“Türk Evi” Aşık Olunacak Bir Gelenektir Doğan Kuban ile Şehirlerimizin Dünü, Bugünü ve Yarını Üzerine
Muazzez Tümay
Prof. Dr. Doğan Kuban 1926 yılında Paris’te doğdu. 1949 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu. Türkiye’de ilk restorasyon dersini veren Paolo Verzone’nin çevirmenliğini yaptı, sonraları bu dersi kendisi üstlendi. Kuban, 1954 yılında, Türkiye’de batılılaşmayı ilk kez bir mimarlık ya da sanat tarihi sorunsalı olarak ele alan “Osmanlı Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme” çalışmasını hazırladı. Aynı yıl İTÜ Mimarlık Fakültesi’nce rönenans mimarlığının araştırılması amacıyla İtalya’da görevlendirildi, Türkiye’ye döndükten sonra “Osmanlı Dini Mimarisi’nde İç Mekan Teşekkülü – Rönesansla Bir Mukayese” (1958) adlı teziyle doçent oldu. 1962-63 yıllarında ABD’de, Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi sanat tarihi bölümünde konuk öğretim üyesi olarak ders verdi; 1966-76 yılları arasında İstanbul Kalenderhane Camisi kazısı ve restorasyonunda çalışmalar yaptı; 1964 yılında Suriye’de Oleg Grabar yönetimindeki Doğu Kasr-ül Hyr kazısının ilk mevsiminde kazı mimarlığını yürüttü ve 1965’te “Anadolu Türk Mimarisinin Kaynak Sorunları” adlı teziyle profesör oldu.
Yaşayan en önemli mimarlarımızdan ve mimarlık tarihçilerimizden biri kabul edilen Doğan Kuban ile geçmişten bu yana “İslam Şehri”ni ve “İslam Şehri” kavramsallaştırması ile yapılan yorumların sıhhatini konuştuk.
Bir şehri şehir yapan en başat unsurlar nelerdir? Şehrin olmazsa olmazları nelerdir?
Ben şehir değil, kent diyorum…
Kent, tarımdan kopmuş, toplumsal örgütlenmenin bir üst gelişme aşamasına ulaşmış, zenaatle uğraşan insanın yarattığı bir mekânsal ve toplumsal düzendir. Örgütlü bir toplumun gerektirdiği işlevlere tekabül eden dinî, politik, toplumsal kurumları ve ticari etkinliklere ilişkin kurumsal yapıları vardır. Bunlarla birlikte gelişmiş mekânsal planlama ve estetik kavramları da vardır. Ancak bu daha çok Antikite’de var. İslam’da ise sınırlı. Osmanlı’da kent boyutunda hemen hemen yok!
Hiçbir zaman olmadı mı?
Olmadı. Şimdi bile yok.
Bunu biraz açar mısınız? Antikide hangi sosyal ya da siyasi şartlar bahsettiğiniz planlamayı doğurdu, Osmanlı ya da İslam toplumlarında ise aynı gelişme görülmedi?
Mısır, hatta Mezopotamya’dan başlayan Yunan’ın, Hellenistik ve Roma çağlarında ülkemizde de sayısız örneği kalmış planlama kavramı bizde yok. Hatta Constantinopolis’in büyük kent aksları ve forumları dışında, Cumhriyet’ten önce sadece yangın yeri planı ve ilk kurulan belediyenin hazırlattığı bir plandan başka bir plan da anımsamıyorum.
Neden Antikite’de var da, Osmanlı’da olmadı? diye sorarsanız: Birincisi Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin yerleşme aşamasında göçer egemendir. Bu göçer insanlar kenti alıyor ama ona sahip çıkmıyor. Aklı daha çok fetih ve yağmada. İkincisi kent planlama, daha doğrusu mekân planlama fikrinin bazı entelektüel paralelleri olması gerekiyor: Resim, heykel, geometri ve felsefe gibi… Bunlar göçer geleneğinde yok. Bunlar bir kozmogonin parçaları değil. Doğa ile mücadelenin bir sonucu da değil. Göçerin kenti yok. Entelektüel bir birikimi de yok. Neredeyse bugüne dek sürmüş bir boşluktan söz ediyoruz. İstanbul’un Osmanlı dönemindeki ana yol aksları ve meydanları Roma çağından kalmıştı, Osmanlı ona bir şey katmadı…
Kentin insanın kültürel ve fikrî tekamülü için önemi nedir? Yüksek düşünce ve sanatın ihtiyaç duyduğu hangi unsurları kent sağlar?
