Kudüs Şiddete Boyun Eğmeyen Kozmopolitizm
Talisker Donahue
Son yıllarda yapılan tercüme çalışmaları özellikle Osmanlı’nın son dönemlerindeki Kudüs’e ışık tutmaya başladı. Profesör Roberto Mazza’nın, dinlerarası ahenge sahip bir ütopya toplumu olarak değil de “kayıp sesler” olarak tanımladığı bu kaynaklar, şimdilerde birbiriyle rekabet hâlindeki ulusal taleplerle yarılmış üç dinli bir şehre kozmopolit bir bakış sunuyor.
Büyük usta Edward Said’in de içinde olduğu bazıları –millet sistemini içinde barındıran– bizzat Osmanlı modelinin Ortadoğu’daki mevcut siyasal duruma tercih edilebilir bir seçenek olduğunu, fakat Osmanlı’nın ihdas ettiği yapının yalnızca çok küçük bir zaman dilimi için kozmopolit bir ortam yaratmış olduğuna dikkat etmenin önemli olduğunu ileri sürmektedir. Sami Zubaida’ya göre, Osmanlı kozmopolizmi modern bir olgudur, ancak çerçeve daha dar olabilir. Yol göstermesi açısından geriye dönüp bakacak olursak, bütün imparatorluğa nostaljik bir pembe gözlüklerle bakmak yerine, Osmanlı 20. yüzyılın başlarında bölgedeki kolonyal denetimini merkezîleştirdiğinde dahi toplumda ortak bir saygı ve hoşgörü kültürünü yaratmış Kudüs gibi şehirlerdeki halka bakmak daha yararlı olabilir. Ud sanatçısı Wasif Jawhariyyeh ile öğretmen Khalil al-Sakakini gibi kişilerin “kayıp sesler”inin yardımıyla, İngiliz mandasından önce bir modern Kudüs vizyonu ortaya çıkmaya başlamıştır; bu gösteriyor ki, fiziksel, düşünsel ve inançsal olarak parçalara ayrılmış şehre dair genel düşüncemizde çok da yanılmış sayılmayız. Aslında bu dönem imparatorluğun ulus fikrini kabullendiği, ancak şehirde, arada kalmış bir akış içinde kozmopolit bir toplumun ortaya çıktığı bir dönemdir. Batı’nın demokrasi, özgürlük ve ulusal egemenlik kavramları imparatorluk boyunca yayılırken Kudüslüler ortak bir kimliğe sahip farklı bir toplum yaratıyordu. I. Dünya Savaşı ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü bu durumu değiştirmedi, Kudüslülerin zihinlerinde ve davranışlarında bu kimlik taşındı; bu kısmen hâlâ görülmekte ve bize umut vermektedir.
20. yüzyılın başlarında dayanışma ve toplumsal değerlerin dışavurumunda ortaya çıkan sert karışıma katkıda bulunan bileşenler 19. yüzyılın ortalarında Tanzimat diye adlandırılan dönemde bir araya gelmeye başladı. Kudüs bölgesi için bu, şu anlama geliyordu; büyük ve özerk bir şehir, İstanbul’daki hükûmetin gittikçe daha da yoğunlaşan kontrolüne girmeye başlıyordu. Kudüs hızla devletin önemli bir merkezi hâline geldi. Kısa sürede bölgenin başkenti ve Şam, Selanik ve Bağdat’taki reformların ana merkezlerinden birisi oldu. Bununla birlikte, bölgesel iktidar güçlendirildi ve yerel kamu hizmetleri mahallelere tevdi edildi. Osmanlılar, bu aşamada, Arap vilayetlerinde muhtemelen bir çeşit kolonyal misyon sürdürmekteydi, fakat İstanbullu yetkililer şehirde çok az görülmekteydi.
Reformlar vatandaşlık yelpazesini genişletme ve dolayısıyla da seçmen kitlesini Müslüman çoğunluğun ötesine taşıma sürecini de başlattı. Ancak 1870’te Kudüs’ün yedi kişilik meclisinde yalnızca bir Hristiyan ve bir Yahudi vardı. Bu durum, erkek nüfusun yalnızca yüzde beşinin seçimlere katıldığı 1898 yılına kadar düzelmedi ve yerel idareci Mehmed Tevfik tarafından yapılan eleştirilere yol açtı. Bununla beraber, bu kez özellikle gazetecilik ve seyahatin de içinde yer aldığı kültürel faaliyetlerde bir patlama yaşandı. Yahudi meclis üyesi David Yellin gibi şahıslar dahi alternatif yönetim şekillerini öğrenmek için Avrupa’ya gitti.
İşte Wasif Jawhariyyeh böyle evrilmekte olan bir toplumsal ve kültürel ortama adım atmıştı; yakın zaman önce Arapça aslından İngilizceye tercüme edilen günlükleri şimdilerde zevkle okunmakta ve akademik olarak da dönemin son derece önemli bir resmini sunmaktadır.
Jawhariyyeh Kudüs’ün şu anda Müslüman bölgesi olarak bilinen kısmında yaşamış ve babasının komşularıyla olan yakın ilişkileri münasebetiyle Ortodoks Hristiyan olan ailesi Müslümanların Ramazan Bayramlarına katılmışlardır. Wasif bizzat Faslı bir dostu tarafından kendisi için yapılmış tamburuyla ilahilere eşlik etmişti. Paskalya ve Yahudilerin Purim Bayramı da bu çoğulcu ve açık toplum tarafından aynı şekilde kutlanmaktaydı. Yahudiler Şimon’un mezarlarını ziyaret ederken Müslüman ve Hristiyanlar da vadide hep birlikte Endülüs şarkıları söyleyen kalabalığa katılırdı. Bu pozitif birliktelik Osmanlı’nın ve Kudüs tarihinin en önemli olaylarından birinde, 1908 devriminde siyasallaşacaktı. Jön Türklerin liderliğindeki anayasal devrim, 1908’de şu çarpıcı beklentiyle gerçekleştirildi: Toplumsal ve siyasal olarak Osmanlı vatandaşlığı altında eşitlik vardır ve millet ancak böyle bir durumda kişisel kimliği belirler.
1908 devrimi Sultan II. Abdülhamid’i 1877’de ilga ettiği anayasayı yeniden yürürlüğe sokmaya mecbur etti. Bununla birlikte Tanzimatçılar (İttihat ve Terakki) görünürde Tanzimat’tan türeyen ilk dalga Genç Osmanlılar tarafından dile getirilen dine dayalı millet sistemine karşı Batı’nın eşitliğe dayalı vatandaşlık kavramına inanmaktaydılar. Devrim Kudüslüler tarafından umut, beklenti ve vatanseverlik karışımı duygularla karşılandı.
6 Ağustos 1908’de, İngiliz konsolos Edward Blech’in bildirdiğine göre Osmanlı anayasasının yeniden ihdası haberleri uzak vilayetlere doğru yayılmıştı. Blech’in seçkinler arasında devrimin ilgi uyandırmadığını belirtmesine karşın hareketin bu erken aşamasında bile, Kudüslülerde dinî sınırları aşacak insancıl vatandaşlığı destekleme yönünde bir iştiyak vardı. Hem Müslüman hem de Hristiyan temsilciler Blech’i ziyaret etmiş, fanatik olmadıkları ve eşitlik arzu ettikleri yönünde onu temin etmişlerdi.
İki gün öncesinde, 4 Ağustos’ta Yafa’da birçok gösteri oldu. Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler büyük bir grup hâlinde toplanarak vatanseverlik vurgulu konuşmaların yapıldığı ve halkına özgürlük tanıdığı için Sultan’ın övüldüğü askeriyeye doğru yürüdüler. Şehrin ana caddesi gece yaklaşırken aydınlatılıyordu; hakiki bir kozmopolit ruh içinde farklılıklar beliriyordu ve bunlar şehrin kimliği olarak addediliyordu; her millet bayrağını sallıyordu. Saat 11 olduğunda kalabalıklar hiçbir tartışma yaşanmaksızın kendi yollarına gittiler.
Dört gün sonra bu aynı ruh Kudüs’e yayıldı, Vali Ekrem Bey kışla avlusunda anayasayı kamuoyuna duyuruyordu. Yafa’da olduğu gibi çeşitli dinlerin mensupları barış içinde toplanmıştı; birçoğu üzerileri “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” şeklinde sloganlarla süslenmiş kurdeleler taşıyordu. Resmî idareciler reformları uygulamaya sokmak için bir araya gelirken devrimin ve anayasanın güzelliğini metheden konuşmalar yapılıyordu.
Yeni yapılmış belediyenin avlusunda, genç Wasif Jawhariyyeh geçidi ve halkı izliyordu. Yafa gibi sokak ve evler binlerce mumla aydınlatılırken tüm şehrin de bayrak, çiçek ve ağaç dallarıyla donatıldığını gördü. Şehrin kuzeybatısında, gelecekte Hristiyan ve Müslüman mahallelerini birbirinden ayıracak olan yola götüren Şam Kapısı, şehir sakinlerinin özel süslemeleri ve kutlamalarıyla öne çıkıyordu. Burada vatansever şarkılar söyleyerek dans ediyor, herkese dağıtılan gülsuyu limonatalarından içiyorlardı. Jawhariyyeh bunu “benzersiz” bir an olarak hatırlıyordu.
Tanzimat reformları altında eğitim gören bu okuryazar sınıflar, devrimin imparatorluğu yönelttiği yolun net olarak farkındaydılar ve öğrenmek istiyor, kendilerini ifade edecek yeni yollar arıyorlardı. Hem basın hem de eğitim sistemi yeni vatandaşların ihtiyaçlarını karşılamak için muazzam bir dönüşüm sürecine girmişti. Yapıcı bir enerji patlamasıyla, 1908-1914 yılları arasında yaklaşık otuz dokuz yeni yayın ortaya çıktı. Bunlar, halka Osmanlıcılığın öneminden bahsederken özgürlüğün ve demokrasinin ne demek olduğunu da öğretmekteydi.
Kudüs’te evrilen eğitim ortamı da hem devrim dilini öğrenme hem de çocukların ufuklarını kendi dinî ve kütürel sınırlarının ötesine genişletme ihtiyacını yansıtmaktaydı. Khalil al-Sakakini’nin Düsturiyye okulu bu kozmopolit bir arada varoluş için gerekli hümanist eğitimin müşahhas örneğiydi. Sakakini bu dönemdeki vatansever Osmanlı kozmopolitizminden kişisel hümanizme dönüşümü özetlemektedir.
Esasen Sakakini Arap milliyetçiliğinin özgün bir sesi olarak görülmüştür, ancak 1908’in akabindeki bu ümit verici dönemde daha çok kozmopolitizm çerçevesinde hareket etmiştir. Milliyetçilik ve kozmopolitizm de her zaman birbirini dışlayıcı değildir; Fanon, The Wretched of the Earth adlı eserinde ulus inşasının bir amaç olmadığını ancak uluslararası, kozmopolit bir bilinci beslemenin aracı olduğunu ima etmektedir.
Sakakini, Düsturiyye okulunu, 1909’da, Osmanlıcılık, liberalizm ve reformu teşvik ederek şehirde bulunan üç dinin mensubu gençlere eşit bir biçimde eğitim veren bir kurum olarak açmıştır. Aynı zamanda o, öğrencilerin bireyselliğine önceki okullardan çok daha fazla odaklanmıştı. Bu öğrenciler arasında Wasif Jawhariyyeh de bulunuyordu. 1909’da Wasif ve kardeşi Tawfiq, Schneller okulunda öğrenciydiler. Her ikisinin de dayak yediği bir olay üzerine Wasif’in babası onları Sakakini’nin ve yeni okulunun bakımına verdi. Sakakini’nin sınıfları geleneksel değildi ve ders kitabı gibi formaliteleri bir kenara bırakarak hikâyelerle genç dinleyicilerinin dikkatini çekiyordu. Ayrıca Wasif’in bir önceki okulunda maruz kaldığı fizikî cezalandırmayı ilk yasaklayan da oydu, zaman zaman öğrencileri azarlasa da onlar tarafından büyük saygı görmekteydi.
Okulun merkezinde yalnızca spor ve Arapça yoktu, Hristiyan öğrenciler ayrıca Kur’an okumaya da teşvik ediliyor ve bu noktada kendilerine yardım ediliyordu. Wasif bizzat Kur’an okumayı benimsedi, bu, dinî ve gramatik nedenlerden dolayı değil, daha çok Kur’an Arapçasının şiirselliğinden dolayı idi. Bu Kur’an okumaları onun müzik yeteneğini geliştirmesini sağlıyor ve kutsal ayetler aracılığıyla telaffuz estetiğini ona öğretiyordu. Sakakini eğitimini verdiği değerlerin bir nümunesiydi; kendi günlüğünü sık sık sesli olarak okur, diğer okulların hiyerarşik sistemlerine meydan okuyan ve öğrenci ile öğretmen arasındaki şahsi ve gayriresmî bağlantıyı teşvik eden bir aile ruhu yaratırdı.
