Karanlık Sehir’de Hakikati Aramak
Hasanali Yıldırım
Baştan söyleyelim: Karanlık Şehir (Dark City), sinema tarihinde fazla miktarda rastlayamayacağımız nadirattan. Kelimenin tam manâsıyla gizli bir hazine. Bu tespiti yalnızca filmin yeterince tanınmamasına dayanarak değil, tersine, meşhur meçhullüğüne vurgu için ifade ediyorum. Alex Proyas imzalı ve 1998 tarihli Karanlık Şehir, örtmeye çalışmaksızın kullanmaktan çekinmediği onca klişeye karşın “mazisini arayan adam” figürünün çok ötesine geçmiş derinlikli bir film. Karafilm, polisiye, bilimkurgu, aksiyon ve drama… Hem bütün bunların herbiri ve harmanı, hem de hiçbiri.
Metropolis, 2001: A Space Odyssey, Brazil, Blade Runner ve Karanlık Şehir. Evet, ve bir de her nasılsa en titiz seçici ile en sığ tüketici arasındaki bütün sinema izleyici skalasını toptan kucaklamayı başarabilen Matrix üçlemesi… Bu filmleri öbür bilimkurgulardan ayıran en önemli nitelik özellikleri, yaşanan kimi olayların, kurulan kimi cümlelerin birer yananlam barındırması ve yalnızca filmin başrollerinin değil bazı karakterlerin, hatta sıradan figürlerin bile sembolik değerler taşıması.
Resim, fotoğraf, tiyatro, dans (ve elbette edebiyat) dışında çoklukla çizgi roman diline yaslanmaları ise nicel ortak paydaları. İçerik açısından baktığımızda da bu filmlerde bir arayışın, belli bir gerçeğin arayışının tahkiye edildiğini görürüz. Ve çoğun “Balık denizdedir ama denizde olduğunu bilmez.” durumları.
Hepsinin başka bir ortak özelliği daha var: Kendi zamanlarında anlaşılamamak, ancak belli bir süre geçtikten sonra hak ettiği değere kavuşmak. Ve kendilerinden sonra gelen benzeri yapımlara ağabeylik etmek. İşte Karanlık Şehir bu azınlık kümesinin mümtaz bir üyesi.
Film, ancak sıradan klasik sinema örneklerinde görülen bir uygulamaya, anlatıcıya başvurur. Modern anlayıştaki yönetmenlerin kaçındığı, çoğun olayların akışında arada kaynayabilecek kimi ayrıntıları, duygu durumlarını izleyicinin gözünün içine sokmaya, onu avucunun içine alarak dilediği tahassüs âlemine sürüklemeye sıvanan o dış ses bütün bunların yanında filmimizde farklı bir görev üstlenmekte: Hikâyesi izlenen adamın hikâyesini anlatırken aslında kendi hikâyesini anlatmak. Bu dış sesi çıkardığınızda da pekâla akacak böylesi bir hikâyeye anlatıcının eklenmesinin başka bir manâsı var demek ki: “Anlatılmak isteneni anlamak istiyorsan anlamı anlatılanda aramanın ötesine geç.” diyen.
Filmin prologu şöyle:
“Karanlık indi ilkin; peşinden de elâlem… Zaman kadar kadim idiler. Fakat en yeni alet edevata sahiptiler; ve âlemde tecelli edebilmek için talep etmenin kifayet ettiği edevata. ‘İntizam’ demekteydiler bu istidada…”
Ancak bu kadim millet ömrünü tamamlamak üzereydi. Medeniyetlerinin çürüme kokusu ayyuka çıkmıştı. Onlar da kendi âlemlerini terk ederek başka diyarlarda dolaşmaya başladılar; ölümsüzlüğün sırrını bulmak için.
Yolları mavi gezegene düştü bir gün. Ve orada yaşayan canlıları mercek altında incelemeye başladılar. Tahlil, tahlil, tahlil… Neyi arıyorlardı dersiniz? İnsanın hakikatini elbet! Çünkü bu hakikati buldukları ânda, hayatın hakikatinin esrarını da aynı zamanda sahipleneceklerini kavramışlardı. Hayatın hakikatini bilen, ölümün hakikatini de öğrenmiştir. Ölümün sırrına vakıf kişi, ölümsüzlüğe ermiş kişidir çünkü.
Yaşadığımız dünya, yaşadığımızı sandığımız yer değildir aslında. İnsanoğlu kadimlerin laboratuvarındaki bir denekten farksız; lâbirentinde peynirini arayan fare. Bütün bir dünya yeniden inşa edilmiştir. Eskisine tıpatıp benzer ama aslında ondan çok başkadır. Başkadır çünkü dünyaya benzer bu âlemde her şey mekanikleşmiştir. Ve herkes makine; handiyse.
Ve bir hekim. Vazifesi insanoğluna sıhhat bahşetmek. Ne ki bu yarı-kör ve topal hekim (Kiefer Sutrerland), insanoğluna şifa dağıtmayı bırakmış, kadimlerin deneylerine muavenet etmekte. Kendi cinsinin haini.
Peki insanın hakikatinin sırrını arayan o kadim millet nasıl bir deney yapmaktadır ve bu lâboratuvar nerededir?
Buyurun Karanlık Şehir’in hikâyesine…
İşbu şehrimiz ismiyle müsemmadır. Gün tamamen geceden ibarettir. Buna rağmen hayat akıp gitmektedir o kendine özgü ritmiyle. Gelgelelim geceyarısında, yani saat tam 12’de hayat birden duruverir. En hakiki manâsıyla. Bütün arabalar, trenler, tramvaylar… envai çeşit mekanik eşya tam neredeyse, hangi hâldeyse öylece durur. Ve elbette insanlar da. Tıpkı canları çekilmişcesine.
Film aslında modernizmi, en hafifinden modernitenin keşif kolu pozitivizmi yerle yeksan etmeye yeltenen bir yapım hüviyetine bürünmekte. Bu hüviyetin sembol karakteri de, gelişmeleri onun bakış açısıyla takip ettiğimiz anlatıcımız Dr. Paul Schreber, insanın hakikatini keşfetmek için dünyada kamp kuran ve deneylere girişen kadimlere yardım eden hain. Fakat zamanımızın kimi siyasileri gibi ihanetini demagojiyle süslemeye tenezzül etmez. Tersine, bundan bir haz almaya gereksinmeden kendisini suçlar da. Ve vakti zamanı geldiğinde safını belli etmekten kaçınmaz.
İçinde hakikatten bir pay barındıran her zahir gibi kadimlerin ruhun kimyasını tayin deneyleri basittir: Son derece iyi tasarlanmış ve bir yapbozun parçaları gibi içiçe geçebilen mekanizmalardan müteşekkil bir şehir üretimi. Evet, Karanlık Şehir’dir bu şehrimiz; serapa bir laboratuvar. Gün boyunca hayat mutad vechiyle devam eder bu şehirde. Herkes işinde, gücünde. Gelgelelim saat tam 12’de olanlar olur. Tam o vakitte kıyamet kopar; Karanlık Şehir’in kıyameti. Hem de öyle küçüğü değil; basbayağı hakikisi. Dedik ya, her gün aynı saatte hayat birden durur; hem de kelimenin en hakiki manâsıyla. Karanlık Şehir’e özgü bütün o mekanizma… trenler, tramvaylar, arabalar; bilcümle hareketli vasıtalar. Ve eşyalar. Ve insanlar da elbet. En son hangi konumdalarsa öylece kalakalırlar; âniden ruhları kabzedilmişcesine.
Aksak doktorumuz tam burada sahne alır.
Her ne kadar hikâyeperdaz vazifesi doktorumuz Daniel P. Schreber’ya düşse de esas adamımız o değil John Murdoch’tur. Kendisiyle bir otel odasında tanışırız; yeni bir ayarlamanın akabinde. Alnı hafifçe kanamaktadır ve salaşa çalan bir otelin banyosundadır. Nerededir, niçin oradadır, dahası kimdir hatırlamamakta, eşyalarını tanıyamamaktadır. Kendisine yabancı hissettiği mekânı keşif gayretiyle kolaçan ederken içinde bir süs balığı bulunan küçük bir kavanozu yere düşürüp kırar. O da susuz kalan balığı alır ve az önce içinden çıktığı su dolu küvete bırakır; tüm nezaketiyle. Ardından gardıroptakileri giyerken eline geçen bir kart; 50’lerin baskılarını andıran bir sahil manzarası: Shell Beach. Ve adamımızın zihninde beliren çocukluk hatırası: balkonuna çıktığı yalıdan görünen deniz…
Tam bu sırada telefon çalar; arayan doktordur. Kafasının karıştığını ama kendisinin ona yardım etmek istediğini; bir deneyde kimi aşamalar ters gittiği için hafızasını kaybettiğini ve oradan hemen kaçması gerektiğini söyler. Adamımız birden odada yalnız olmadığını fark eder; karyolanın yanında, yerde bir de ceset vardır. Hem de vahşice doğranmış bir kadın cesedi.
Anahtarlık, bavul ve doğru merdivenler. Kovalamaca başlamıştır. Aslında başlayan, adamımızın kendisini arayışından başka bir şey değildir. John Murdoch Karanlık Şehir’in labirentlerinde kendisini aramaktadır; kendisini, yani mazisini. Müfettişler ve kadimler de onu… Çünkü son kertede genç bir kadını vahşice öldüren seri bir katildir. Öte yandan, kadimler ölüme çare aramaktadır; yani insanı insan yapan değeri. Herkes bir şeyler aramaktadır bu şehirde.
