Per Laşez – Père Lachaise Mezârlığı’ndaki Garip Müslümanlar
Kadri Akkaya
Bir zamanlar dünyanın her bucağına medeniyet götürme yarışında en önlerde olanlardan, Yedi Düvel’den birisinin baş şehri burası: Paris. Çılgınca tüketim ve bu tüketimde her tüketilen nesnenin ‘‘en güzel paket’’ edildiği şehir. Burada ne arzular frenenlenebiliyor ne de onları tatmin hırsları.
Édith Piaf, Maria Callas ve Ahmet Kaya (1956-2000) gibi, Allah vergisi güzel seslere sahip birçok sanatçı bu şehrin toprağının altına girdi; Balzac’ın tünek kalemindeki mürekkepi burada birşeyler yazmaz oldu. ‘‘Çirkin kral’’ Yılmaz Güney (1937-1984) hemen yakınında yatanlara doğrudan ve az ileride, Pére Laichase (Per Laşez) Mezarlığı’nın 85’inci bölümünde yatan Müslümanlara şimdi burada komşu.
Şubat ayının soğuğu kırılmış, biraz serince ama açık bir gün. Roger Rauf’un eski yoldaşı ve yeni din kardeşi, kırk dört hektarlık koca mezarlığın en yüksek bölgesindeki düzlüğe kadar çıkarak her fırsatta yaptığı gibi burada yatanlara da Yasin ve Fatiha’lar okuduktan sonra çoktan gitmişti. Yine, her zamanki gibi güvercinler ve diğer kuşlar için getirip, Hakkı Bey’in sandukasının tam karşısındaki, şimdi yok olmuş ama eskiden namazgâh binasının yerindeki taşlı düzlüğe koymuş olduğu tahıllar çoktan bitmişti.
Birden tepenin aşağısından, ta yukarılara doğru ne zamandır hiç duyulmayan gürültüler ve siren sesleri doldu. Cumhuriyet bulvarı üzerinden eskort hâlinde gelen kalabalık bir heyet mezârlığın kuzey batı kapısından girdi. Biri en önde, onu bir adım geriden ama hemen yanından takib eden refakatçısı ile arkasında kadınlı erkekli bir kalabalık ve zaman zaman resim almak için öne geçen üç-beşi fotoğrafçı olan epey bir medya çalışanı kalabalığı…
Protokol ve güvenlik görevlilerince gelen heyet mezârlık girişine yakın olan bir kabire yöneltiliyorlar. Gürültü azalıyor birden. En öndeki, özel önem verilen şahıs ellerini göğe doğru açarak duaya başlayınca iki dakika tam sessizlik oluyor. Gelenlerden kimi el açıp açmamakta tereddüt ediyor. Sonra, az ileride ikinci bir mezârın başına geçiliyor ve aynı fasıl, eller yine göğe doğru. Bu sessizlikte densizce deklanşöre basan fotoğrafçıya ve göğe açık elleriyle fotoğraflarının alınmasından azami memnun olanlara da, ‘fe-subhân Allâh!’ dense yeridir, diye geçiyor insanın içinden. Göğe açık ellerin sanal şahitlerinin çokluğuyla mı orantılı acaba beklenen râhmet? Kabire birkaç buket çiçek bırakılıyor. Ve en öndeki önemli şahsiyet haziruna şöyle hitab ediyor: “Gurbette yaşamak zordur. Ancak gurbette bir mezârda yatmak daha da zordur. Türkiye bütün evlatlarını bağrına basacak büyük bir ülkedir. Aileleri isterlerse Ahmet Kaya’nın ve Yılmaz Güney’in mezârlarını Türkiye’ye getirebiliriz.” Ve devam eden benzer birkaç söz ile bu iki kabirin haricinde, yukarıda yatanların kaderlerinden habersiz heyet acelece mezârlıktan ayrılırken, geçici gündelik siyaset gündemini kadim tarihiyle kendi arasına koyduğunun farkında bile olmuyor. Onurlandırılmaya susamış, tüm dikkatini ev ödevine vermiş bir ilkokul öğrencisi gibi, büyük zannetiği ülküsünün serâb misali olduğundan da habersiz, ‘‘müreffeh medeniyetler seviyesinin’’ adresini buralarda arıyor.
Buralar bir asırdan daha fazla bir zaman önce böylelerine ‘‘genç Osmanlı’’, şimdi ise kalkınma ve adalet arasında tercihe zorlananlara ‘‘yeni Osmanlı’’ diyor. Nasıl Osmanlı ise, fetih toplarını dökenin sadece Macar Urban olduğuna ikna ettirilmişler. Çoğunun Sarıca Muslihiddin diye bir top ustasından haberi yok. Hem yeni Osmanlı diyerek çocuğa yağlı ekmek verir gibi bir yandan sevindirirken, diğer yandan da, yeri gelince İslamcılık sıfatı ile ellerine ceza olarak cetvel vuruluyor. Ve en son İslâmcı konzeptin başka bir Avrupa dilinde yazılıp yüz yıl önce genç Osmanlılara Osmanlıca okutturulduğunun acaba farkında mı? Ki nereden bilsin burada yatan ve Fatih’a bekleyenlerin sadece rahmetli Ahmet Kaya ile Yılmaz Güney’den ibaret olmadığını.