Kent insan toplumunun örgütlenmesinin en üst aşamasıdır. Zenaatin, sanatın, entelektüel düşüncenin geliştiği yerdir kent. Bilgi birikimi ve yazılı kültür köyde oluşamaz, gelişemez. Osmanlı çağında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu halkının yüzde 90’ı köyde yaşardı. Bugün Türkiye nüfusunun %70’i kentlerde yaşıyor. Ancak henüz kentli olmuş değil. Onun için plan da yapılamıyor. Uygulanmayan, dostlar alışverişte görsün kabilinden etkinlikler planlı kent yaratamaz. Kaldı ki hükûmetler ve belediyeler için daha önemli öncelikler var. Bunları eleştirmenin anlamı kalmamış. Toplumun farkına varıp istediği bir şey de yok. O olmayınca, kaldırımsız, otoparksız yol, gökdelen vs. her insancıl ekonomik ve estetik kaygının yerini alıyor, yağma ve spekülasyon, hatta bilinçsiz kalabalığın desteğini de alarak gerçekleşiyor.
Okumuşlar katında da bu bilinçlenme aşamasına gelemedik. Adam kendine üç tane araba alıyor ama bir yolun, bir kaldırımın, hatta bir kanalizasyonun varlığı ile ilgili değil. Bilgi yoksulluğu sonucu olan bir kaygısızlık ve frenini yitirmiş bir spekülasyon kentlerin ve ülkenin geleceğini karartıyor.
Herkesin öğrendiği gibi, alt yapısız, kuralsız büyüyen spekülatif kent gelişmemişlik göstergesidir. Buna mukabil Batı bütün etkinlik alanları ile örgütlemiş toplumlara sahip. Biz de ise bu birikim yok. Şu anda olmasına da izin verilmiyor.Çağdaş gelişme, kent bağlamında uygarlık birikiminin işaretidir. Bu bilgi yoğunlaşması ile eşdeğer bir kavramdır. Bu hem bilimi, hem zenaatı, hem de sanatı içerir. Kent olmazsa uygarlık da olmaz. Kent bilinci olmadan da kent olmaz. Ancak bu zaman içinde gerçekleşen bir birikimdir. [Cumhuriyet sonrası] Türkiye de bu birikimi gerçekleştiremedi. Köylü kente göç etti ve kentli olmak için zamana gereksinimi var.
İslam şehirlerinin, onları kendilerinden önceki kadim şehirlerden ve kendi çağdaşlarından ayıran belirleyici özellikleri nelerdir? Kendisine atıf yapılabilecek böylesi unsurlar var mıdır?
İslam kenti derleme bir kenttir esasen. Eski yerleşimlerin üzerine kurulduğu zaman bile. Efesus’a paralel bir Türk kenti hiç olmadı örneğin. Hierapolis ve Laodicea yanında, benim çocukluğumda Denizli, birkaç büyük idari yapı dışında büyük bir köy niteliğindeydi.
Antikite anlaşılması zor, çok yaratıcı bir çağ. Planlı kent, mekânsal düzen, anıtsallık, heykel, resim ve ilkel de olsa demokrasi kavramı… İslam toplumlarında daha sonra da gelişememiş pek çok düşünce ve biçimin o kent ortamında var olduğunu görüyorsunuz. Kuşkusuz Mezopotamya ve Mısır’a da çok şeyler borçlular.
Sizce Müslümanlar neden benzer bir kültürel gelişme gösteremedi?