Valensky adlı müfettiş kadimlerin sırrını, yani yaşadıkları hayatın asıl hayat olmadığını, tıpkı fareler gibi dev hacimli bir dolambaca tıkıldıklarını ve beherinin rasat altına alındığını keşfeder. Ne ki hiçbir hemcinsine kavradıklarını kabul ettiremez; tıpkı Platon’un metaforundaki görüngüler mağarasından dışarıya, yani doğaya çıkarılan ve geri döndüğünde eski arkadaşlarına hakikati anlatmaya çalışan adam gibi. Elbet aynı kaderi paylaşırlar: tahkir. Öte yandan, kadimlerin insana verdiği değer, insanın deney faresine verdiği değerin eşiti.
Müfettişten önce John Murdoch’u kadimler bulur ve biz de onun hakikatini alenen temaşa ederiz. Adamımız elbette sapkın bir seri katil değildir ama gene de bir sıradışılığı vardır. Başkalarında görünmeyen bir beyin gücüne sahiptir: telekinezi. Ve elbette kadimler bütün insan zihnine hükmedebilmekte, örneğin dilediklerini istedikleri ân derin bir uykuya garkedebilmekteyken John Murdoch bu menfi etkiden beridir. Üstelik kadimlerin intizam dedikleri istidada da malik. Handiyse onlardan biri…
Kadimler dünyadaki (Namı diğer Karanlık Şehir) insanın hakikatini arama misyonlarında ilgi nesnelerini değiştirmiş, başka bir ifadeyle genel anlamda “insan”ı anlamak yerine artık belli bir insanın, insan tekinin sırrını keşfetmeye yönelmişlerdi. Nasıl oluyordu da esfeli mahlûkat bir insan, onların sıfatlarıyla mücehhezleşebilmişti? Deneylerin beklenmeyen bir yan etkisi miydi bu yoksa insanın derinlerinde, görünmeyen yerlerinde bilmedikleri bir başka kuvvet mi gizliydi? Artık kadimlerin ana meselesi buydu. Bu meseleyi hâlledebilmeleri için de kendi yarattıkları Karanlık Şehir’in dolambaçlarında izini kaybettiren John Murdoch’u ele geçirmeliydiler.
Bu arada Karanlık Şehir’in nizam intizamıyla alâkalı ilginç bir ayrıntı: İnsanlar zahirde (yerüstü âlemde), kadimler ise derinlerde (yeraltında) ikamet etmekte.
Kadimlerin sır arayışı bu minvalde seyrededursun, John Murdoch için de arayış kesinleşmiştir: Herkesin adını bildiği, hatta birkaç hatırasının bulunduğu o esrarengiz yeri, Sheel Beach’i bulmak ve oradan da kendi hakikatine varmak…
Karanlık Şehir’in birçok panosunda Sheel Beach’in reklâmı vardır. Kumsala uzanmış genç bir sarışın o mekanik kolunu sallamakta ve geleni-geçeni Sheel Beach’e davet etmektedir. O yitip giden yokülkeye yani: çocukluğuna.
“Ben aslında bu çeşit felsefi veya metafizik nitelikler taşıyan filmlerle hemhâlim. Öyleyse bu filmi niçin keşfedemedim?” diye hayıflanmayın sakın. Bunun sorumlusu siz değilsiniz ki; yönetmenin bizzat kendisi. Nasıl mı? İsmet Özel’in şiirinden hareketle söyleyelim: Of not being a Jew gibi bir kabahat işlediği için.
Yunan asıllı, Mısır doğumlu bir Avustralyalı yönetmen ve Proyas olmak: Alman dışavurumu, çok az kişiye nasip olan sahici sembolizm, aksiyona kaysa da asla sıradanlaşmayan yananlamlarla örülü bilimkurgu, dışyüz okumaları için fazla derin karafilm emareleriyle harmanlanmış, dünyaya atılmışlık içinde insanın düştüğü çaresiz ve bitimsiz yalnızlığın şiiri. Çözüm önermediği gibi soru da sormaz Proyas. Hatırlatır! Unuttuğumuzu, dünya gailesine gömüldüğümüz için.
Karanlık Şehir’in şehri neye tekâbül ediyor? Burada şehir hem insanın yaşadığı mekân, hem de bu görünen anlamından çok, insanı insan yapan şeyin, yani ruhun (veya aklın, veya nefsin) içine hapsedildiği yer. O yüzden de ruhun kendisinden bağımsız bir biçimde karanlıktır; kötücüldür ve kendisinden kurtulunması gerekendir.
Platon’un belki de kendisi kadar meşhur mağara metaforu… Bu metaforu filmleştirmeyi tahayyül edin. Düzayak değil ama, sanatkârane. Karanlık Şehir’desiniz!
Ne ki makineleşmiş insanın içinde yaşadığı bu mekanik şehirde zahirin ardındaki batını bulmak, hakikate ermek hiç de kolay değil. Üstelik uğruna nice cefaların çekildiği hakikatin keşfinin insana huzur bahşedeceğini kim iddia edebilir ki?