Böyle durumlarda Ahmet ağabey ‘‘şu filme baştan bir daha bakalım’’ derdi. ‘‘Başına tokmak vurulmuş millet’’ filmini, kulaklarımızdaki, ‘‘Haa’’ sesiyle dolu hatıralarının burukluğu ile bir kez daha izleyelim, ‘‘ağam’’: 1720 yılı. Fransa ittifaklar peşinde. Yeniçeri Ocağı Yirmi Sekizinci Orta’daki hizmetlerinden dolayı Yirmisekiz Mehmet Çelebi diye anılan Sultan III. Ahmed’in başmuhasebecisi Fransa’ya “Frengistan’nın vesait-i umran ve maarifine dahi layıkıyle kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanların takriri için” gönderildiğini ifade ediyor sefaretnamesinde. Ve alışlar, verişler. İstişarenin yok oluşunun sebebi, emanetin ehil ellerinden ziyade selâmı daha kuvvetli olanın hamillerine teslimi.
Zamanın Paris’indeki Osmanlı Elçisi’nin, 29 Kasım 1856 günkü müracaatından sonra Per Laşez Mezârlığı’nın 85’inci bölümünde bir Müslüman Mezârlığı ve yanına bir namazgâh yapılmış oluyor. Burada yatanlar aslında sahipleri için bir nevi asırlık tapu kayıtları gibi. Varis bugün de tapusuna sahip çıkmadı, ne zaman işlerini aceleye getirmeden istişareyle ya da en azından ehil ve atik danışmanlarınca gözü açılılarak kilitli sandıklardaki tapularının farkına varır bilinmez!
Osmanlı münevverlerinin ve yöneticilerinin yönlerini gittikçe Batı’ya döndükleri yıllar Tanzimat ile kendini görünür kılmıştır. Galatasaray Mekteb-i Sultani’si öncesinde askeri ve sivil vazifelere adam yetiştirmek için ta Paris’te Mekteb-i Osmani, ekim 1857’de açılmıştır. Ve o zamandan beridir, ‘‘bu vatan nasıl ihya edilir’’ sorusuna bin bir cevap ile hesaplar yapılır da, bu hesapların sağlayının yapılması bir türlü akıl edilemez.
Paris’e gönderilen ve yetiştiklerine inanılan öğrenciler, memlekete döndüklerinde önemli mevkilere getirilmişler ve bazı konularda öncü olmuşlardır. Şair, edib ve gazeteci İbrahim Şinasi ve diğer yüzlercesi bunlar arasındadır.
Çok sonraları bu nice öğrenciler arasında Yahya Kemal, Necip Fazıl ya da Nurettin Topçu gibi sonradan Türkiye’de hepsi de tek tek kendilerine has birer şahsiyet ve ülkü sahibi olmuş olanlar da olacaktır.
İstişareye önem verilseydi, asiller adına vekil olarak hükmetmeyi bir emanet bilip, emanete hıyanet edilmemesine her ah çekenin hükümlere katkısıyla da şu katılımcı demokrasi denen şey sürekli olsaydı, bir ‘‘İsyan Ahlakı’’ Fransızca yazılır mıydı?
Sonra, Nemrut Dağ’ının eteklerinde doğmuş besteci ve şarkıcı Ahmet Kaya’nın kendini sürgün etmek zorunda bırakıldığı yerdir Paris. Birlikte yaşama ve yaşatma azmi ve ülküsü yok olmasın diyen milletin fertlerinden biri. Kendini ceberrutların elinden zar zor kurtararak Paris’te bulur. Ölümü genç yaşta, 16 Kasım 2000 günü bir yönüyle dünyanın ve dünyalıların çilelerinden kurtuluş ve bir nevi gerçek dostlar yurduna intikal ediş oldu onun için. Kazandığını sanıp kaybedenlerden olmaktansa, zahiren keybetmiş görünen ama esas kazananlardan olmak ne güzel!
Köprülerin altından çok sular aktı. Sen nehrinin suları da, bir nevi medeniyetin görünür-görünmez kirleriyle beraber akıyor. Hakı Bey’in abdest aldığı Sen nehri ile, kilovatlarca yaldızlı ışıkların altında akan Sen nehri arasında çok fark var artık.
Helsinki Kriterleri’ne rağmen, dünyanın çoğu yöresinde ve tüm Batı’da olduğu gibi Paris’te de artık farklı olana dönük yasaklamalar, toplumsal gerçeklikle yüzleşmeyi ve de kültürlerin birlikte yaşama deneyimini, yani çokkültürlü toplumsal yaşamı erteliyor. Tarihten, çokkültürlü Endülüs’den ve Osmanlı’dan ibret alınsa bunlar olur mu?