İslam geleneği zaman içinde oluşmuş bir gelenek. Müslümanlar aldıklarını dinî bir dünya görüşü içinde birleştirmiş ama kökenleri yerleşmiş toplumlardan ithal. Kur’an daha önceki monoteist düşüncenin, gerçekten üstün bir Tanrı imgesi çevresinde bütün insanları bütünleştirici son biçimi sayılabilir ama bu bir uygarlık aracı değildir. Abbasi kültürü, İran’ın, kendilerinden çok daha önce yerleşikleşmiş bir toplumun hemen her şeyini benimsemiş. Matematik kökenleri Mezopotamya, Mısır ve Hint’e dayanıyor. Kaldı ki İslam –Kur’an dışında- kendinden önceki kültürlerin mirası üzerinde oturuyor.
Şam ve tabii Bağdat kendi dönemlerinin en “ileri”, en ilham verici kentleri değil miydi? Bağdat’ı kim kurdu? Ve onu farklı/özgün kılan unsurlar nelerdi?
Bağdat mimari olarak İran’ın bir uzantısıdır esasen. İran’da toprak, kerpiç, tuğla, seramik alçı üzerine kurulu bir mimari gelenek vardır. Buna mukabil Şam Hristiyan taş geleneğini sürdürür.
Evet, haklısınız. Bağdat İslam tarihindeki en büyük uygarlık gösterisidir. Müslüman toplumlar güçlendikleri zaman İran’dan, Bizans’tan ve Arap kültüründen topladıkları unsurları birleştirmişler. 9. asırdan 12. asra kadar Antikite’den kalan bütün metinleri Arapçaya çevirmişler, Beyt-ül Hikme’de yapılan çeviriler olağanüstü boyutta ve nitelikte. Onlar arasında bugüne kadar gelmiş çok önemli eserler var; tıp, matematik, astronomi ve felsefe alanlarında. Onun üzerine, İslam ülkelerinde matematik, fizik, tıp ve felsefe çok gelişmiş. 12. yüzyıldan sonra ise bu gelişme durmuş. Fakat bu işlem, Bağdat Rönesansı denilen büyük kültürel etkinlik Avrupa Rönesansının da bileşenlerinden biri olmuş.
Ancak dediğim gibi, bu gelişme 12. yüzyıldan sonra durmuş. Bakın, İbn Sina’nın Şifa’sının çevirisi 16. yüzyılda, İtalya’da 22 defa basılmıştı. Osmanlı’da 19. yüzyılda sadece bir-iki baskısı var.
Koskoca Osmanlı tarihinde iki tane matematikçi sayarlar, biri Ali Kuşçu, diğeri de Takiyüddin. Ali Kuşçu orta Asya’da, Semerkand’da yetişmiş bir adam. Uluğ bey, Kuşçubaşı’sının oğlu. İstanbul’a geldiğinde 70 yaşında. Zaten 74 yaşında da ölmüş. Takiyüddin de Türk değil, Şamlı bir Arap. Mısır’da yetişmiş, Şam’dan İstanbul’a getirmişler. 3. Murat İlm-ı Nücam tutkunu biri ve onun için rasathane yaptıran 3. Murat, o binayı daha sonra mollaların etkisi ile yıktırmış.
“Molla etkisi”nden bahsettiniz… Müslümanların kurduğu şehirlerde, şehir düzeninde dinin belirleyiciliği ne ölçüdeydi?
Başlangıçta dinin gücü toplumu Allah inancı etrafında toparlayıcı olmasındaydı. Özellikle Arapları. O dönem eski dünyanın sonuydu zaten. 7. yüzyıl Roma’nın, Sasanilerin çok zayıfladığı bir dönemdir. Ellerinde yalın kılıçlarla bu insanlar [Müslümanlar] Sasanileri yendiler, Doğu Anadolu’yu Bizans’ın elinden aldılar.
Sonra Osmanlı diye özgün bir politik ve tarihî bir olgu ortaya çıktı. Fakat İslam uygarlığını, Bağdat’ın arkasını göremedi…
Fatih İstanbul’u fethettikten sonra onu özgün bir İslam şehrine, bir İslam başkentine dönüştürmüyor mu?
Elbette! Bu doğru. İstanbul’da Osmanlı çağı kendine özgü bir çevre yarattı. Bileşenleri önemli değil. İstanbul’da mimari olarak en güzel şey ne biliyor musunuz? İnsan ölçeği içinde kalmak.
