İslam Müslüman Olmayana Ne Söyler!
Ekrem Demirli
“Rabbin kaza etti ki sadece O’na ibadet edeceksiniz.” (Ayet-i kerime)
“Kişi bunu bilse de bilmese de herkes sadece Allah’a ibadet eder.” (İbnü’l-Arabi’nin ayete dair yorumu)
İslam kendisine inanmayanlara ne vadeder? İslam’ın insanları ulaştıracağını beyan ettiği “saadet” sadece Allah’a ve hakikate dair ortaya koyduğu ilkelere “iman” edenleri mi kapsar? Yoksa o ilkeler yerine başka “dinî” ilkelere iman edenlere veya hiç inanmayanlara vaat ettiği bir şey olabilir mi? Kısaca İslam kendisinden olmayanlarla sahici bir ilişki kurar mı? Böylesi sorular bir bütün olarak İslam’ın insanlarla ilişkisi hakkında düşünülebileceği gibi, daha özelde İslam’ı yorumlayan ve insanlığa bir söz söylemeye çalışan Müslüman düşünürlerin insanlık mirasındaki yeriyle ilgili olarak da düşünülebilir. Müslüman bir düşünür Müslüman olmayana “malzeme” olmaktan öte sahici bir katkı sağlayabilir mi? Çağımızda daha da yaygınlaşan bir ilgi konusu olarak Mevlana Celaleddin Rumi, Yunus Emre veya İbnü’l-Arabi gibi sufiler insanlık mirasında neye karşılık gelir?
Meseleyi bu sorunlar zaviyesinden ele alırken ciddi bir sorunla yüz yüze geldiğimizi fark ederiz. Çünkü böyle sorular İslam veya daha genel olarak “Dinin maksadı nedir?” sorusuyla yakından alakalı olduğu gibi, felsefe ile din arasındaki farklılık da bu noktada tebarüz eder. Öte yandan bütün bu sorular “herkes için geçerli olmak ve herkese hitap edebilmek” anlamıyla İslam’ın evrenselliğinden hangi anlamda söz edebileceğimiz sorusuna eğilmeyi gerektirir. İslam hangi anlamda evrensel olabilir? Bütün insanlara bulundukları hâl üzere hitap edebilen ve onların dünyevi-uhrevi maslahatlarını ortaya koyan bir din midir İslam? Bu soruların değişik bakımlardan geçmişte ve günümüzde cari olduğunu akılda tutmak gerekir. Müslüman düşünürler “iman” ve İslam’ın ilkelerini tahlil ederken bu sorulara her zaman dikkat çekmişler, doğrudan ve dolaylı olarak bu sorular onların gündeminde olmuştur. Bu itibarla İslam filozofları metafizik anlayışlarını “akılcı” bir zeminde inşa ederken ortak bir evrensel dil aradıkları gibi, Mutezile kelamcıları bu ortak insanlık dili -akıl- ile vahiy arasındaki mutabakat sorunu üzerinde odaklanmıştı. Ehl-i sünnet ve öteki kelam ekollerinde ise “dinî” düşünce tarafı daha ağır basmış, aklın imkânları sınırlı kabul edildiği ölçüde evrensel dilden uzaklaşmışlardı. Bununla birlikte bu sorunlar onlar için de bir mesele olarak kalmıştı. Aslında bütün mesele şurada özetlenmekteydi: “Din insan için ne anlam ifade eder?” Bu soruyu geliştirdiği kurumları ve düşüncesi üzerinden dikkate alırsak, “Bu düşüncenin ve kurumların muhatabı kimdir, kime neyi kazandırır?” şeklinde de sorabiliriz.
Mesele sadece İslam’ın öteki insanlara ne verdiğiyle sınırlı değildi! Bunun yanı sıra Müslümanlar kendilerinin dışındaki inançlarla ve felsefi-kültürel mirasla ilişki kurarken bu sorulara dair cevapları onların bakış açılarını belirlemişti. Çünkü bu noktada da aynı sorun kendini göstermekteydi: “Bir Müslüman kendi inancının dışındaki ve hatta o inanca tamamen zıt bir inanca sahip bir düşünürü ‘sahici’ bir şekilde okuyabilir ve onunla ‘insanlık’ müşterek zemininde irtibat kurabilir mi?” Müslümanlar başından beri bu sorunun farkında olmuşlardı. Bu bahiste dikkate değer husus İslam geleneğinde sözü edilen “yüz yirmi bin küsur” peygamberden hareketle her düşüncenin ve kültürel unsurun nübüvvet kaynaklı olabileceğine dair kadim telakkidir. Müslümanlar için doğru olan şu veya bu şekilde “nübüvvet” kaynaklı olmalıydı. Genellikle bu doğru “bağlamından kopartılmış” veya “yanlış ifade edilmiş” olmakla malul, noksan bir doğrudur. Öteki kültür ve felsefelerle ilişki kurmak, noksan doğru ile ilişki kurmak demekti. Bu durumda İslam kendi dışındaki kültürlerde ve felsefelerde yer alan eksik doğruları ikmal edecek bir çerçeve ortaya koyarak noksanı “ikmal” ameliyesi görür. Bu yazıda bu soruna biraz daha farklı bir açıdan eğilmek istiyoruz.
İslam Müslüman olmayanlara yönelik genel bir hoşgörü ortaya koyabilmiştir. Bu itibarla İslam’ın “hoşgörülü” bir din olduğu hakkında mümin olmayanlar arasında da yaygın bir kanaat vardır. Bu hoşgörünün yegane istisnası müşriklerdi. Naslarda müşrikler hakkındaki kesin ve dışlayıcı tavır, bilhassa “Ehl-i kitap” denilen “muharref” dinlerin mensupları olmak üzere, öteki dinlere mensup insanlara gelince göreceli bir şekilde yumuşar ve yerini birlikte yaşama iradesine bırakır. Üstelik İslam’ın dile getirdiği bu hoşgörü günlük hayatta herhangi bir yetkisi ve gücü olmayan sıradan insanların ilişkisiyle sınırlı veya yüzeysel bir tebessümle kendini gösteren içten pazarlıkçı ve “takiyeci” bir hoşgörü olmadı, kuşkusuz! İslam ahlak nazariyesi teorik olarak bu hoşgörünün zeminini teşkil edecek ve ona meşruiyet kazandıracak şekilde tekemmül etmiş, merhamet, adalet, doğruluk, samimiyet gibi temel ahlaki ve insani değerler bu eksende tanımlanmıştı. Hz. Peygamber müşrik bir toplum içinde “emin” vasfını kazandığı gibi herhangi bir Müslüman için ahlak zaman, mekân ve muhatapları bakımından “ertelenebilir” bir davranış olamazdı. Her Müslüman yaşadığı zaman, mekân ve muhatap kitlesi içinde “ahlaklı” olmak zorunda idi. Aslında hoşgörüyü meşru ve zorunlu kılan şey, bu ahlak nazariyesi idi. İslam ahlak metinlerinde özellikle öğretinin geniş kesimlere ulaşmasında büyük rol oynayan menkıbelerde bu bahiste birçok örnek zikredilir. Bu örneklerde bir Müslümanın farklı inanç sahibi başka birisine dahi merhametli olması, sabırlı ve tahammüllü olması, cömertlikte ayrım yapmaması gibi unsurlar işlenir. Sözü edilen menkıbeler İslam ahlakının muhataba veya zamana ve mekâna göre değişmediğini dikkate alarak, ahlakın temel ilkelerinin bir Müslümana yönelik davranışta olduğu gibi Müslüman olmayana karşı da ortaya çıkması gerektiğini işlemiştir. Müslüman ahlakçılara göre ahlaklı olmanın yegane sebebi vardır: Allah ahlakın kaynağı olduğuna göre ahlak bizatihi iyi olandır! İnsan her kayıt ve şart altında ahlaklı olmalıdır ve bu noktada muhatabın Müslüman olması veya olmaması durumu değiştirmez. Öte yandan bu ahlakın hukuki çerçevesini oluşturan dinî hükümlerin illetleri bahsi dikkate değer unsurlar taşır. Her şeyden önemlisi can güvenliği evrensel bir ilkedir. İslam’da bütün hükümlerde gözetilen ana ilkelerden birisi budur ve bu noktada Müslüman olmak veya olmamak birdir. Öte yandan akıl, nesil, din güvenliği de benzer şekilde değerlendirilebilir. Öyleyse İslam hukuku ve ahlakı kendisine inanmayanı da dikkate alarak bir teori ortaya koymuş, “evrensel” norm inşa edebilmiş, yeryüzünde insanın maslahatı için gerekli tedbirleri almıştır. Hatta sadece insanların da değil! Bazı ayetleri ve hadisleri dikkate alırsak -yeryüzünde insanların yaptıkları sebebiyle fesadın çıktığından söz eden ayetin çağdaş yorumlarını hatırlarsak- yeryüzünün ve öteki canlıların maslahatını da dikkate almıştır. Yaklaşık son iki asırdır Müslümanların İslam’dan hareketle siyasal ve toplumsal bir teori –kısmen ideoloji– geliştirebilmelerinin temel nedenlerinden birisi buydu: İslam bütün insanlığa yeryüzünde ve/veya ahirette kurtuluş sunabilecek çareler ortaya koymuştur. Yeryüzünün ve içindeki tüm varlıkların selameti kadar insanın en azından yeryüzündeki selameti bu kanunlara uymaya bağlıdır.