1866 yılında Ermeni Patriğinin Devlet-i Aliyye’den talebi uygun görülerek Fransa’da mukim Osmanlı tebası Ermenilere hizmet etmesi için Gregoryen Ermeni papaz Ohannes Hünkarbeyendiyan 400 Frank maaşla Paris’e gönderilmiştir. Müslüman öğrencilerin din dersleriyle ise 1867 yılına dek Hoca Tahsin Efendi ilgilenmiştir. 1870 yılında Paris’in Prusya tarafından kuşatılma tehlikesi çıkınca Osmanlı tebası tüm öğrenciler, hiçbir ayrı ve gayrısı olmadan devletin masraflarını karşılamasıyla geri dönmüşlerdir. Bunlar geçmişimizin düşüşe geçtiği zamanda olabilmiştir. Ya ekonominin yüzde bilmem kaç hızla ilerletildiği günümüzde, Paris’in hapishanelerinde, mezârlıklarında ve de varoşlarında canlı-cansıza hizmet verecek ehil insanlar…
Yolu Paris’e düşüp dönemeyenlerden Hakkı Bey (1903), acaba Kadıköy’lü topçu yüzbaşısı Zahit Bey’in mi, yoksa Ohri’li tabib Tahir’in mi oğlu, ya da yoksa… Yine yolu mecburiyetten Paris’e düşenlerden Sultan Reşat’ın torunu, şehzade Fevzi Efendi’nin İkinci Dünya Savaşı’nda yeni yurdu Paris’i savunma uğraşında Nazilere karşı Resistance (Direniş) saflarında duvarlara bildiri asarken yakalanıp hapis yattığı zulüm binasından kıl payı ölümden kurtulması ve daha sonraki sürgün yerindeki kabri bir kader-i İlahi mi?
Mezar taşında ‘‘President’’ (1856 Bombay – 3. Eylül 1913 Paris) yazan Babür neslinden Ebrahim J. P. Oje; Benane ailesi; Hamid Aouidad (1943-1997); Mahmoud Al Hamchari; Mirza Moamuk; Rüstem Fehmi Necib Bey (1879-1963) ile biraz uzaklarında yatan Mustafa Aktaş ile İranlı şair Heddayat bu mavera ülkesinde sanki ‘‘Ölmüş Müslümanlar Büyük Birliğini’’ kurmuşlar. Canlılara örnek olsun!
Mirza Ahmed Khan (1919); İngilizlerin kolonileştirdiği Hindistan’ın Oude bölgesinin 1858 yılı, ocak ayında Paris’de vefat eden prensesi Begüm Malka Kachwar (1805-1858) ve daha sonra ölen oğlu Mirza Mamouk; Fransa’nın kolonilerindeki başarısı için ömür tüketen subay Seliman bin Said ve diğerleri.
Burası sadece biz fanilere değil, büyük-küçük ülkülere ve onları La Juene Turquie (1895-1896) gibi Fransızca, ya da Meşveret (1895-1908) gibi Osmanlıca dile getiren ‘‘Genç Osmanlıların’’ ömrü çok az olan Paris’deki yayınlarına da kabirlik yapıyor.
Şair Safvet Nesibe Hanım’ın babası Abdurrahim Muhib Efendi, 1821 yılında Bahariye Şehidlik Mezarlığına nasip olmadan önce Paris sefirliği yapmış ve çoğu diğer sefirler gibi bir de sefaretname yazmıştır.
Seferatnameler ne kadar yakın tarihli ise üsluplarındaki Batı hayranlığı bir o kadar göze batar. Çoğu münevver, fikri arayışlarında iki arada bir derede kalmıştır. En radikali Ahmet Rıza bile çoğu zaman sürüldüğü sılasını yerden yere vurarak yerse de, sürgün yeri Paris örneğinde, ‘‘Batı Politikasının Ahlâksızlığı’’ konusunda sayfalar dolusu kitap da yazmıştır.
Medeniyetimizin cazibesine göstermelik bir şekilde ve muhayyilesindeki Çerkez kızı Aziadeh sevgisinden dolayı yaklaşan Piyer Loti’yi saymazsak bile, Roger Rauf Garoudy’i göz ardı etmemiz mümkün değil. Veya Paris parlemantosunda, 1896-98 yıllarında üyelik yapan ilk Müslüman parlementer, Philippe Gernier (1865-1944) de hatırasına mim konulması gereken biri.
Abdullah Thorez dedesinin kabrini yine ziyarete gelmiş, biraz sonra buradaki gariplere de bir karanfil ile bir Fatih’a bırakacak kuşkusuz. Biz güvercinlere de birkaç gün yetecek çeşitli tahıl.
İkindi vaktine doğru yavaş yavaş Paris’in başına sis ve dumanlar yaşmak olunca, yaldızları buradan artık zar zor görünür şehir de nihayet bize biraz daha güzelce gibi geldi. Birkaç gün sonra kanadımızı nereye doğru çırpıp uçar, yol alırız Allah bilir.