Müzik ve Medeniyet
Kudsi Erguner
Müzik kelimesinin menşei olarak kabul edilen Müz (muse) adlı periler, Yunan mitolojisine göre, tanrı Zeus’un Mnémosyne’den (hafıza) olan dokuz kızıdır. Yani müzik, tanrısal güç ile hafızanın birlikteliğinden doğmuştur.
Dünya hayatının geçici zevklerinin ötesinde, en derin, en yüce hisleri, fikirleri ifade edebilen müzikler zaman ve mekânı aşarak evrensel bir boyut kazanmışlardır. Müzik sanatı medeniyetlerin özüdür. Dolayısıyla bölgelerle, kavimlerle, cografyalarla, geçici siyasi fikirlerle ve buna bağlı olarak verilen kararlarla sınırlandırılamaz. Müzik, tüm his ve fikirleri, dilleri, dinleri, farklılıkları unutturarak, mânâda buluşturur. Çin’den Hindistan’a, Sümerlilerden Mısır’a, Eski Yunan’a, Romalılara, Selçuklu’ya, Osmanlı’ya kadar zevkler, ilimler, sanatlar medeniyetlerden medeniyetlere bir meşale gibi taşınmıştır. Binlerce yıl öncesinden 18. yy’a kadar sekteye uğramadan devamlılık içinde taşınan Doğu medeniyetleri meşalesinin son temsilcisi ise Osmanlı toplumudur.
Lakin 18. yy’ın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan Nasyonalizm–Ulusçuluk hareketi Avrupa’daki imparatorlukların yıkımına sebep olduğu gibi, Osmanlı’yı, bir diğer anlamda, Doğu Medeniyeti’ni de sona erdirdi. Sömürgecilik amacıyla endüstriyelleşen ve bu sayede zenginleşen Batı ülkeleri, kısa zamanda, imparatorluk devirlerinin kültürel mirasına tekrar sahip çıktılar. Tarihî müziklerini çağdaş ve evrensel bir değer olarak tüm dünyaya kabul ettirirlerken, kimi aydınlar da devletlerinin çöküş döneminde Batı ülkelerinden gelen bu rüzgâra tutulup, bir an önce çağdaş olabilmek amacıyla uydurdukları yapay teorilerle kendi medeniyetlerinin yıkımını hızlandırdılar.
Örneğin medeniyetlerin ortak kaynağını eski Yunan uygarlığı olarak kabul eden kimi ulusalcı düşünürler, aynı yoldan çıkarak Batı’nın ilerlediğine, bizim ise geri kaldığımıza inanmışlar, kısa zamanda büyük mesafeler katedebilmek için, bir an önce eldeki her şeyi terk ederek Batılılaşmamız gerektiğini savunmuşlardı.
Ziya Gökalp’in Türkçülügün Esasları adlı kitabında Osmanlı müzik mirası hakkında aşağıda aktardığımız sözleri buna emsal teşkil edebilir:
’’…Doğu müziği de Batı müziği gibi eski Yunan’dan doğmustur. Yunanlılar halk ezgilerinde tam ve yarım sesleri yeterli görmeyerek bunlara dörtte bir, sekizde bir, onaltıda bir sesleri eklemişler ve bu sonrakilere çeyrek sesler adını vermişlerdir. Çeyrek sesler doğal değil yapaydır. Bundan dolayıdır ki hiçbir ulusun halk ezgilerinde çeyrek seslere rastlanmaz… Çeyrek seslerle medeniyet olamaz…!’’
Hâlbuki, Batı müziği dahi, Barok sonrasına kadar Bizans, Osmanlı ve diğer dünya müzikleri gibi eşitlenmemiş, armonik mikro aralıklar kullanmış, çeyrek ses mevhumu ortaya sadece 1932 yılında Kahire’de yapılan müzikoloji kongresinde atılmıştır.
DOĞU VE BATI ROMA
325 yılındaki İznik konsülünde Hristiyanlığın resmen kabulünden sonra Batı ve Doğu Roma, diğer bir deyişle Katolik Latin dünyası ile Rum, Süryani, Ermeni, Kopt, Maronit tüm Doğu Hristiyanlarının dinî yaşamlarının birbirlerinden ayrılması bir ikileme yol açtı.
İmparator Konstantin’in 330 yılında Bizans şehrini Konstantinopolis-Yeni Roma yaparak açtığı tarih sayfasında, eski ve yeni Roma şehirleri birbirinden farklılaşan iki medeniyetin simgesi oldu. Batı Roma halkı ortaçağ ve kilise baskısında yaşarken, Bizans asırlarca göz kamaştıracak olan bir zerafete ulaştı.
Bugün Bizans müziği dedigimiz kilise müzigi aslında Hristiyanlığın ilk yıllarında Filistin ve Suriye’de bulunan Yahudi sinagog müziklerinin devamıdır. Rumların, yani Yahudi olmayanların İsa dinine girmesiyle yeni bir din oluşunca, mabetler de sinagoglardan ayrıldı. İlk Hristiyanlar Tevrat’tan alınma metinleri psalmodi olarak okumayı devam ettirdiler, İbranice, Süryanice ve Rumca şiirleri müziğe uygulayarak ayinlerine eklemeye ancak bir asır sonra başladılar. (İlahiler-Hymnes)
İlk kilise müziklerinin M.S. 103 yılında ölen Ignace Théophore ile, yine aynı yıllarda yaşamış olan Justin tarafından bestelendiği ve bu müziklerde eski Yunan’dan kalma, Dorien, Lydien, Phyrigien, Mixolydien makamlarının kullanıldıgı bilinmekte.
RUM VE ERMENİ BESTECİLER IŞIĞINDA OSMANLI’DA MÜZİK
Klasik Batı Müziği’nin Avrupa ülkelerinin ortak değeri olması gibi, Klasik Doğu Müziklerinin makam ve aralıkları üzerine de etnik, millî veya bölgesel etiketler konamaz. 10.yy’dan itibaren Hindistan’dan Anadolu’ya kadar, Türk, Arap, Rum, Ermeni, Kürt, Yahudi, Süryani vs. birçok kavmi yöneten Selçuklular, oluşturduklari sentezi de Osmanlılara miras bıraktılar. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile bu çeşitlilik ve zenginliğe Bizans’ın haşmeti ve zerafeti de eklenince Klasik Osmanlı Kültürü doğmuş oldu. Osmanlı’nın başsehri olan İstanbul’da padişahlar İslam medeniyetine yakın gördükleri Doğu Hristiyanlığını güçlendirip, Rum ve Ermeni Patrikhanelerini desteklediler. Geleneklerine bağlı kalan Doğu Hristiyanları, sömürgecilikle zenginleşen Batı ülkelerinden gelen Katolik misyonerlerin etkisiyle, başta Ermeniler olmak uzere, 17.yy’dan itibaren Latinleşmeye başladılar.
Ekfonetik, yani alfabetik müzik yazısını geliştirerek ilk kilise eserlerini notaya alan besteci, müzisyen ve şair Şamlı Aziz Yahya (Saint Jean de Damas 676-756) Bizans müziğinin başlangıcı olarak kabul edebilir. 12.yy’da yaşamış olan Aya Sofya Kilisesi’nin birinci hanendesi Jean Kukuzelis, Şamlı Aziz Yahya’nın yazı sistemini geliştirerek kolaylaştırmış, bestelerini, müzik nazariyatını ve tekniğini içeren bütün yazmalarını, daha sonra her şeyi terk edip rahip olarak kapandığı Mont Athos Manastırı’nın rahiplerine bırakmıştır.
Osmanlı müziğinin adı ve eseri bilinen ilk Rum müzisyeni 1610 yılında vefat eden Petraki Lampadarios’dur. Galata Mevlevihanesi’nde neyzenlik yapan, aynı zamanda da Patrikhane’nin Lampadarios’u, yani baş mugannisi olan Petraki, dervişler arasında Tiryaki mahlasıyla anılırdı. Günümüze gelebilen yedi peşrev ve iki murabba onun ne kadar büyük bir besteci olduğunun ifadesidir. Bugün notaya alınmış eserler büyük bir arşiv teşkil etse de bilinmeyenlerin çok daha fazla olduğu kesindir. Patrikhane’deki ve adalardaki manastırların kütüphanelerinde Bizans notası ile yazılmış müzik hazineleri olduğunu tahmin etmekteyiz.
Kendisi Rum olmasa da 1687–1693 yılları arasında İstanbul’da rehin olarak yaşayan Moldavya Prensi Dimitri Kantemir, Rum Ortodoks Patrikhanesi ile Osmanlı Padişahı Sultan II. Ahmed’in himayeside Enderun’da yetişmiştir. Galata Mevlevihanesi şeyhi Nayi Osman Dede’nin bulduğu müzik yazı sistemini geliştirerek Kitab-ı İlmü’l-musiki ala vechi’l-hurufat adıyla yazdığı risalesi sayesinde 350 eserin bugüne kadar ulaşmasını sağlamış, büyük hayır işlemiştir. 1690 yılında vefat etmiş olan Angeliki ise Prens Kantemir’in tanbur hocasıdır, onun Rehavi, Kürdi, Acem ve Tahir makamlarındaki peşrevlerini risalesinde notaya almıştır.
Sultan III. Ahmet ve veziri şair, bestekâr Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın saraylarında yaşanan Lale Devri’nin bestecilerinden, Tanburi ve Hanende Zaharya (Zaccharias) ise muhteşem eserleriyle bilinen en ünlü isimdir. Lampadario’su, yani baş hanendesi olduğu Patrikhane için dinî eserler de veren Zaharya, Rumca sözlü eserlerinin yanı sıra Divan şiirleriyle Klasik Osmanlı Müziği’nin formlarında eserler de bestelemiştir. Bestenigar Kârı, İsfahan, Uşşak, Puselik, Aşiran, Hicaz, Hüseyni makamalarındaki Murabbâları, Hüseyni aksak semaisi ve Hicaz makamındaki yürük semaileri bilinen eserleri arasındadır.
1799 yılında vefat eden, I. Abdülhamid ve III. Selim devirlerinin bestecisi İlya Efendi hakkında çok az sey biliniyor. Sadece, sazkâr makamında bestelediği murabbâ, aksak semâî, yürük semâî, mâhur makamında bestelediği murabbâ ve yürük semâî ile evc mâye makamındaki peşrevi günümüze gelebilen bu bestekârın, söz ve bestesi kendisine ait olan eserlerinden aynı zamanda çok kudretli bir şair olduğu da anlaşılıyor.
Sazkâr makamındaki agır semâî:
Nice bir bülbül-i nâlân gibi feryâd ideyim
Nice pervâne gibi şem’i rûhun yâd ideyim
Sen bana etmiyecek râhm-u terâhhümler idüp
Senden ey şûh-i cefâ-pîşe kime dâd ideyim
Sazkâr makamındaki Farsça sözleri kendisine ait olan yürük semâî:
Biyâ ki kaddi tu der bâg-ı cân nihâli menest
Mehi cemâli tu hurşîd-i bîzevâli menest
Kemanı Osmanlı sarayına ilk kez tanıtan, Sultan I. Mahmud döneminde yaşayan Kemânî Corci Efendi’dir. Bu sazın en büyük ustaları son devre kadar hep Rum sanatçılar olmuştur. Todoraki, Kemânî Zafiraki en tanınmışları arasında sayılabilir. Klasik kemençe olarak bildiğimiz kemençe sazının en yetenekli icracıları da yine Rumlardır. Aynı zamanda önemli besteciler olan “Usta” lakaplı Yani Aga, Hristaki, Vasilaki, Nikolaki ve Aleko Bacanos gibi üstadlar sayesinde kemençe günümüze kadar yaşatılabildiği gibi, besteledikleri şarkılar, saz eserleri de hâlen aynı zevkle dinlenmektedir.
Lavta ve ud sazlarında da Rumlar arasından büyük üstadlar yetişmiştir. Andon Batrik Kiryazis, Hristaki Kiryazis ve Civan Aga olarak bilinen Lavtacı Zivanis Kiryazis kardeşler son devirleri, eserleri ve icralarıyla etkilemişlerdir. 1970’li yılların başında, İstanbul Radyosu’nda, yanında ney üflemek şansına erdiğim Yorgo Bacanos ise, maalesef son zamanlarda tanburla gitar arasında dolaşan ud icrasına kıyasla, geleneksel tavrın bence son ustasıdır.
Ermeniler ise bilinmeyen bir nedenle Osmanlı müziğine ancak 18.yy’dan itibaren tam anlamıyla katılmışlardır. Ermenice ile sadece kilise müzikleri besteleyip, diğer müziklerde Dîvan Edebiyatı’nı tercih etmişlerdir. Adı ve eseri bilinen ilk Ermeni besteci, 17.yy’da yaşadığı tahmin edilen, yine Prens Kantemir’in notaya aldığı, Kürdi makamındaki peşreviyle Murad Çelebi’dir.
Baba Hampartzum Limonciyan, lakabından da anlaşılacagı üzere, Osmanlı Ermeni müziğinin babası sayılır. Meryem Ana Kilisesi’nin baş hanendesiyken, Mevlevi dergâhlarına da devam eden Hampartzum, Yeni Kapı Mevlevihanesi’nde Hammamizâde İsmail Dede Efendi’nin talebesi olmuştur. Kendi ismiyle anılan Ermeni Neumatik nota yazısını geliştirmiş, son nesillere kadar kullanılan bu yazı sayesinde, birçok eserin unutulmamasını sağlamıştır. Klasik formlarda bestelediği eserlerin hemen hepsi birer şaheser olan Hampartzum’un bestelerinde seçtiği şiirlerden ne kadar derin bir zevk sahibi olduğu anlaşılır.
Enderunlu Osman Vasıf’ın aşağıdaki tasavvufî şiirini mânâsına uygun olarak Hisar Puselik makamında ve murabba formunda ne kadar güzel bestelemiştir.
Kim olur zor ile maksûduna reh-yâb-ı zafer
Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder
Kıl sözüm ârif isen gûş-i kabûl ile güher
Mihneti kendine zevk itmedir âlemde hüner
Gam-ı şâdi-i felek böyle gelir böyle gider.
Yine Hampartzum’un çağdaşı olan bestekâr Oskiyan Efendi (Vaskiyan) ney ve tanbur üstadıdır. Hatta kilisede org yerine ney üflemeyi önermiş ama Patrik tarafından kabul edilmemiştir. Sultan III. Selim’in hocası, bestekâr, neyzen, tanburî ve şair olan Yahudi Tanburi Isaak Fresco Romano’dan ders almış, daha sonra da Sultan II. Mahmud’un ney ve tanbur hocası olmuştur. Oskiyan’ın talebeleri arasında Neyzen Salim Bey, Baba Raşid, Rifâî şeyhi Abdulhalîm Efendi gibi üstadlar vardır. Abdülhalîm Efendi’nin talebeleri olan Suphi Ezgi, Mesud Cemil Bey’i de ekledigimizde Oskiyan Efendi’nin bugünkü bütün tanburîlerin ve yine talebesi olan Neyzen Sâlim Bey ile de neyzenlerin üstadı olduğu kolayca anlaşılır.
Elliyi aşkın eseriyle klasik repertuarın önemli bir kısmını oluşturan Nikogos Melkonyan Aga, İsmail Dede Efendi’nin talebesi, Galata Mevlevihanesi’nin şeyhi Ahmed Celaleddin Dede’nin de hocası olmuştur.
Diğer bir deyişle, Tateos Enkserciyan, Asdik Aga, Bimen Şen Dergazaryan, Leon Hancıyan gibi Ermeni bestecilerin eserleri olmadan Osmanlı musikisini icra etmek mümkün değildir.
Türkler, Rumlar, Ermeniler, Araplar, Acemler devirlerinin tüm diğer bestekârlarıyla, müzisyenleriyle, hoca, talebe, dost hatta kardeş yakınlığı içinde aynı edebiyat ve müzik zevkini paylaşmışlardır. Asdik Aga olarak bilinen Asadur Hamamciyan, dostu, bestekâr Şevki Bey’in vefatında üzüntüsünü, sözleri de kendisine ait olan, karcıgar makamındaki aşağıdaki şarkısıyla ifade eder:
Nihân oldu gözümden bestekârım
Gidince Şevki merhum neşem kaldı yarım
Çıkar eflâke artık ahu zârım
Sanatkârlar arı gibidir, hangi çiçekten beslenirlerse onun balını üretirler. Osmanlı döneminin sanatçıları, içinde yaşadıkları çok uluslu toplum sayesinde, binlerce yıllık medeniyetlerin özünden esinlenerek sanatlarını yüceltmişler. Ne yazik ki bugün Türk Sanat Müziği denince akla, şiirinde mânâ, nagmesinde makam olmayan birkaç eğlence şarkısı, Rum müziği denince buzuki ve taverna müzigi, Ermeni müziği denince de bugünkü Ermenistan’ın Kafkas türküleriyle, düdük gelmekte.
Toplumun yaşadığı yozlaşmadan kurtulabilmesi için Osmanlı mirasını anlaması, asırlardır tarihi, estetiği, zevkleri, felsefeyi, ilmi velhasıl her şeyi paylaştığı Doğu medeniyetleri ile barışması gerekir. Bu sadece Türkler için değil, başta Rum ve Ermeniler olmak üzere Osmanlı toplumunun tüm diğer ögeleri için de geçerlidir.
Doğu medeniyeti maalesef artık harabedir. Latinlerin Eski Roması, Konstantin’in Yeni Roma’sı ve Fatih’in İstanbul’una galip gelmiş, akabinde de dünya medeniyetlerinin çoğu Atlantik ötesinin şamatasında kaybolup gitmiştir.
Günümüzde ise ne mutlu ki, genç müzikseverler arasında makam musikisine, uda, kanuna, neye, tanbura, kemençeye ilgi gittikçe artıyor. Özellikle Yunanistan ve Türkiye’deki ölü topraklarda baş gösteren bu filizlerden, yepyeni bir ümit doğmakta. Bakalım nasıl bir çiçek açacak…