“İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız” Tanpınar’ın İstanbul’u
Mehmet Samsakçı
İnsan eli, zevki, tercihi ve donanımıyla ortaya çıkan; daha çok toplumsal bir inşa ve imar kabiliyetinin ürünü olan şehir olgusunun, özellikle şehirleşmenin ve şehirliliğin “medeniyet”le, medenî olmakla ilgisi artık izah ve ispata ihtiyaç duymayan bir kabuldür. Zira medeniyet denilen, hayatı seviyeli, estetik ve pratik şekilde yaşama ve yaşatma kabiliyeti, sosyal bir uzlaşma ve organizasyon hâlini önce şehirde alır. Şehirler, bir dine, milliyete ve estetiğe yani kültüre sahip olan cemiyetlerin, Allah, insan, tabiat ve sanat algılarının, hayatı hangi hadlerde, nasıl yaşadıklarının en iyi aksettiği aynalardır. Evet, şehir bir tercih ve terkiptir. Bu tercihin sebeplerini ve terkibin unsurlarını anlamaksa bir kültürü çözmek demektir.
Şiir ve bir kısım hikâyeleri hâriç fiktif veya değil, diğer bütün eserlerinde Türk cemiyetinin geçirdiği safhaları inceleyen, bugünkü Türkiye’nin hangi şartların, fikirlerin ve hadiselerin ürünü olduğunu irdeleyen, tartışan ve sorgulayan Ahmet Hamdi Tanpınar, ilk yazı ve kitaplarından sonuncusuna kadar İmparatorluğun ve onun enkazından doğan Türkiye’nin ruhunu “şehirler” ekseninde aramış, İstanbul başta olmak üzere mâzisi, macerası, ruhu ve kişiliği olan şehirler üzerinde düşünmüştür. Romanlarının pek çoğunu da bu şehir dikkatleriyle “kültür-değişim-estetik-millî hafıza-geçmişle hesaplaşma, buluşma ve barışma” temleri etrafında kurgulamıştır. Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve yarım kalan Aydaki Kadın, Tanpınar’ın, vak’aları İstanbul’da geçen, insanları İstanbul’da yaşayan romanlarıdır. Roman, insan tabiatını ve davranışı anlamak, çözümlemek veya tartışmak demekse de insanı, ailesi, muhiti ve içinde yaşadığı cemiyetle beraber irdelediğinde yani zarfla mazrufu, iç âlemle dış yapıyı beraberce ele aldığında amacına ve başarıya ulaşan bir türdür. Dolayısıyla bir insanı “mekân”la bütünleştirmek; mekân içinde ve üzerinde incelemek romancının hem kozu hem de görevidir. Tanpınar da insanın mecburu hatta mahkûmu olduğu iki kuvveti, mekân ve zamanı (kastettiğimiz, insanın aynı zamanda iki mekânda olamama durumudur) çokça irdelemiş, vurgulamak ve derinlik katmak istediği bir his ya da fikri, eserlerinde çok defa bu iki unsur üzerinden belirlemiştir.
Konya, Bursa ve Edirne gibi eski ve İstanbul gibi zirve başkentler, bu mânâda Tanpınar gibi “estetikten ve sanatın ferdî tarafından feragat etmeksizin, beşerî duyguları, toplumsal fikir ve ideallerin içinde eritmeksizin”, tersten bir ifadeyle insanı cemiyet hatta bütün beşeriyetle beraber ele alan bir yazara ufuk açıcı ilhamlar vermişlerdir. Kısa süreliğine de olsa yaşadığı Erzurum, Konya, Ankara; defalarca ziyaret ettiği Bursa ve estetiğinin bel kemiğini oluşturan İstanbul, Tanpınar’ın, dolayısıyla da Türk Edebiyatı’nın Beş Şehir’ini oluşturmuştur. Bu yazıda işte yazarın Beş Şehir’deki İstanbul hassasiyeti ve dikkatleri üzerinde durulacaktır.
