Şehirleri Kardeş Yapanlar
Kadri Akkaya
Hamiş:
Niyet nedir? Kalb ile aklımız, kafa kafaya verip ortak niyet olarak yola çıksalar bile; ifade etmeye gönüllü olmayan dil, her ses ve sözde asıl muradın bir nebze daha az hasıl olmasına neden oluyor. Beş hayal ile üç gerçek, hesab edince sonuç ne olur ki?
Asiye ve İnsan Kardeşleri
Şehrin tam merkezinde olup da modern kent yaşamına inat, tırlatmış bir hâl ile gezen şahıslara uğradıklarında hâlâ kem gözle bakılmayan, dışarı atılma korkusundan uzak tek buluşma yeri bu mekândı: Café Utopia.
Göçmen kuşlar gibi, özellikle kış mevsimlerinin soğuk havasını bu kahvehaneyi siper etmeye gelen başka bir grup ise şehrin tırıllamışlarıydı. Merkez tramvay duraklarından birine yakın müzeyle, otopark binası arasındaki betondan siper arasta ise bu evsiz barksızlar grubunun geceledikleri başka bir yerdi.
Düşkünler, tırıllamışlar grubundan daha çokça, bazen on beş kişi kadar olurlardı ama nedense bu kış yedi kişiyi geçmiyorlardı. Ara sıra sosyal yardım dairesinden gelen uzmana zoraki verdikleri şahsi bilgilerden ya da kimisinin dondurucu soğuktan ölümünden veya aldıkları alkolün tesiriyle hastahaneye yatırılınca ceplerindeki kimlik bilgilerinden başka haklarında pek bir şey bilinmezdi. Acaba yaz aylarında kaçı ötelere göçtü, kaçı yolunu başka kentlerin başka arastalarına çevirdi?
Toplum yaşamından tırlatmış ve eski usül “68 kuşağı” gibi gezen öteki grup üyelerinin davranışlarındaki birçok garipliklere, onlarda görülen sapkınca davranışlara ilkel toplumlarda totemle uyuşmazlık; göçebe ya da kırsal köy yaşamındaki yörelerde “nazar değmiş” ya da “cin çapmış” denirdi. Topluma uyumlu hayatı bırakıp neden sokakların bohem hayatına katlandıklarına dair herkesin en az birkaç hikâyesi vardı ama birbirlerinin geçmişleri hakkında öyle çok şey de bilmezlerdi. Modern metropol yaşamından tırlatmış bu insanların çoğunun sağlık dosyasında görünürde ya ileri derecede born-out ya da birkaç ruh hastalığı tanısı yazılıydı. Güncel olmayan ama insanlık için elzem konuları kendi aralarında felsefi ve toplumsal açıdan değerlendirir; kendilerine göre ütopyalarını seslendirmiş olurlardı.
Onca hayat acısına rağmen Köln’e, çehresinde “Anadolu tebessümünü” ile İstanbul üzerinden, elli yıl önce “vizesiz” getiren Safranbolulu Asiye de işte bunlardan biri olmuştu.
Şimdi, aynı masa çevresinde beraber oturdukları Olivia İspanyol kökenli; Vahid Bey diye kendini tanıtan, bir zamanların çok başarılı sınıf öğretmeni Walter ise bir Alman. Onun adaşı ve meslektaşı Köln Katedrali’nin yanında hemen her gün ünlü “şikayet duvarı” aracılığıyla Filistin kasaba ve şehirlerinin içinde insanca yaşama direncindeki halkın yok edilmesine karşı protesto eylemciliğine devam eden Walter’in ise hâlâ somut bir ülküsü var. O eski sınıf öğretmeni ise sistemin şahsiyetini öğütüp yok ettiği ve yaşama tek alkol şişesiyle bağlandığı evsiz barksız, düşkün denenlerden biri artık. Alıp başını gittiği Antalya’da ikâmet izni olmadan on yılın üzerinde yaşadığı bilinen Walter; “ülkesine” geri gönderildikten sonra: “Ben Almanlar’ın aslında Laz’ı olurum, ne de olsa aslen Frizyalıyım.” derdi ve ıslığıyla melodisini seslendirdikten sonra Türkçe olarak, “Çayeli’nden o yani / Gidelim yali yali / Sırtındaki sepetun / Ben olayım hamali” diye türkü sözlerini söylemeye başlardı.
Asiye’nin Stollwerck çikolota fabrikasına gelen birinci nesil göçmen işçilerden olduğu bilinir de Safranbolulu olduğu tırlatmış grubun çoğunca bilinmezdi. Ta ki, öldüğü güne; Asiye’nin sırtındaki koyun yünü ipliğinden el örgüsü süeteri, 1950’li yılların küçük boy baskılı bir Mushaf’ı (kitabın en son sayfasına un tutkalıyla yapıştırılıp sararmış ince bir şiir defteri içinde, “eski harflerle” Mehmet Emin’in “…sandılar ki can vermiştir eski Türk” bölümlü şiirlerin hemen devamında Latin harflerle “…birinci cemre 934, Asiye doğdu, Safranbolu” ve defterin ikinci yarısından sonra da Nazım Hikmet’in “…sen mutluluğun resmini çizemezsin Abidin!” şiir sözüyle başlanan ve en sonunda da “…4 Mayıs 1964, dört gün önce Sirkeci’den yola çıkmıştık, aah, ahh! Dün bizi Ahen’e getirdiler.” diye biten şiirler ve notlarla dolu) ve bu ata yadigârı olduğu belli kitabı ve defteri terekesine kaydedilene kadar. Defterdeki “eski yazıya” göre dede ve baba Safranbolu’nun çarsısında semerci, zanaatkârdılar. Ekonomik ve sosyal değişimle başa iflas da gelince, dede direnerek kalmış ama baba ailecek İstanbul’a göçmüştü.
Bir zamanlar Osmanlı topraklarının safran üretimindeki en önemli kasabasıydı Safranbolu. Safran, doğal tekstil boyamasında, özellikle de halı boyamasında çok önemliydi. 18. yüzyılda İngilizler teksilde fabrikasyon üretimine geçtiklerinde safran ile boyamaya çok önem verdiler. İngiliz Ainsworth Safranbolu pazarının ta Kırım Harbi öncesinde her türlü önemini görenlerden.
Kasaba deri işlemeciliğinde ve ayakkabı üretiminde de çok önemli bir merkezdi. 1924 yılı ile 1986 yılı kayıtlarındaki fark; 945 geleneksel el sanatları ile uğraşan zanaatkârın çalıştığı iki yüz dükkândan geriye iki eldeki parmak sayısı dükkânın kaldığını gösteriyor.
Safranbolu’nun Kıranköy mahallesi o modern konut binaları ve bankalarıyla dolmadan önce, bir zamanlar burada Bağlar mahallesindeki gibi yörenin zenginlerinin konakları ve hâlâ bazılarının yok edilmemiş mütevazı ama zanaatkârlık örnekleriyle dolu “Safranbolu Evleri” vardı.
Asiye ilk göçünden sonra on sekiz yaşında girdiği Kasımpaşa’daki fabrikada on üç yıl çalıştırıldığı hâlde sadece 221 gün sigorta kaydı olduğunun farkına varıp; “On iki yıl kahrını çektiği adamının” da sanki ona “Yaradan’ın emaneti değilmiş” gibi muamelesi canına tak dedikten sonra, iki arkadaşıyla beraber Almanya’ya işçi olarak kaydını yaptırarak, bu ikinci göçüyle kendini önce Aachen’daki, hemen akabinde ise Köln’deki Stollwerck çikolata fabrikasında bulmuştu.
Bir zamanlar Düren kentiyle Safranbolu’nun kardeş şehir olması için beraberce yola çıktığı dostları, şimdi küçük bir şehir olan kadim kasabanın yerine yıllar sonra nedense Zonguldak Karadeniz Ereğlisi’ni kardeş kent yaptılar.
Mehmet Duman ve Yerken Simidin Susamlarını Yere Düşürmeyenler
Mehmet Duman’ın hâlâ farkında olmadığı şey, çoğu dostlarının simit yerken susamlar yere düşmesin diye dikkatli olmaları. Ona göre bu özen normal. Bir zamanlar okuldan sonra simitçiden simit alıp her öğle sonunda evine gidene kadar simit satan ve acıkır acıkmaz hemen simitlerden biriyle açlığını giderirken susamlarının yere düşmemesine özen gösteren eski simitçi, şimdinin yetişkin gönüldaşı da.
Bir ayağı Sultanahmet’te sabit, diğeriyle dünya gezgini bu müşavir, ulaştığı geniş coğrafyaların şehirlerine uzmanlığıyla yön veriyor; onları biribirleriyle kardeş ediyor yıllardır. Mehmet Duman sonradan ama gerçekten İstanbullu olanlardan. Konya’da doğup, Ankara’da büyüyüp; yetişkinliğinde yerleştiği İstanbul’un has insanlarından biri.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin dış ilişkilerinden sorumlu olduğu dönemde Köln ile İstanbul’un 1997 yılında kardeş şehir olmasında da büyük payı olanlardan. Şu anda Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Ortadoğu ve Batı Asya Bölge Teşkilatı (UCLG-MEWA) Genel Sekreteri.
UCLG-MEWA faaliyetlerini Sultanahmet’teki bu merkezden sürdürüyor. Üye şehirlerin bulunduğu ülkeler ise Afganistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Filistin, Irak, İran, Katar, Kuveyt, Lübnan, Suriye, Suudi Arabistan, Türkiye, Umman, Ürdün ve Yemen.
O, bir bakmışsınız “MEWA Ülkelerinde Yerel Yönetim Sistemleri” konusundaki konsey toplantısı için Tahran’da, bir bakmışsınız evrensel hukuka dayalı adil, eşitlikçi yerel yönetimlerin oluşmasında önemli katkıları olacak kurumlarının desteklenmesi için bir başka yörede yoldadır.
Asım Nesli ve Mümin Kardeşleri
Tüm resmî dairelerden kaçtığı gibi şimdilerde de uğramaktan kaçındığı Kolonya Konsolosluğu’na gitmeye her mecbur olduğunda kendini artık “Ben kayıp ettiğiniz nesilden Asım” diye tanıtsa da; şaçı sakalı birbirine karışmış girdiği tüm resmî dairelerde kendini artık sudan çıkmış balık misali hissediyordu. O da Café Utopia’nın tırlatılmış diğer “ödeme gücü az” müşteri grubu katagorisindendi. Bir zamanlar “toplumsal uyuma örnek şahıs” olarak gösterilen bu eski daire müdürü; yaşadığı toplumdan yavaş yavaş tırlatılırken, ne çocuk yaşta göçüp geldiği İstanbul ne de yerleşip yeni yurt olmasına çalıştığı Köln’den kimse farkına varmadı.
Ona göre; otuz beş yıl öncesinin “Heidelberg Manifestosu” da, 11 Eylül 2001 “Çift Kule” olayı da; “Mölln” ve “Solingen” ile diğer şehirlerde Türklerin evlerinin yakılma olayları ve “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” ve de aslında eskisinin varisi ama kendini yeni bir sima ile gösteren “İslamofobi” de (patentinin insan kılığındaki şeytan beşerlerde olduğu kanaatini zoraki olarak kendisine tedavi için verilen terapistine bile söylememeyi başarmışlığın huzuruyla) birer bulaşıcı virüs idiler. Bu virüslerden kurtulmayı ancak “çocuğun yetişkinliğinde de ondaki cennet kokusunun yok olmamasını sağlamakla” ya da ara sıra bilmeden anası yerine koyduğu Asiye‘nin “Anadolu tebessümü” ile; tabii ki bir de “kanaatı göz ardı eden tüketim kısırdöngüsüne bir tekme de benden olsun” demekle ve ama ve de illâ ki “cansız ve canlıların dünyalarına ancak ve ancak adâlet ile muamele ve nizâm verilerek” gerçekleşebileceğini anlattığı detaylı çözümlerden sonra, uzman terapisti ona kesin teşhisi koydu: Aşırı derecede kendini altruist gösteren ve gizlemeyi başardığı aşırı korkularını zekice saklamaya devam eden ve de yok edemediği tarımsal bir toplum kimliğinin çağdaş modern topluma, ilerlemiş göstergeleriyle uyumsuzluğuna en nadir parçalanmış kişilik örneklerinden biri.
Anadolu’daki bazı kentlerin nüfusundan fazla Türk’ün yaşadığı Almanya’nın Köln kenti, ona ve çoğu mümin kardeşlerine mekân olmuş ama ne yazık ki hiçbirine hâla yeni bir vatan ol(durulma)mamıştı.
Çoğu gizli, bazıları da açıktan kültür ırkçıları kabul etmezse de bu kentin savaş sonrası inşasının “yerli”leriyle beraber “yabancı”larının da eseri olduğunu Asiye sık sık “Allah kerim, o biliyor ya!” diye dile getirirken; Asım, Walter ve Olivia da -diğer vicdan sahiplerin de kabul edeceği gibi- o sözü beraberce tasdik ederlerdi. Henüz mescitlerinin olmadığı o ilk göç yıllarının bir Bayram Namazı’nı, erkek müminler bugün toplumun çoğundan görülmeyecek bir toleransla şehrin katedralinin bir köşesinde eda ettiklerinin soğuk şubat sabahı saatlerinde; evinin tek odasının tek kulplu elektirik ocağında, eski bir tavada tahta kaşık ile undan “Bayram Helvası” kavuran Asiye’nin elleriydi.
Bu eller, şimdi şu maden teneşir üzerinde yıkanan vücutla beraber toprak olduktan sonra; cemrelerin her sene gelmesi akabinde hangi çiçeklere can verecekti? 1973 yılında, Almanya’nın sosyal demokrat hükümetine bile kök söktüren o “Wild”, yani “vahşi Ford grevini” çoğu arkadaşları olan Türkiyeli “yabancı’ işçiler” organize edip, günlerce sürdürdüklerinde Asiye’nin grevdekilere ne kadar yeşil maydonozlu köfte yapıp götürdüğünün hikâyesini Asım’dan başka hatırlayan kaldı mı şimdi?
Bu yörenin ilk “yerli”si Kelt’leri buradan kovan Cermenler buranın “yerlisi” olmuş. Onları da Romalılar kovmuş. En son “Alman kökenliler” buranın “yerlisi” olmuş. İşte bu ahvaldeki bu tarihî şehir, bir milyondan biraz fazla nüfusuyla, yüz yetmiş bin “yabancı” ya da yeni müstear “göçmen”iyle ve yıllardır bir türlü bitirilemeyen ve yerli toplumun yadsınamayacak sayıda insanınca da hiç mi hiç istenmeyen şu merkezî “temsil ve emsal” camisiyle Türkiye’den göçün yarım asrı çoktan geride bıraktığı günümüzde bile, hâlâ çok kültürlülükte ortaçağ Endülüs’ünün gerisinde.
Sarı Mustafa’nın Toplumsal Şizofreniden Aldığı Pay
Café Utopia’nın biraz ilerisinde genellikle yaz aylarında tırıllamışlar ile tırlatmışların da toplandığı parktaki at kestanesi ağacının altındaki metal banka orturdular. Bu arada birden ilerideki yol siyah limozinlerle doldu ve yavaşa yakın bir hızla bir konvoy geçti. “Önemli birileri olsa gerek” diye göz kırptı diğerlerine Sarı Mustafa. Konvoy amirinin, koruyucu polislerin kulaklıklarındaki “Dikkat destinasyon değişikliği! Böyle bir Türk bakana ilk kez rastlıyorum, şimdi de aniden Köln Ermeni Cemaati’ni ziyaret etmek istedi. Yeni istikamet orası!” sesini duymadılar.
Vahid Bey’in sabah sabah almaya başladığı alkolün etkisiyle anlatmaya çalıştığı Antalya hikâyeleri anlaşılmıyordu. Sarı Mustafa banktakilerin karşısına çimenler üzerine, arkasını kayın ağacına verip bağdaş kurarak oturdu. Keyifle kendisine tütünün en zehirlisi Händle’den bir sigara sardı. Sararken yine hayal âlemine daldı. İçi bir köz gibi yine cız etti ve “Ben bu mered yüzünden ne dayaklar yemiştim ‘Anadolu Federe İslam Devleti’ne bağlı medresede” diye düşündü. Sonra da kendisine yakıştırılan “kişilik parçalanmışlığının” toplumsal temelleri üzerine hiç de öyle bilimsel olmayan elzem ve hüzün dolu kendince yorumlarına daldı.
Bu nasıl bir devlet idi ki, çoğu “nazırları” ya üç vardiya Köln Ford fabrikasında çalışan işçi ya da belediyede çöpçü veya inşaatlarda emeklerini satan işçilerden oluşuyordu? Bir devletin hükümranlık sınırları içindeki Köln şehrinde bir zamanlar kurulmuş bu garip devletten bir başka ülkenin koca koca generalleri acaba neden korkarlardı ki? Asım’ın sesi aniden onu hayalinden bugüne getirdi. Şiirsever yine bir şairden ezber okuyordu:
Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Nasıl İstanbul’da Kastamonu nüfusundan fazla Kastamonulu, Erzincan nüfusundan fazla Erzincanlı ya da Sivas nüfusundan fazla Sivaslı varsa; onun kardeş şehri Köln’de de artık Safranbolu veya Gelibolu şehirlerindeki insanlardan daha fazla Türk yaşıyor şimdi.