Bu nokta, yani İslam’ın insanların yeryüzündeki maslahatlarını temin edebilme ve bunun için gerekli tedbirleri alabilme imkânları onu ideolojilere ve felsefelere yaklaştırır. Bu itibarla İslam’dan toplumsal ve bireysel hayat için devşirilecek çareler olabilir ve “iman” ilkesinden yoksun şekilde bile olsa İslam ile irtibat kurmak, onun hükümlerinden ve öğretilerinden bir maslahat elde etmek mümkündür. Bu itibarla İslam’ın hukuki hükümleri başta olmak üzere, ahlaki hükümleri, dinî düşünceyi inşa ettiği metinleri, sanatı vs. “iman”dan bağımsız olarak değerlendirilebilecek şekilde makuliyete sahiptir. Hatta bunu daha ileri götürerek, ibadetlere tatbik etmek bile mümkündür: Mesela oruç bir perhiz olarak düşünülebilir ve insanlar sağlıklı kalmak maksadıyla bundan yararlanabilirler. İslam’ın bu şekilde bir imkâna sahip olabilmesinin temel sebebi Allah’ın hükümlerinde kullarının her türlü “maslahatını” gözetmiş olmasıdır. Mutezile kelamcıları tarafından yorumlandığı hâliyle maslahat fikri, İslam’ı makul bir ideolojiye en çok yaklaştırabilecek ilkelerin başında gelir. Bu yönüyle İslam’ın inşa ettiği cemiyet ve şehir değerleri müminlerin olduğu gibi öteki insanların yeryüzünde mutlu ve huzurlu yaşayabilmesinin de zemini olabilir. Çünkü bu şehrin üzerine kurulduğu ferdî ve içtimai hayatla ilgili değerler, temel insanlık değerleriyle uyumlu veya en azından onunla çelişmeyen unsurlardan oluşur. Bu bakımdan İslam insanlık mirasından yararlandığı gibi, ona doğrudan ve dolaylı olarak katkı da sağlamıştır. Herhangi bir Müslüman düşünürün “iman” ilkesini paranteze alarak inanmayan birisine yakın gelebilecek tarafı bu insanî maslahat ve doğruluk ilkesi olmalıdır. Buradaki makuliyet ve insanilik İslam’ın takiyye yapmasını gereksiz kılar. Çünkü İslam’ın hükümleri dünyadaki saadeti istilzam edebilecek mahiyettedir ve bu nesnel bir hükümdür.
Peki İslam’ın herkese –hatta yeryüzüne– bir saadet getirebileceğinden söz etmek bu huzuru mutlak bir necata taşır mı? Başka bir ifadeyle İslam’ın yeryüzünde saadete taşıdığı insanlar için uhrevi bir saadetten söz etmek mümkün müdür? Burası İslam’ın yukarıda sözünü ettiğimiz felsefelerden ve ideolojilerden ayrıştığı noktadır. İslam’ı bir din kılan vasıf mutlak bir iradeye ve kudrete teslimiyet ve inkıyat ilkesidir. Buna iman diyoruz. İman sadece insanı Allah’a bağlamış olmakla kalmaz; bunun neticesi olarak yeryüzünü ahirete, dünyevi olanı uhrevi olana, zamanlı ve yaratılmış olanı ezelî ve ebedî olana bağlar, bütün bunlar arasındaki “irtibat” noktası imandır ve her şeyin esası da imandır. Bu nedenle İslam’ın esas meselesi Allah ve insan ilişkisini “iman” üzerinden temindir. İnsanın esas maslahatı böyle gerçekleşeceği gibi necat da iman ile mümkün olacaktır. İnsan Allah’a iman eder, o imanın gereğine göre hareket ederse kurtuluştan söz etmek mümkün olabilir. Bu durumda saadet bu imanın bir neticesi olarak ortaya çıkar.
Bu noktada akla gelebilecek önemli bir örneği zikredebiliriz. Bu örnek karanlık bir odada fili tanımlayama çalışan insanların hikâyesidir. Bunu körlerin fili anlatması şeklinde de düşünebiliriz. Karanlık odadaki insanlar fili tarife çalışırken sadece dokunma duyularından yararlanabilirler. Herkes kendi durumuna göre fil hakkında bir hüküm verir ve onu tarif eder. Neticede birbirinden farklı “fil tarifleri” ortaya çıkar ve fil hakkında bir çatışma yaşanır. Çatışmanın olmaması için bir şey lazımdır; fili birisi görmeli ve herkese neyi gördüğünü anlatmalıdır. Bu misal esas itibarıyla delillerin denkliği ilkesinden hareketle göreceliği izah etmek üzere verilmiş meşhur bir misaldir. Fakat misali yanlış anlamak pekala mümkündür. Çünkü odadaki insanları farklı dinlerin ve düşüncelerin mensupları sayıp İslam’ı da onlardan birisi kabul edersek, bu hikâyenin son yorumcularından birisi olan Mevlana’dan uzaklaşırız. Mevlana hikâyeyi odadaki insanların durumunu anlatmak üzere değil, fili bütün gören adına anlatmıştır. Fili bütün olarak gören ise din olarak İslam, kişi olarak Hz. Peygamber’dir. İslam diğer dinlere mensup insanlarla ve kültürlerle ilişkisinde bu misal üzere irtibat kurar. Herkes filin bir kısmını görmüştür ve kendince bir fil anlayışına sahiptir. İnsanların hakikatten nasibine düşen bu kısım olduğu gibi yeryüzündeki maslahat ve saadet bu hakikat bilgisiyle sınırlıdır. İslam ise fili, odayı, karanlığı ve odadakileri bilendir. Bu durumda hakikat bilgisine göre şehri ve değerleri inşa etmek İslam’ın hakkı olduğu gibi fille irtibatlı insanlara bütünlüğü anlatmak da onun hakkı ve görevidir. İnsanın saadeti filin bir kısmını bilmekle gerçekleşmez, bu aşikârdır! Bizi saadete taşıyacak olan filin bütünü hakkındaki bilgidir. Böyle bir bilgi ise iman ve teslimiyetten ortaya çıkar. İslam kendisinin inşa ettiği şehirde öteki insanları fili sadece bir parçasıyla tanımış kişiler kabul ederek irtibat kurarken tehlikeye de dikkati çeker. Bu tehlike “parça” ile yetinme temayülüdür. İnsan böyle bir “cüzi” bilgi ile yetinme temayülüne sahiptir ve insan için büyük tehlike buradadır. Bunu bilimler arası irtibatlarla açıklamak istesek, metafizik ilmiyle öteki tikel ilimlerin ilişkisini hatırlayabiliriz: Biri külli ve tamı bilirken öteki ilimler cüziyi bilir; biri bizatihi var ve meşru iken ötekiler metafizik sayesinde var ve meşru olur. İslam bu yorumla kendisini “kaim kılıcı” ilke kabul ederek şehri inşa eder. Hoşgörünün çerçevesini bu “kaim kılıcılık” belirlediği gibi sahih “iman”dan yoksun olanlar için yeryüzü hayatıyla sınırlı saadet de buradan ortaya çıkar. Bu yorumla “evrensel olmak” mutlak hakikate mutabık olmakla örtüşerek yeni bir mana kazanır. Davet ederken “evrensel” olan İslam mutlak saadeti sadece bu küllinin bilgisine erenlere sunacaktır. İslam’ın dile getirdiği sahih iman ilkelerinden mahrum kalanlar için İslam’ın söyleyeceği yegâne şey şudur: “Dünyada kördünüz (karanlık oda), ahirette de!”