Bir defa Türk-İslâm estetiğinin ve medeniyetinin aynası ve zirvesi olan, tabiatla insan zevki ve iradesinin en güzel nasıl buluşabileceğini, insan elinin tabiata yani Yaratıcı Kudrete saygısızlık etmeksizin neler yapabileceğini örnekleyen İstanbul, Tanpınar’ın gözdesidir. Boğazı, surları, çarşıları, mabetleri, çeşmeleri vs. ile bir insanı fert olarak da, bir milletin ve medeniyetin mensubu olarak da kucaklayıp tatmin eden, neresinden bakılırsa oradan farklı bir çehreye bürünen İstanbul, Tanpınar’ın vazgeçilmez ilham kaynağıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi O, kurmak istediği dünyanın tohumunu İstanbul’da(n) atmıştır.
Huzur’da, sözünü rahatlıkla emanet edebileceği bir kahramanına “İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız.” dedirten, İstanbul’un, “bizim hakikî ruh mimarımız” olduğunu düşünen yani İstanbul’u bir sonuç olduğu kadar bir sebep, yapıcı, yaratıcı, şekillendirici, belirleyici bir kuvvet olarak gören yazar, (bir bölümünün adı “Şehir” olan, şehirle ilgili dikkatlerinin toplu hâle neşredildiği Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde “İstanbul işte budur. Nereye bakarsak bakalım, hangi ufuklara hasret çekersek çekelim, biz İstanbul’da ve İstanbul’la göreceğiz” der) Yahya Kemal’den aldığı bir terbiye ve metotla kültürü şehirde, tarihte yani millî hafızada aramış; aradıklarını da en iyi ve en çok İstanbul’da bulmuştur. Tanpınar’da “sevgi” kelimesi etrafında birleşen, “hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak”tan doğan Beş Şehir ise bir nostalji yumağı olmaktan çok maziyle bir hesaplaşma ve buluşma tecrübesidir. Bu benzersiz kitapta bazen çok enfüsîleşen Tanpınar, sözlerinin bir geçmiş fantezisi olmasını ustalıkla engeller ve özellikle İstanbul bahsinde, değişimin, maziyi red ve inkâr modalarının hızlandığı bir süreçte, bir aydının şehre nasıl bakması ve şehirde ne araması gerektiğini, bir estetin bir şehri nasıl yaşadığını, bir şehrin bir yazarı nasıl inşa ettiğini örnekler. Tanpınar’ın, diğer eserlerinde de akislerini ve benzerlerini çok rahat bulabileceğimiz İstanbul dikkat ve felsefeleri, Beş Şehir’de tekâsüf ve tekâmül eder. Böylece dinî ve sivil mimarîsi, musikisi, lehçesi, damak zevki, giyim-kuşam biçimleri, tabiatı, özellikle Boğaz’ı ile ortaya bir İstanbul şehrâyini çıkar. Dediğimiz gibi Tanpınar, çok defa yalnız kendisine has ağaçları, çiçekleri ve deniziyle, kısaca tabiî zenginlikleriyle önemsediği ve yazdığı İstanbul’un, asırların örsünde dövülmüş ve arka arkaya gelen nesillerin zevk, iman ve sanatlarıyla oluştuğunu defaatle vurgulamakla beraber asla çiğ bir nostaljiye ve mazi-perestliğe düşmemiş, maziyi daha çok bugünü yapan ve doğuran, aynı zamanda bugünün bakışıyla anlamlanan bir alan olarak görmüştür. Nitekim metnin bir yerinde de geriye dönmeyi, hatıralarını ve maceralarını anlattığı insanların arasına karışmayı yani gününden vazgeçmeyi hiç düşünmediğini, meselâ Süleymaniye’yi Yahya Kemal’in meşhur manzumesinin verdiği ilham ve zevkten mahrum olarak görmek istemediğini vurgular. Çünkü O’na göre asıl olan, asıl güzel olan özlemek ve hasrettir, insanın en büyük motivasyon aracı da aramak ve hatırlamaktır.
