Metropolis Bir Şehre Ruh Aramak
Hasanali Yıldırım
Metropolis… Meçhul bir geleceğin ürpertici bir ihtişam barındıran kocaşehri… Madde namına hiçbir eksiği yoktur bu metropolün.
Her evresinin en ince ayrıntısına değin mükemmel tasarlanmışlığı neresine bakılırsa bakılsın alenileşen bu varlık kütlesi, içinde barındırdığı insanatıyla, hayvanatıyla, nebatatıyla, cemadatıyla devasa bir makinedir. Ve elbette mekanik aksamıyla.
Bilim kurgu türünün ilk ve saygın örneklerinden 1927 tarihli Metropolis’in banisi Avusturya kökenli Alman yönetmen Fritz Lang. Mimarlık eğitimi alan yönetmenin bu donanımı, filmin görsel, mekânla ilgili ve zihni tasarımı için fevkalâde münasip bir vasıf niteliğinde.
Sinemaya ilkin senaryoyla giren Alman dışavurumculuk anlayışının en iyi ve en ünlü yönetmeni Lang, ilk önemli çıkışını Dr. Mabuse ile gerçekleştirir. İnsanları çağcıl zamanların etki tekniği hipnoz ile “bağladıktan” sonra soygunlara girişen doktorumuzun hikâyesi ile Metropolis’in arkaplan hikâyesi, ilk ânda öyle görünmeseler de aslında birbirleriyle irtibatlandırılabilir. Her iki film de çağdaş insanın ruh, zihin ve his dünyasına sarkmaya niyetlenen yapımlar. İlki bu niyetini birey üzerinden tespite yeltenirken, ikincisi kitle içinde kütleleştirilmiş bireye mercek tutmaya çabalayarak sergilemeye girişir.
Zamanın Eskitemeyeceği Görsellik
M, Fury ve Man Hunt… Lang’dan hâlâ bu denli önemser bir edayla sözetmemizi mümkün kılan tarafı burası sanırım: Önemli filmlerine yerleştirdiği ve alttan alta işlediği çağdaşlık değerleri sorgusu.
2010 tarihinde yenilenmiş hâliyle iki buçuk saati aşkın sessiz bir görsel destan niteliğine bürülü Metropolis’e kaynaklık eden romanın yazarı ve senaristi, yönetmenin karısı Thea von Harbou. Filmin bütçesi, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi kendi döneminin süper yapımı.
Üzerinden neredeyse yüzyıl geçmesine karşın filmin kendisine hayran bıraktıran set tasarımını anmamak haksızlık olurdu. Ve bu tasarımda yönetmenin eğitiminin payını eklememek.
İlk tespitimizi dillendirelim: Metropolis, sonraları örneklerini bol bol göreceğimiz distopik bilim kurgu filmlerinin ilk örneklerinden biri sayılmaktan çok, insanın gidişatını isabetlice öngören derin bir Alman bakışı. Alman felsefesini, Alman edebiyatını ve Alman tasarım anlayışını münderecatına maharetle yedekleyen bir öngörü yumağı. İlmik ilmik açılmayı bekleyen bir yumak bu ama. Kurcaladıkça dağılmayan, tersine yeni anlamlara filiz veren bir anlatı.
Makine bir Ruhtur
Sessiz sinemanın en iyi örneklerinden biri kabul edilen filmin açılış sahnesi de durmaksızın çalışan makinelerdir: biteviye dönen dişliler, ritmik bir tempoyla inip kalkan pistonlar, her adımda birbirlerinin karnını deşen çarklar… Modern yaşantının ruhunu apaçık temsil eden bu görüntülerin ardından, klasik mekanizmanın temsilcisi saat doldurur ekranı. Saat vardiya değişiminin vaktini işaret etmektedir.
Bir öbek insan çalışmak için fabrikaya girmekte, başka bir öbek insan ise dışarı çıkmakta; hem de kelimenin en hakiki manâsıyla makine edasıyla. Başları önde, düşünmekten, duymaktan, dolayısıyla kendince eylemekten yoksun; belki bütün bu nitelikleri ellerinden alınma bireylerden kurulu öbek öbek insan artıkları, kendilerinin değil, başkalarının varlıklarını idame için varla yok arası bir berzahta varolmaya çalışmakta. Her gün aynı makinelere aynı şeyleri yapa yapa adım adım insanlıktan kopup makineleşmekte. Burada Nazım Hikmet bir selâmı hak etmekte. Zira yirminci yüzyılın en “tartışmalı” Türk şairine göre makineleşmek, insanın kaçınması değil, tersine özlemesi, amaçlaması ve uğrunda gayret göstermesi gereken değerli bir hedef niteliğinde.
Makine İnsanın Kurdudur
Her ne kadar film hikâyesini bir şehir üzerinden anlatmaktaysa da bu şehri zihnimizde büyüterek “küresel köy” diye anlamak neredeyse bir zorunluluk. Bilim, teknoloji, ilerleme ve gelişme gibi çağdaşlığın sırtını dayadığı nitelemeler bu şehirde hükümferma vaziyette. Ve insanlık kelimenin tam anlamıyla bölünmüş durumda. Yeraltındaki İşçiler Şehri’nde yaşayan ve çalışan kalabalıklar ve yer üstünde yaşayan mutlu azınlık: Evlâtlar Kulübü bireyleri… Gülen, eğlenen, spor yapan, okuyan, müzik dinleyen, dans eden; kısaca insanın ulvi ve süfli bütün hazlarını giderme hakkına malik seçilmişler.
Gözden kaçması olası bir ayrıntı: İşçi sınıfı babalardan müteşekkil iken, Sonsuz Bahçeler’de yaşayan seçkin bireyler, aynı babaların çocuklarından müteşekkil. Dolayısıyla çocuklarının geleceği için kendini feda etmeye hazır baba tipine beklenmedik sertlikte bir bakış atılmakta bu sınıf ayrımıyla.
İşçiler ve yöneticiler. Proletarya ve kapitalist. Yahut mustaz’af ve müstekbir. Dünya görüşünüze göre adlandırabilirsiniz bu iki sınıfı. Tavsif değişse de vasıf aynı nasılsa. Ve bir yanda cenneti hatırlatan bahçeler, öbür yanda hiçbirimize yabancı gelmemesi gereken devasa kocaşehir: Metropolis.
İnsanın Emrindeki Makineden Makinenin Emrindeki İnsana
Aslında Metropolis’teki yaşantıyı ilk bakışta mutlu azınlığın mutsuz çoğunluk üzerindeki sıradan tahakkümü diye anlayabiliriz. Bir bakıma hikâyenin bu tarafı reddedilmesi gereken bir husus değil belki ama akılda tutulması zorunlu asıl incelik şurada: Ezen-ezilen zıtlığı filmin anlam katmanlarının yalnızca ilki. Bu çatışmaya biraz olsun dikkatle baktığımızda iktisadi ilişkiler merkezli bu anlamlandırmanın, Metropolis’teki asıl insanlık dramını (Trajedi mi demeliydim?) kavramamız için yeterli gelmeyebileceğini görmek durumundayız. Modern şehri, modern şehir içindeki teknolojinin boyunduruğu altındaki insanı temsil ve tahkiye eden Metropolis’te insanın insan üzerindeki tahakkümünden çok, insanın mekanikleşmesi ve dolayısıyla makinenin tahakkümüne girmesi asıl üzerinde durulmayı gerektiren husus.
Başlangıçta seçkinler kalabalıklar üzerinde tekniğin olanaklarını kullanarak bir sulta kurmuşlarsa da zamanla saltanatlarını makineye devretmek durumunda kalmışlar. Ve bu hak devir-tesliminin gereğince görünürde konforlu bir yaşantı içerisindeler. Fakat işçiler onları çalıştırmak için makinelerin yanı başında bulundukça ruhlarını yitirip makineleştikçe, yukarıdaki seçkin azınlık ise kendi konforlarının devamı için hemcinslerini ezdikçe insanlıktan uzaklaşmakta ve makineler râmolmakta.
Asıl Makine Kim?
Kendileri de handiyse birer makineye dönüşmüş işçilerin temel vazifesi, vardiyaları süresince şehri ayakta tutan makinelerin çalışmasını sağlamak. Bütün o üstün teknolojik donanımlar; biteviye gidip gelen arabalar, trenler, uçaklar, gemiler ve bilumum ulaşım ve üretim edevatının hepsi durmaksızın çalışmalı ve şehrin üstünde yaşayan küçük ama seçkin azınlığın kendilerini daha güçlü, daha konforda ve sonuçta daha mutlu hissetmelerini sağlamalı. Öte yandan, birbirlerinden nitel ve nicel açıdan bunca uzaklaşmış bu iki sınıfın şaşırtıcı ortak paydaları vardır: Birbirleriyle irtibatı özellikle kesilmiş her iki sınıf da, bilerek veya bilmeyerek kendilerine yeni bir kimlik, yeni bir anlam ve yeni bir ruh aramaktadır.
Mevcut kurulu düzen, üst-başları perişan işçi çocuklarının koruyucusu Meryem edalı bir genç kızın, zevk bahçesinde Metropolis’in yöneticisinin oğluyla beklenmedik bir biçimde karşılaşması sonucu ilk ciddi tehdidiyle karşılaşır. Yöneticinin oğlu Freder, asansörün önünde gördüğü bu tuhaf edalı kızı bulmak için şehrin derinliklerine iner ve acı gerçekle karşılaşır: Meğer yıllardır içinde yaşadığı cennet, sürdürülebilirliğini bu cehennemi makinelere ve o makineleri çalıştırmak durumunda bırakılan binlerce insana borçluymuş.
İşçiler Şehri’nde gördükleri beyzademizi dehşete düşürür. Devasa makinelerin arasına sıkıştığı için küçülmüş, handiyse karıncalaşmış insanları gördüğünde yüzündeki ifade çok manidardır: Hangisi daha mekanikleşmiştir? Makinenin bizzat kendisi mi yoksa o makineyi çalıştırmak için yeknesak hareketlere mahkûm insan mı?
İnsan Yutan Makine
Filmin etkileyici yerlerinden biri durumundaki bu sahnede bir işçi, kadranda yükselen değeri düşürmek için insanüstü bir gayret göstermekte, ne ki sınırlarını zorlamasına karşın değer ha bire artmakta, işçi ise makineyi çalışır durumda tutayım derken, yani makineye kendi ruhundan üflemeye devam ederken kendisindeki ruhu yavaş yavaş yitirdiğinin ayrımına varamamakta.
Ve beklenen son: işçi ruhunu makineye teslim eder. Ne ki bu kurban tanrı-makineye yeterli gelmez elbet. Gazabı sönmez ve nihayetinde patlar. Onu “canlı” tutmak için çırpınıp duran işçilerin bir kısmı ölür. Tam burada tanrı-makine devasa bir canavara dönüşür. Zincirlenmiş insanlar öbek öbek sürüklenerek bu kocaman ağızdan içeri atılarak kurban edilir.
Bir zigguratı çağrıştıran bu devasa makineyi, makinenin kendisinden çok, özellikle günümüzde teknolojinin bizzat kendisi diye yorumlamak, sahiden de aşırı yoruma mı girer acaba?
Tarihi Anlamlandıran Öngörü
Tam burada anmakta yarar var: İnsan mekânda yaşamaz yalnızca. Mekân insana hayat biçer aynı zamanda. O yüzden de her ruh kendine bir mekân seçer. Bulamadığındaysa inşa eder. Ruhu huzura kavuşturmaya yönelik bu çaba, insan topluluklarını yekdiğerinden ayırmada kullanabileceğimiz temel ölçütlerden… Birey için ifade ettiğimiz bu kabulü toplumların ortak ruhi şekillenmesini hesaba katarak insanların değişik öbeklenmelerinin bütününe teşmil kılabiliriz pekâlâ. Çünkü insan mekâna ruh üfleyen varlıktır. Demek ki insanı mekânından ve elbette aynı zamanda o mekânın sistematize tasarımını barındıran şehirden hareketle anlamak yerinde bir ölçüt. Başka bir ifadeyle kültür, yeme-içme ve eyleme evreleri gibi barınma ve idame evrelerinde de birincil belirleyicilerden.
Makineleşmiş Ruhlar ve Ruh Barındıran Makineler
İnsanın tarih boyunca asla bitmeyen, belki farklı kıvrımlarla ilerleyen ve değişik boyutlara evrilen anlam arayışının, geçen yüzyılın başında, tam da iki dünya savaşının ortasındaki ahvalini resmetmeye çalışan Metropolis, bütün o görkemli dış dünyaya karşın, insanın gittikçe küçülen ve sefilleşen iç dünyasını konturlamaya sıvanan, yitirdiğinin adını koymayı deneyen ve bunda da isabet kaydeden bir iş. Ve bütün bu varlık ve oluş sorularının hakkından gelmeye çabalarken de sırtını, bu yeni insanı en iyi temaşa edeceğimiz cephesinden, yaşadığı mekândan, o mekâna katmaya çalıştığı anlam unsurlarından, tasarımdan ve biçimlendirmeden hareketle teşhir masasına yatırır. İnsanın bedeni rahattadır; çevresindeki eşya ve makineler bu konforu pekiştirmek için tasarlanmışlardır.
Ne ki bütün bu teknik oyuncaklar, tarih boyunca süregelen bu anlam arayışına hiçbir müspet katkı sağlayamamıştır; tersine, önceki devirler boyunca kırpıla kırpıla devralınan anlam kırıntılarını da tuz-buz etmiş, insanoğlu teknolojinin ihtişam pırıltıları eşliğinde muhteşem bir iççöküntüsüne sürüklenmektedir. Bu tersinden kreşendonun bir ân önce ayırdına varılması, ardından anlamlandırılması ve nihayetinde yerini ruhun hakettiği o eski muteber mevkiine iadesi şarttır.
Aşk Her Şeyi Çözer mi?
Metropolis’in günümüze değin çok farklı bakış açılarıyla ele alınmasının ve bunca değişik etmenlerle kimileyin kıyasıya eleştirilmesinin asıl sebebi de burası galiba: Bütün o metafizik sorgulamalara ve insanlığın ortak mirasından pay alan kültürel, mitolojik ve dinî göndermelere karşın son tahlilde önerdiği çözümün fevkalâde sıradanlığı. Bir sonraki yüzyılı apaçık öngören, üstelik tekniğin imkânlarını zorlayarak geleceği mükemmele yakın görselleştirebilen; hatta zamanının sinema anlatım olanaklarını zorlayan, dahası yenileyen o derinlikli boyuta ve bütün o çokkatmanlılığa karşın Fritz Lang, son tahlilde dümeni beklenmedik bir viraja kırar ve çözüm kabilinden “aşk”ı öne sürer.
Sakinine kendi ruhunu üfleyen modern şehrin, insana yaşattığı bu çöküntüden kurtuluş ne türden bir aşkla mümkün acaba?