Topkapı sarayı, dünya mimarlık tarihinde anıtsal olmayan tek saraydır belki de. Osmanlı küçük boyutlu şeylerle yetiniyordu. Anıtsallık sadece camide olmuş. Ayasoyfa’yı gördüklerinde hayran kalmışlar ve bizim camimiz de böyle görkemli olsun demişler.
Gerçi Fatih’te politik bir dünya egemenliği vizyonu da vardı. Fakat Osmanlı kültürü bilimle ve sanatla bunu besleyemedi. Sultanın çevresinde bu vizyonu geliştirecek, gerçekleştirecek, buna uygun insan yetişmemiş.
Yeryüzünde –tırnak içinde söylüyorum- “İslami şehir” özelliklerini hâlâ muhafaza etmekte olan bir şehir var mı, kaldı mı?
Tek tük kaldı denebilir. Gerçi ben 20-30 yıl öncesinden bahsediyorum. Türkiye’de de çok güzel, küçük kentler vardı. Safranbolu örneğin. Fakat kentler büyüdükçe giderek eski karakterlerini yitiriyorlar, kapitalizm onları yutuyor. Korunan bir tarihî yapı ve çevre vizyonun örnekleri bir yerlerde kalmış. Ama bu sıcağa kar dayanmaz.
Bizim kentlerimiz zaten organik büyümüş, plansız ve küçük yerleşmelerdi. Ve bunun örnekleri de yok olmak üzere.
İslam şehirleri hep organik olarak büyüdü/gelişti, şehri düzenleyen bir üst akıl yoktu, bizde hiç olmadı diyorsunuz…
Hayır, olmadı. İstanbul’da hiç olmadı. Bağdat’ta oldu bir ölçüde, o da İran ürünü.
Buna karşın, İslam coğrafyası içinde Hindistan’ın güçlü bir taş mimari geleneği vardır, orada yer yer büyük bir yaratıcı yoğunlaşma görülüyor. Örneğin Fatehpur Sikri ya da Tac Mahal… Kapitalizmin girmediği küçük yerlerde yapılar hâlâ karakteristik özelliklerini koruyor.
Daha sonra İngilizler Hindistan’a Batılı düzeni getirmişler. Lahor gibi kentlerde İngilizlerin getirdiği kent düzeni başka, buna karşın eski Lahor daha başkadır.
Ancak şehir düzenine dair bir teknik, bir fikir, bir planlama Müslümanların şekillendirdiği şehirlerde yoktu diyorsunuz. Hindistan’da da…
Planlama deyince -çağdaş klişe olan Yunan-Rönesans-Avrupa ekseninde- bu, geometrik ve mekânsal bir gelişme anlamına gelir. Kalan örnekler de 18. yüzyıldan sonraya aittir.
Hindistan’ın mimari geleneği kanımca İngilizlerden daha etkili. Daha eski geleneklerin kalıntıları da var Hindistan’da. Fakat bu bir imge oluşturmak için yeterli değil.
Yunan kimden alıyor peki şehir düzeninde ya da tasarımında kullandığı unsurları? Nasıl kuruyor şehir planını?
Yunan Mısır’dan, Mezapotamya’dan etkilenmiş ve çok şey almıştır. Fakat bunun sentezi, mimari ifadesi, felsefe, matematik ve sanatla bütünleşmesi, bugüne kadar uzayan dünya görüşünün Rönesans’tan bu yana giderek daha etkili olan uzantısıdır. Bununla boy ölçüşecek başka bir tarih hikâyesi yok!
Pek çok alanda olduğu gibi, “şehir ve şehir kültürü” alanında da Müslümanlar savunma psikolojisi ile birtakım yorum ve önerilerde bulunuyorlar. Dünya üzerinde hükümferma olan Batılı şehir düzeni en kötü yönleri ile tasvir ediliyor, bunun karşısına “peri masalı”nı andıran bir İslam şehri çıkarılıyor. Bu tepkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Yeni bir şey inşa edemediğiniz zaman geçmişinize sığınırsınız.
Bakın siz Avrupa’da yaşıyorsunuz. Salzburg’a gittiğiniz zaman böyle bir kentin İslam coğrafyasında bir benzeri olmadığını düşünürsünüz.
Eğer gerçekten yarattığımız bir kent düzeni olmuş olsaydı, modernleşmenin en kötü şekline kentlerimizi mahkum etmez, kendimize ait olanı korurduk. Sadece İslam coğrafyası değil, bütün dünya modernleşti ama Londra, Paris, Berlin vs. bizim şehirlerimiz gibi olmadı. Ben 1970 senesinde İstanbul’un koruma planını yaptım. 45 sene oldu. Gösterin bana neyi koruduğumuzu. Geriye hiçbir şey kalmadı, tek bir sokak bile…
Camilerin tanımladığı bugünün kenti değil, ama yaptığımız gökdelenler de çağdaş kenti tanımlamıyor. Orada saptanan hiçbir şey korunmadı!
Tam da bunun müsebibi olarak Batı medeniyeti ya da kapitalizmi gösteriliyor…
Hayır, bu doğru değil. Aynı dönemde Paris’in geçirdiği değişime bakın örneğin. 2 milyon 800 bin kişilik şehrin merkezini korudular. Viyana hakeza bozulmadan duruyor. Avrupa’da tarihî kimliğini koruyan yüzlerce kent var. Bir tek biz başkentimizi yok ettik. Cam korumak, koruma demek değildir. İstanbul’da 1440 hektarlık sur içi korunması için biz 50 sene uğraştık. Geriye tek bir sokak dahi kalmadı.
Batı’nın oturmuş bir kent kültürü var, halkın bilinçlendirildiği bir tarihi var, dahası sanatı var Batı’nın. 15. yüzyılda Floransa’nın perspektifi yapılıyor. Bizim yaptığımız tek bir İstanbul resmi yoktur. Matraki’nin çizdiklerini bir inceleyin, aradaki farkı görürsünüz.
Bu savunmacı tavırdan kurtulunmalı ve olan ya da mevcut tarihî gelişme olduğu gibi kabul edilmeli diyorsunuz…
Evet, kesinlikle. Biz bilinç arıyoruz. Bizde de bir şeyler vardı, bize özgü olan. Ama bu Batı’da olan değildi. Bizde bilim yok, felsefe yok, sanat yok… Mukayese edecek bir şey yok, bu kente de bir ölçüde yansımış. Osmanlı’da göçerin yerleşik toplum üzerinde örgütlenmesi var, yani göçer Türk’ün son tarih aşaması yerleşik toplum.
En büyük göçerler Türkler, en büyük devletleri de onlar kurmuşlar. Fakat en büyük özellikleri her gittikleri yere entegre olmaları; Hindistan’da Hintli olmuşlar, Çin de Çinli… Göçer yerleşik toplumu ata biner gibi idare ettiği zaman, kendine özgü düzenler kurmuş, çok sınırlı bir yaratıcı. Geliştirdiği en özgün şey iktidar örgütlenmesi! Küçük bir grup geliyor, atın üzerinde ve yerleştikleri bölgeyi, bölge halkını örgütleyip kullanıyor. Simbiyotik yaşam -bitkiler gibi- ustasıdır Türkler.
Türkler -ya da Osmanlı- fethettikleri şehirlerdeki unsurları kullanarak özgün bir terkip yaratmadı mı?
Özgün bir yaratma var tabii. Buna en iyi örnek “Türk Evi”. Bu çok özgün bir eser, aşık olunacak bir gelenektir. “Türk Evi” tarımsal yaşamla ilişkilidir ve işlevseldir. Ve benim kanaatimce mekânsal özellikleri çok etkileyicidir. İnsan ölçeğindedir. Ahşaptır zira, yüksek olmaz. Tam yaşanılacak bir konuttur. Pek zarif olmasa da, dünyada eşi benzeri olmayan bir konut konseptidir. Onca Osmanlı ahşap saraylarının da dünyada eşi benzeri yoktur!
İslam şehirlerinin -ya da Müslümanların yaşadığı bugünkü şehirlerin diyelim- durumu ortada; bizim de atıfta bulunduğumuz Bağdat, Şam, İstanbul, Kahire, hatta Mekke ve Medine’nin… Bu kentlerde nasıl bir düzeninin hâkim olduğu, ne şartlarda yaşandığı gözler önünde. Buna rağmen bu şehirlerin şimdi olmasa da gelecekte, evrensel bir örneklik sunma potansiyeli olduğunu düşünüyor musunuz?
Artık tek bir yerin, ne İslam dünyasının, ne Hristiyan dünyasının, ne de Çin’in tek başına örneklik sunması diye bir şey yok. O çağ bitti, o aşamayı geride bıraktık. Şu anda çok ciddi bir etkileşim var. Eskiden iletişim yoktu ya da son derece azdı. Artık kentlerin geleceğini bu etkileşim ve iletişim belirleyecek.
Ama keşke geçmişten kalanları korumayı başarabilsek. Onların toplumun duyarlılığının gelişmesinde olumlu etkisi olabilir. Japonların ve Hintlilerin iyi mimarları geçmişlerinden etkilenerek güzel binalar tasarlıyorlar bugün de, gökdelen değil tabii.
Bence gelecek, küçük boyutun olacak. Ancak nüfus bu kadar hızla artarsa, nasıl olacak bilmiyorum.
Kendimize özgü özellikleri ahşabı korumak suretiyle muhafaza edebilirdik. Süleymaniye’nin çevresi benim çocukluğumda ve dahi gençliğimde bir mahalle idi. Orada iki sokak bile koruyabilseydik dünya çapında bir iş yapmış olur, mimaride biz de varız diyebilirdik.
Safranbolu bugün Türkiye’nin en güzel tarihî kentidir bana kalırsa. Bu toplumun elinde ne kadar dayanır? Onu bilmiyorum. Peki nasıl bugüne kadar kaldı, varlığını nasıl sürdürdü? Karabük yeni sanayi yerleşmesi olarak gelişince, Safranbolu da kurtulma olanağı kazandı. İyi bir tesadüfle, akıllı bir belediye başkanı ile İstanbul Teknik Üniversitesi nadir bir işbirliği gerçekleştirdiler ve Safranbolu kurtuldu.
Bağdat, İstanbul ya da Safranbolu örneğinde olduğu gibi, -organik olarak da olsa- geçmişte Müslüman toplumların çok güzel şehirler inşa etmiş olduğunu kabul etsek dahi, geçmişteki bu güzel şehirler modern zamanlarda bize örneklik teşkil edebilir mi?
Edemez. Ölçü, teknoloji, işlev, imge… bunların hepsi değişti. Piyasada alınan ve satılan mallar bambaşka artık. Böyle bir geçmiş söz konusu değil. Artık bitti. O başka bir yaşam, başka bir sosyo-ekonomik düzenin sonucuydu. Bu anlamda geçmişi ihya, ancak küçük yapı boyutunda olabilir. Fakat eskiden kalanları değerlendirmek, şimdiki yoz estetiği belki olumlu etkiler. Tabii körü körüne kopya ederek değil. Ben bazen yeniden yapmaya bile razı oluyorum. Ama zaten olmayan bir düzen, söz konusu değil…
Son olarak; insanın mutluluğa ulaşması için gerekli asgari şartları sağlayan geleceğin şehirlerini inşa edebilmek için neye nereden başlamak gerekiyor sizce?
Bana kalırsa; önce yerleşmeleri ve yapı ölçeğini küçültmek lazım. Ben İstanbul’un yayıldığı beş yüz bin hektara bütün Türkiye nüfusunu yerleştirebilmiştim, hem de iki, üç katlı evlere.
Benim kızım Amerika’da yaşıyor. Torunlarım orada doğdu büyüdü ve hep iki katlı evlerde yaşadılar, hatta tek katlı. Bugün hiçbir Amerikalı yüksek binalarda oturmaz. Alçak binalarda, bahçeli evlerde oturur. Şehir merkezinde bekâr insanlar, gençler, çalışanlar, bürolar, oteller, dükkanlar vs. var tabii. Ama konut mahalleleri değil.
Tarihsiz, dilsiz, sanatsız da bir gelecek yok. Bunlar cahil bir ortamda, ilkel bir kapitalizm aşamasında gerçekleşmesi zor olgular.