Beş Şehir’in İstanbul bahsi, Türkiye’nin, dolayısıyla Tanpınar’ın asıl problemlerinden olan Doğu-Batı, daha doğrusu Batılılaşma, yazarın tabiriyle “bir medeniyetten öbürüne geçme” konusunun da zaman zaman bir hatıra ve sohbet havasında tartışıldığı kısımdır. Zira devlet, toplum ve birey bu başkalaşmayı, değişmeyi önce İstanbul’da idrak etmiş, zevk değişimi ve inkırazı kendisini en önce İstanbul’da göstermiş, meselâ yeni ve modern mimarî, eski mimarînin heybeti, azameti ve zarafeti karşısında ilk bozgunlarını burada yaşamıştır. Bu yüzden yazar, eserinin bu kısmında klâsik Osmanlı mimarîsini de uzun uzun tartışmış, Sinan gibi bir dehayı yetiştiren kültürün aslında “inşa değil ibadet ettiğini”, küçüklü-büyüklü bu mimarî şaheserlerin basit bir şöhret ve sanat kayısıyla değil, manevî bir zindelikle vücuda geldiğini, eğlenmeyi de çok iyi bilen fakat en geniş mânâsıyla ibadeti bir vecde, zevke ve estetiğe bürüyen insanlar tarafından oluşturulduğunu söyler. İstanbul denen “terkip mucizesini” biraz da mimarîde arar ve bulur.
Bütün bu dikkatler arasında Tanpınar’ın, şehir mimarîsi ve peyzajı hakkında konuşurken bir sanat ırkçılığına düşmediğini, üstadı Yahya Kemal ve genel mânâda cedleri gibi “emperyal” düşündüğünü vurgulamak gerekmektedir. Tanpınar, Anadolu, İstanbul ve Rumeli topraklarında vücuda getirilen medeniyetten, medeniyetin çok bariz şekilde tecelli ve tezahür ettiği mimarîden bahsederken, bu toprakların eski sâkinlerinin eserlerine de daima saygı ile yaklaşır. Asıl yapıcılığın mevcudu korumakla başlayacağını düşünen yazar, Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde “Bir şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa, o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı hatıralar, zamanla kutsîlik kazanmış, tılsımın usta eli dokunduğu için canlanmış, ruh sahibi olmuş maddenin taşıdığı hatıralardır” diyecek kadar vizyon sahibidir. O, fetihten çok kısa bir zaman sonra İstanbul’a yeni bir çehre veren, fakat bu hamleyi, eskiyi yıkmak ve unutturmak şeklinde değil, şehrin, iklimin ve malzemenin gerektirdiği oranda onu yeni bir iman, yeni bir zevk ve estetikle devam ettirme suretiyle yapan Fâtih’i çok iyi anlamıştır. Sadece İstanbul değil, fethedilen hemen her yerde geleneğe ve şehre aynı saygıyı gösteren, yıkan değil fakat en çok “dönüştüren” nesillerin endişesini taşımıştır. Bu yüzden Tanpınar’ın şehir dikkatlerinin çoğunda, Müslüman-Türk’ün eski medeniyetler ve mensupları karşısındaki kompleksiz, kendinden emin tavrı karşımıza çıkar. Tanpınar’ın kültür, sanat ve medeniyet bahislerindeki meşhur “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” nazariyesi belki de en çok şehir ve mimarî için geçerlidir.
Tanpınar’ın, Beş Şehir’de dikkat çektiği çok mühim bir mesele de, bugünün nesillerinin, tarihe ve tarihî kişiliklere olan bakışlarının ne kadar “sakat” olduğudur. Zira yazara göre eskiler, kendilerine göre tarih olanlara veya tarihte kalanlara, eğer, din, millet ve memleket adına “iyi işler” yapmışlarsa hüsn-i nazarla, yüceltici şekilde, sevmek ve beğenmek için bakmışlardır. Hâlbuki bugünün modern insanı “fetih tarihini Garplılardan okuyor, Fatih’in hayatındaki aksaklıkları tenkit ediyor; ilim, sosyoloji falan yapıyor”dur. Bu farklılığa dair yaptığı bu tespitle Tanpınar, bazı şahıs veya meselelere çok saf, samimî ve tabiî şekilde bakmak gerektiğini, “akıl ve tenkit” odaklı yaklaşımların, spekülâsyon, kafa karışıklığı ve kalp huzursuzluğundan ya da itminansızlıktan başka bir şey getirmediğini vurgulamak ister gibidir. Manevî ve uhrevî bir hayatı olan, yaşadığı şehri de kendi hayatı ve gayeleri etrafında şekillendiren, mâzisi ve ölüleriyle yaşayan Ortaçağ insanına; inanan, inandığını yaşayan ve yaşama imkânı bulan İstanbul Müslümanına imrenen modern bir zihin vardır burada. Unutmayalım ki Tanpınar, bir radyo konuşmasında Yahya Kemal için kullandığı tabirle “bir kültürü şahsî bir macera gibi yaşayan, yaşamak isteyen adamdır.” Diğer eserleri gibi Beş Şehir’in önemi ve değeri de buradan yani Tanpınar’ın “nesli ve cinsi” adına konuşmasından gelir. Neticede okuyucu nezdinde, sadece kendisi olan ve sadece kendi adına, kendisiyle ilgili olarak konuşan veya yazan birisinin çekeceği ilgi sınırlı ve şüphelidir.
Söz yine Yahya Kemal’e gelmişken: Kendi Gök Kubbemiz şairi, Karaçi’den gönderdiği bir mektupta aziz dostu ve müstakbel editörü Nihad Sami’yi “Vatanı ve milliyetimizi sevmekten fazla bir meziyetiniz var: Sevmeği biliyorsunuz, bilerek sevmek dersini veriyorsunuz.” sözleriyle över. Bizce bu sözlerin bir diğer muhatabı da Tanpınar olmalıdır. Zira O’nun İstanbul sevgisi asla özenilmiş, ezberlenmiş, taklit ve şuursuz bir sevgi değildir. Tanpınar, evet, çok okuyan, çok kıyaslayan, çok şey bilen insandır. Fakat bu okumalar, O’nun gerçek bir şahsiyet, üslûp ve estetik oluşturmasını engellememiştir. Tanpınar bu sayede sevmeyi öğrenmiş, bize de neyi, nasıl ve ne ölçüde sevmek gerektiğini, neyin sevilmeye değer olduğunu, bilerek ve idrakine vararak sevmenin ne anlama geldiğini öğretmiştir. Dolayısıyla eserin İstanbul bahsinde isimleri geçen ve eserleri anılan yerli-yabancı yazarlar, şairler, seyyahlar ve bilim adamlarından yapılan alıntılar, bu derinlikli İstanbul tespit ve tahlillerinin kaynağını verirse de Tanpınar’ın özgünlük ve orijinalliğine halel getirmezler. Tanpınar okuyan, öğrenen fakat “evolve” eden adamdır ve diğer eserlerinde olduğu gibi Beş Şehir’de de her cümlesinde kendisidir. Bu kendisi olma ve kendisi kalma durumu, O’nun benzersiz tespit, terkip ve tahlil becerisi kadar “üslûbunda” yani ortak dile vurduğu şahsî damgada yatar. Beş Şehir’i diğer şehir monografileri veya anlatılarından ayıran şey de biraz bu üslûptur. Zira kaybedilen savaşlar, millî ve dinî izzet-i nefsin aldığı yaralar, neticede İmparatorluğun yıkılması, bunun enkazından yeni ve taze fakat ayakları üzerinde durması zaman alan ve çeşitli değerleri feda etmek zorunda kalarak kendisini ispat gayesi güden bir devletin kurulması, pek çok yazarı eskiye ve geçmişe götürmüş, artık yaşayamadığı fakat özlediği hayatı “hatıra ve şehir” yazıları yazmaya itmiştir. Yine Tanpınar’ın deyimiyle “Bir rüyadan arta kalmanın hüznünü duyan” bu yazarlar, Cumhuriyet’in ilk hatta ilerleyen yıllarında İstanbul’a dönmüşler, eski İstanbul’un renk ve zevklerini anlatan onlarca eserden oluşan bir yekûn vücuda getirmişlerdir. Her biri kendi çerçevesinde değerli olan, bugün de zevkle okunan bu kalabalık külliyatın müellifleri içerisinde Türkçe’yi en zevkli, revnaklı ve ustalıklı kullananlardandır Tanpınar. Bu mânâda estetik bir tabiat (“estetik” kelimesinin “duyarlılık” anlamına geldiğini hatırlayalım) dikkatli bir göz, terkip, temyiz, tespit ve tahlil kudreti böylesine bir Türkçe zevki ve kabiliyetiyle buluşunca İstanbul da asıl anlamına kavuşmuş olmaktadır.
* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi