.(14) Çünkü şiirde sonsuz ve mutlak olan dile gelir. Şiir hakikatin temsilidir.
Romantikler Schelling’in doğa görüşünün etkisiyle, doğaya belli kurallara göre işleyen bir bütün olarak bakmak yerine, ona tinsel ve canlı bir bütün olarak bakmış, böylece doğa ve insan dünyası arasındaki zıtlığı ortadan kaldırma yoluna gitmiş, estetik aracılığıyla doğa ve toplumla birleşeceklerine inanmışlardır. Çünkü sanat, negatif ve parçalayıcı bir güç olmayıp, pozitif ve üretici bir güçtür, o imgelem aracılığıyla yeni bir dünya yaratma gücüdür. Modernizmin estetizmi metalaştırıcı tavrına karşılık, romantikler estetizmi bir özgürleştirme süreci olarak benimsemiş, Aydınlanma aklının yerine sanatı koyarak doğa ve toplumla olan birliğimizi yeniden kurmaya çalışmışlardır.
Sonuç olarak, Erken Alman Romantikleri ile Schelling arasındaki etkileşimin arkasında temel olarak Kant felsefesi bulunur. Hem romantikler hem de Schelling, Kant’ın düalizmini aşma amacıyla yola çıkmış, doğa ile tin arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Özdeşlik düşüncesi ve doğa kavrayışlarıyla da devam eden bu karşılıklı etkileşim, sanatın felsefeye göre daha ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmesi ile son bulmuştur.
(1) Bowie, Andrew, 1993:16, Schelling And Modern European Philosophy, New York: Routledge Publishing.
(2) Schelling, Friedrich, W. J., 1995a: 229, Felsefenin ilkesi olarak Ben üstüne ya da insan bilgisindeki Mutlak olan şey üstüne, çev: Ömer Naci Soykan, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat: Schelling Felsefesinde Bir Araştırma içinde , İstanbul: Kabalcı.
(3) Schelling, 1995a: 230.
(4) Soykan, Ömer, N., 1995: 64, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat: Schelling Felsefesinde Bir Araştırma, İstanbul: Kabalcı.
(5) Schelling, F. W. J., 1995b: 254, Bir Doğa Felsefesi üstüne Düşünceler bu bilimi araştırmaya giriş olarak, çev: Ö. N. Soykan, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat: Schelling Felsefesinde Bir Araştırma içinde , İstanbul: Kabalcı.
(6) Schelling, 1995b: 251.
(7) Schelling, F.W.J., 1995c:281, Transzendental İdealizm Sistemi, çev: Ö. N. Soykan, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat: Schelling Felsefesinde Bir Araştırma içinde, İstanbul: Kabalcı.
(8) Schelling, 1995c: 281.
(9) akt. Soykan, a.g.e., 17.
(10) Soykan, a.g.e., 21.
(11) Gökberk, Macit, 2004: 384, Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi.
(12) Berlin, Isaiah, 2004: 122, Romantikliğin Kökleri, haz: Henry Hardy, çev: Mete Tunçay, İstanbul: Yapı Kredi.
(13) Soykan, a.g.e., 95.
(14) Copleston, Frederick, 1996:30, Felsefe Tarihi, C. 7/1a, Alman İdealizmi, çev: Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea.