İslam Kozmopolitizmi
William Gallois
Bilim insanları kozmopolitlik düşüncesinin antik ve modern dönemlerde, bariz bir şekilde Batı’da doğup gelişmiş olduğuna odaklanma eğiliminde olsa da İslam ve kozmopolitizmin tarihi birbiriyle gerçek manada iç içe geçmiştir. Yunanca kozmopolites kavramı, M.Ö. 3. asırda Diyojen ile birlikte ortaya çıktığında (Diyojen, kendisine “Nerelisin?” diye sorulduğunda “Ben dünya vatandaşıyım!” demişti) hiçbir millete ya da politik sisteme mensup olmama düşüncesi zaten Yunan ve Mısır kültüründe asırlardır mevcuttu. Eduard Zeller’in gözlemlerine göre, bu tip fikirleri geliştiren Stoacı ve Kinik felsefecilerin çoğu yakındoğuluydu (küçük Asya, Suriye ve doğudaki Yunan adalarından geliyorlardı) ve geliştirdikleri felsefe şehir devletinin emperyal iktidarından ziyade sürgündeki birinin ya da bir yabancının geliştirdiği türden bir felsefeydi. Örneğin “Ben kendimi bir toplumun hiçbir köşesine hapsedemem, ben her yerin yabancısıyım.” diyen Sirenaykalı (Libyalı) Aristippos böyleydi.
Romalı yazar ve düşünürler, insanlıklarını dar bir gruba hasretmekten ziyade tüm dünyayı vatanları gibi görenlerin tecrübe ettiği iyi yaşamın kazanımlarını ve sorumluluklarını vurgulayarak kozmopolitlik düşüncesinin etik yönlerini geliştirmeye devam ettiler. Epiktetos’un işaret ettiği gibi, “Bizim insanlık sözleşmemiz yalnızca yoğun ilişkilerimizin olduğu kimselerle, yahut da seçkin, varlıklı ya da iyi eğitimli kimselerle değil, tüm insan kardeşlerimizledir. Kendinizi cihanşümul bir toplumun üyesi olarak görün ve buna uygun hareket edin.”
Yine, Seneca’nın müşahade ettiği gibi, “Kendiniz için yaşamak istiyorsanız diğerleri için yaşamalısınız.” Birçok araştırmacının gözlemlediği üzere, bu evrenselciliğin Hristiyanlığın gelişimi üzerinde derin etkileri olmuştur; İslam düşüncesi üzerinde daha büyük bir etkisi olup olmadığı konusu ise tartışmalıdır.
İslam’ın evrenselciliği, gelişimi açısından, Plotinos ve Yeni Platoncu düşüncenin tesir etmesiyle, fakat aynı zamanda tercüme faaliyetleri ile bize eskiçağ felsefesinden çokça yararlanma fırsatı sunmuş ve bu bilgiyi hem batıya hem de doğuya nakleden bir din bahşetmiş müteakip kültürel sentez sayesinde, her şeyden önce, ciddi anlamda “Yunan”dır. Ulus fikri, İslam muhayyilesine her daim yabancı olmuştur ve Diyojen’in düşüncesine hassaten duyulan hürmet, onun fikirlerinin İslam filozoflarınca klasik hukukun merkezinde tutulduğunu göstermektedir.
İlgi çekici bir biçimde, Diyojen’in meşhur bildirgesi M.S. 10. asırda el-Sicistani’nin Müntehab Sivanü’l-Hikme’sinde Arapçaya çevrildiğinde, kendisinden sadece tek kelimeyle bahsedilmemiş, bir düşüncenin izahı şeklinde şu ifadelerle yer bulmuştu: “Evimin ne kadar geniş olduğunu bilseydin, senin evin dâhil, dünyadaki bütün evlerin onu ihata edemeyecek kadar küçük olduğunu görürdün. Dünya benim evimdir, gökyüzü de onun çatısı.” Bir diğer deyişle, insanoğlu olarak vazifemiz, Tanrı’nın yarattığı bir dünyada yaşadığımızı ve bu yerde, onlar da bu paylaşılan yerde Tanrı tarafından yaratılmış oldukları için tüm insanların gözlerinde görmek zorunda olduğumuz ortak insanlığın ayırdına vararak, dünya vatandaşı statümüzü kutlamamız gerektiği bilincine varmaktır.
O, İbn Fatik’in ilk defa Kastilyan diline (1230 civarında), sonra Latinceye (1280 civarında) ve Fransızcaya (1390 civarında), son olarak ise İngilizceye (1477) çevrilen Muhtarü’l-Hikem ve mehâsinü’l-kelim adlı derleme kitabı yoluyla Batı hukukuna geçen kozmopolitizmin bu versiyonudur. İşte bu sebeple, Hristiyan dünyasının, siyasi ve teolojik nedenlerden dolayı böyle bir felsefeyi Kilise’nin öğretileriyle uzlaştırmayı güç bulduğu bir zamanda kozmopolitlik düşüncesinin canlı kalmasını sağlayanın ortaçağ İslam dünyası olduğuna inanmak için ikna edici sebepler bulunmaktadır.
Bu tercüme yolculuğunun İberya’da temerküz etmesi büyük bir sürpriz olarak görülmemelidir, çünkü nasıl ki Bağdat, Yunan düşüncesinin Arapçaya tercümesi projesinin kalbi olmuşsa, o zamanlar İslam ve Arap ilminin Avrupa’daki kültürlere nakledildiği yerler de muhtemelen Endülüs şehirleri olan Kurtuba, İşbiliyye, Gırnata ve bilhassa Tuleytula idi. Endülüs’ün benzersiz kültürü, her şeyden önce, M.S. 8. asırda bağımsız Emevi emirliğinin kurulduğu ilk günden itibaren entelektüel kültürüyle olduğu kadar toplumsal teamülleriyle de ciddi derecede kozmopolit idi. Abbasiler tarafından vatanlarını terk etmeye zorlanan bir yönetici sınıfın nostaljik sürgün kültürü, Endülüs’ün ilk büyük Emevi hükümdarı I. Abdurrahman’ın şu şiirinden daha güzel başka hiçbir yerde ifade edilmemişti:
Rusafe’nin ortasında bir palmiye ağacı duruyor,
Batıda doğmuş, palmiyeler diyarından uzakta.
Ona dedim ki, “Ne kadar da benim gibisin, sürgünde ve uzakta”,
Eşinden dostundan uzun zamandır ayrı durumda,
Sen de yabancısı olduğun topraklardan fışkırdın,
Ve ben, tıpkı senin gibi, yuvamdan uzaktayım.
Bu demek oluyor ki, bir hükümdar bile, bir yabancı hayatı yaşamanın ne olduğunu bilebiliyor, ötekilerdeki, farklı olanlardaki, sürgünlerdeki, mültecilerdeki ortak insanlığı görme etik ve kozmopolit görevinin ne olduğunu takdir edebiliyordu. Pratik anlamda bu, Hristiyan ve Yahudi kültürleri İslam ile olan temasları dolayısıyla yoğun olarak melezleşirken, İslam’ın İberya’da kurduğu medeniyetten bir şeyler ödünç aldığı bir kültür üretti. Bunun tezahürlerini en iyi, I. Abdurrahman’ın himayesinde inşa edilen Kurtuba Büyük Camii’nde görmekteyiz; Abdurrahman ilhamını, yalnızca, Bizans mimarisinden etkilenen Şam’daki Büyük Emevi Camii’nden değil, aynı zamanda Hispanya’nın su kemerlerinde görülen Roma yapı tekniklerinden de almıştır.
Aynı şekilde Yahudilerin, (sonradan kiliseye çevrilen) aşağıda, Tuleytula’daki Santa Maria La Blanca’da görülen İslami tarzdaki motiflere duyulan derin saygıyı ortaya koyan sinagoglar inşa etmeye başlamış olmaları şaşırtıcı addedilmemelidir.
Son olarak, Hristiyan krallıklar güneye doğru ilerleyip Müslüman Endülüs’ü fethetmeye başladığı zaman, yani “Reconquista” döneminde bile Kastilyalı ve Aragonlu seçkinlerin Endülüs kültürüne duyduğu hayranlık kendi zevk ve iktidarlarının bir göstergesi olarak inşa ettikleri binaların her yerinde İşbiliyye’deki Alkazar’da olduğu gibi göze çarpmaktadır:
8. asırda, İslam hâkimiyeti altında Arapların yeme-içme ve giyinme âdetlerini tercih ederken kendi inançlarını yaşamayı sürdürebilen İberyalı Hristiyan toplumlar (mozarabic) ortaya çıktığından beri bu tür kültürel alımlar İberya Hristiyanlığı’nda var olmuştur. Bu tür melez kimlikler her zaman kozmopolit ideallerin dışavurumuymuş gibi davranmamıza gerek yok; çünkü elbette ki ortaçağda ezilmiş ve ortadan kaldırılmış kimliklere örnekler bulabiliriz, ancak modern pencereden bakıldığında bu kadar çok Müslüman, Hristiyan ve Yahudinin, kendilerini ortak insanlığa içgüdüsel olarak ait görerek bir diğerinin geleneğini ödünç almaya açık olmaları, hâlâ çarpıcı bir biçimde karşımızda durmaktadır.
Şüphe yok ki, toplumsal çeşitlilik ve kültürel alım biçimlerinin yerini tek dil, tek inanç, tek kültür ve tek ulus etrafında bina edilmiş siyasi oluşumların alması, İberya’da İspanya ve Portekiz ulus devletlerinin askerî olarak yaratılması 15., 16. ve 17. asırlar boyunca buradaki kozmopolit mirası sona erdirdi. Çeşitlilik ya yasal zorlamalar yahut da etnik temizlik yoluyla dayatıldı. Diyebiliriz ki, M.S. 1492 senesi, kozmopolitizm ideali Avrupa’da toplumcu ulus-devlet tarafından kesin bir yenilgiye uğratıldığında, modern tarihte önemli bir eksen oluşturmuştur. Bu, aynı zamanda, kuzey ve güney Amerika’ya doğru yayılmacı itkilerle küreselleşen bu tür devletler aracılığıyla tüm dünyaya ihraç edilmiştir.
Esasında, kozmopolitizmi tecrübe eden İslam dünyasında, bu noktadan sonra, kozmopolitizmin evvela Mağrip, Akdeniz ve Osmanlı imparatorluğunda binlerce Endülüslü Yahudi ve Müslümana yuva sunularak ayakta kaldığını ileri sürebiliriz. Kozmopolitizm her zaman imparatorluklarla bağlantılandırılmıştır -Kinikler milliyet ve millî duygulara muhalif olmanın kendi çıkarlarına olduğunu ileri sürmektedir- ancak hiç kuşku yok ki Osmanlı dünyasının temelinde benzer çeşitlilik ve çokkültürlülük düşüncesi bulunmaktadır; bu kültürel olduğu kadar pratik nedenlerle de böyledir. İslam her zaman için bir hareket ve ticaret dini olmuştu; bu dinin büyük şehirleri, Venedik gibi Avrupa şehirlerinde de olduğu üzere, bilhassa bu tür bir dışa açıklığı ve onun getirdiği iktisadi malları hoş karşıladığından iktisaden başarılı idi. Millet sistemi, farklılığı müştereğin toplumsal ve siyasi düzenini bir arada tutmanın bir yolu olarak değerlendiren bir sistemi yücelten, payitahttan görece fazla önemsenmeden gönderilen idareci ve askerlerle kadrolandırılmış, geniş bir imparatorluğu yönetmek için gerekli özgürlükleri tanımaktaydı.
Hâl böyleyken, biz nasıl olur da bugün “İslam kozmopolitizmini yeniden canlandırabilir miyiz?” diye sorabiliyoruz? Her şeyden öte, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya, azınlıkların, farklılığın ve çeşitliliğin güçlü devletler ile dinin dogmatik versiyonlarının hâkim olduğu kültürlerde risk altında olduğu bölgeler olarak görülmektedir. Bu, IŞİD’in, Sünnî-Şiî hizipçiliğinin, Hristiyan ve Yahudilerin Irak gibi ülkelerden temizlenmesinin dünyasıdır (çünkü onların ataları da 1960’larda Cezayir gibi ülkelerden kaçmıştı). Ezidiler ve Mandeanlar gibi antik inanç toplulukları için tehdit daha da büyük; kozmopolit ideallerin yardıma çağrıldığı yerlerde durum iyice sığlaşıyor, mesela Dubai, çeşitliliğiyle övülen bu şehir kozmopolit olmaktan çok uzak, çünkü temellerinde kendisine itibar edilmeyen göçmen işçilerden oluşan bir köle sınıfının boyun eğdirilmesi yatıyor.
Bununla beraber, Batı’da ve başka yerlerde yaşayan Müslümanların da muhakkak ki dâhil olduğu günümüz İslam dünyasında kozmopolitizmin derin köklerinin pek çok güçlü damar hâlinde yaşadığını fark etmek mühimdir. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, en kalabalık mülteci nüfusa ev sahipliği yapan ülkelerin hepsi, Pakistan’dan Türkiye, Ürdün, Suriye, İran ve tabii ki Lübnan’a kadar, Arap-İslam dünyasındadır. Savaş ve iç karışıklık yüzünden paramparça olmuş hayatlarıyla bu korkunç durumdan kaçan mültecileri kabul etmek ve onlara açık olmak, günümüz dünyasında son derece kozmopolit nitelikte eylemlerden birisidir. Bu dünyada yabancıyı kardeş gibi karşılamak Diyojen’in ruhunda yaşamaktır. İşbu sebeple, bu tür yerlerin ve toplumların, çoğunlukla ülkenin toplumsal dokusuna ciddi derecede tesir edecek olmasına rağmen, cömertlikle bütün insanlığa sundukları küresel iyinin farkına varmak hayatidir; çünkü Pakistan ve Lübnan gibi ülkelerde gördüğümüz üzere ötekinin insanlığının farkına varmayı seçmenin doğurduğu maliyet, hem buralarda bulunan siyasi sistemler hem de halklar için oldukça büyük olabilmektedir. Bunlar, elbette ki, zengin Batılı devletlerin taşımaya pek de gönüllü olmadığı maliyetlerdir ve kozmopolit retorik ile kozmopolit eylem arasındaki farka çarpıcı bir örnektir.
Bugünün dünyasında, Avrupalı devletlerin Ortadoğu’da ihdas etmiş olduğu ulus devlet sisteminin yapaylığı konusuna dair çok sayıda tartışma var. Bazı durumlar abartılmakla birlikte, hiç şüphe yok ki, İslam dünyasındaki çoğu ülkenin sınırlarının kırılganlığı, keyfî bir biçimde çizilmiş ulusal sınırları olan bir cemaat (insan topluluğu) içerisindeki bir dizi yarar ve çıkar yoğunlaşmasından ziyade, kolektif ve küresel vatandaşlık düşüncesinin dışavurumu olan kozmopolit imparatorlukların uzun mirasının, müspet anlamda, bir yansımasıdır. Bu demek değildir ki, imparatorluklar ve ümmet gibi kolektiflik düşünceleri Müslüman siyasetinin tek makul çıkış noktasıdır; bu noktada, kozmopolitizm idealinin daha sıkıntılı alanlarda, bilhassa da İslam dünyasındaki şehirlerde geliştiğini hatırlamamız gerekmektedir.
İşte tam da bu noktada, bugün, dünyamız bize kozmopolitizmin köklü mirasının hâlâ yaşıyor olduğu ve bu dünyayı inşa eden kadınların ve erkeklerin kalplerinde ve zihinlerinde bulunduğu yönündeki bir iyimserliğin işaretlerini vermektedir. Benim bunu fark etmem, Filistinlilerin serbest geçişini engelleyen, üzerine aşağıdaki vurucu resim de dâhil bir dizi siyasi duvar resminin yapıldığı meşhur “Barış Duvarı”nın bulunduğu Beytüllahim’e yaklaşırken, işgal altındaki Batı Şeria’da oldu:
Böyle bir duvar resmini, iyimserlikle, Ortadoğu’daki kozmopolit idealin saklı gücünün simgesi olarak okumayı tercih etmenin bir nedeni, Diyojen ve Stoacıların yazılarında bulduğumuz basit düşünceleri açığa vuran biçimdir. Dışlayıcı toplumsal düşüncelerin, toprağı, dini topluluklara aidiyetle tanımladığı ve insanlar arasında mutlak farklılıklar olduğunu iddia ettiği “şimdi ve burada”nın vahşi gerçekliğine rağmen bu duvar resmini yapan ressam, hemen yanı başındaki Kudüs şehrinden neşet eden umut ve barışı görmektedir. Resimde görülen Eski Şehrin ortak inançlarının tarihi ve zengin çokkültürlü mimarisi, ülkenin semalarında uçan bir güvercin ile bu yerin halkına ilahî bir sevginin gönderildiği (yahut da yukarıya doğru gönderilen bir sevgi) bir merdiven üzerinden çağrılmaktadır. Burada şehir, mikrokozmosta bir dünyadır; birbiriyle yan yana yaşayan insanların miras ve tecrübesinin, içinde bir diğerine duyulan içgüdüsel sevginin insani ve siyasi ilişkilerin başlangıç noktası olduğu daha iyi bir Filistin’i tahayyül etmek açısından anlamlı olduğu umudun mekânı.
Marcus Aurelius’un ortaya koyduğu üzere, “Evren bir çeşit devlettir.” O, bireylere ya da topluluklara ait olmaktan çok paylaşılmakta olan bir yerdir. Mekânın mülkiyeti fikrinden/kavramından kurtulduğumuzda, klasik çağın kozmopolit ideallerine ve Seneca’nın “Tek ebeveynimiz dünyadır.” inanışının iyimserliğine geri dönmeye başlayabiliriz. Görevimiz dünya vatandaşları olarak yaşamak, Kudüs gibi şehirlerde umudu görmektir; bu şehirlerin zengin tarihinde ve orada karşılaştığımız, bizlerde kendi içinde geleceğe dair büyük bir umut barındıran, eşit insanlıkla kutsanmış olduğumuz fikrini destekleyen insanlardaki umudu.