Bu dönem kısa süren bir umut dönemi oldu ve bu kısa süre içinde Osmanlıcılığın asırlardır kısmen özerk olmuş bir milletler ve kültürler mozaiğini benimsemekten çok tek bir devlet kimliği ve idaresi yarattığı netleşti. İstanbul’dan gelen maddi ve manevi destek kurudu ve oy kullanma üzerindeki mülkiyet kısıtlamasının kaldırılması gibi vaatler hiçbir zaman gerçekleşmedi. Grev ve protestolar daha da yaygınlaştı ve Filastin gibi gazeteler mayalanmakta olan tatminsizliği körükledi. 1912 seçiminden önce Jön Türklere verilen destek öylesine azaldı ki İttihat ve Terakki’nin yalnızca tek bir adayı olabildi; diğer iki aday muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensubuydu.
1913’te İngiliz yetkili McGregor, olayları öngörürcesine, Kudüs halkının Osmanlı idaresinden hoşnut olmadığını ve hizipçi fikirlerin kristalleşmeye başladığını yazıyordu. Jön Türk devrimi Kudüs sokaklarında bütün kültürler tarafından kutlanırken İttihat ve Terakki’nin 1913’te gerçekleştirdiği darbe McGregor’a göre “şevksiz karşılanmıştı”. McGregor şu sonuca varmıştı: Türkiye’nin buradaki idaresi biterse Mısır’ı ve Süveyş Kanalı’nı denetim altında tutan güç hangisi olursa olsun “otoritesini Filistin’e doğru genişletmeye (…) mecbur kalacaktır.”
Buna karşın Kudüs kozmopolitizmlerin inşa edildiği, ifade edildiği ve yaşandığı bir yerdi. Üç dinin olduğu bir şehirde savaş ve sömürgecilik evrilen hümanizmi yok edemedi. Fertler kendi etnik ya da kültürel gruplarını korumak için içlerine kapanmıyordu. Kudüs’te yaratılan şehir kültürü her iki tarafın da ortak tarihine, Osmanlı reformuna katkıda bulundu ve Batılı fikirlerin yayılması, tüm insanlığı kuşatmak maksadıyla bakışları dışarı çevirdi. Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin ardından geriledi. Asker İhsan Turjman şöyle yazıyordu: “Ben yalnızca ismimle Osmanlıyım, yoksa bir dünya vatandaşıyım.” Benzer şekilde 1915’te, yetkililerin kendisini Arap ayrılıkçılığıyla suçlayıp, Düsturiyye okulunu kapatarak onu sürgüne göndereceğine inanan Sakakini de şöyle yazmaktaydı: “…Ben Hristiyan ve Budist değilim, Müslüman ve Yahudi de değilim. Arap olmadığım gibi, İngiliz, Alman ve Türk de değilim. Ben sadece âdemoğullarından biriyim…”
Kudüslüler artık çoğulcu bir dünyadaki farklı bireylerden ve siyasi sistemlerden ayrı, Diyojen’e çok daha yakın bir formda kozmopolitler. İşte bugün orada hâlâ var olan bu kozmopolitizm versiyonudur. Herkesçe paylaşılan çoğulcu bir kültür, ulusların birbiriyle rekabet eden talepleriyle parçalanmış bir şehrin siyasi yönetiminde değil, bilakis -tam da Kudüs’ün doğası gereği- bireylerin yaşamlarında neşet etmiştir, ki bu, muhafaza edilirse bölgede bir reformun membaı olmaya da muktedirdir. Jawhariyyeh, Sakakini ve Turjman bunun tarihî örneklerdir ve kozmopolitizmin atan kalbi hâlen Kudüs’tedir.
Huda İmam aşağı yukarı elli çocuğu şehir turuna çıkarmıştı. Bir Müslüman çocuk Kutsal Kabir Kilisesi’nde namaz kılıp kılamayacağını sordu. O, “İstediğin her yerde namaz kılabilirsin… Çocukluğumdan beri, mum yakmayı, Fatiha okumayı ve bu kiliseyi ziyaret ettiğimde dilek dilemeyi sevmişimdir. Bir Kudüslü olarak, bunun kültürümün bir parçası olduğunu düşünüyorum.” diye cevap verdi. 2008 yılında Kudüs’ün Arap kültür başkenti olarak oylanması tartışılırken Huda İmam şehri “insanlık ve maneviyatın dünya başkenti” olarak tarif emişti; eminim ki bu Sakakini ve Jawhariyyeh’in alkışlayacağı bir tarifti.