İslam Felsefesinin “Altın Çağı”nın Erken Dönem Koşulları

Richard Taylor

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Eû Abbas el-Saffah öncülüğündeki Abbasilerin Emevilere karşı yükselişiyle birlikte, İslam’ın kapıları kitlesel olarak Arap olmayan Müslümanlara da açıldı. Böylelikle, insanlar İslam halifesinin gölgesinde idari ve ticari alanlarda daha aktif rol aldılar. Bununla birlikte, Mansur tarafından yeni kurulmuş olan Bağdat’taki yönetimlerde zamanla daha etkin olmaya başladılar. Bu konuda özellikle Persler Abbasi hâkimiyetinin tesisi için, çok önemli olan aile bağlantılarını ve güç ittifaklarını kullanarak yönetimleri desteklemişlerdir. İslam’ın ilk yayılma döneminden sonra Emeviler tarafından kurulmuş olan imparatorluğun hâkimiyetinin el değiştirmesi ve yeni bir aile hanedanının kurulmasıyla, Mansur ve haleflerinin öncülüğündeki Abbasiler, sonraki yüz yılı aşkın süre boyunca devam edecek olan tıp, bilim ve felsefe alanlarında bir tercüme hareketine önayak olmuştur. Bu tercümeler vasıtasıyla, bahsi geçen alanlardaki kültürel miras, çoğunlukla Hristiyan Süryaniler tarafından Arap/İslam geleneğinin düşünürlerine aktarılmıştır. Bu Hristiyan-Süryani mütercimler, kadim Yunan eserlerini Süryani aracılar vasıtasıyla ya da doğrudan Yunancadan Arapçaya çevirmişlerdir. Yunan entelektüel mirasının 9. yüzyılda aktarımı ve çoğaltılmasında, sayıları giderek artan zengin Persli ailelerin ve yönetimin ilgi ve desteği etkili bir rol oynarken, dikkat edilmesi gereken diğer önemli bir husus, mezkur dönemde mevcut olan materyallerin niteliğidir. Burada (hayvan derisinden imal edilen) parşömenden ziyade kâğıda erişimden bahsediyorum. Kâğıt imalatı tekniği İslam dünyasına yüksek ihtimalle Çinli kaynaklardan geçmiştir. 751 yılında Kırgızistan’da, Mansur tarafından gönderilen İslam ordusuyla Karluk Türkleri’nin birleştiği, Çinli Tang imparatorluğu ordusuna karşı verilen Talas Savaşı sırasında Müslümanlar kâğıt imalatının teknik bilgisine erişmişlerdir. Maliyeti parşömenden çok daha ucuz olan kâğıt, tercümelerin çoğaltılması, aktarılması ve hatta başka çalışma alanlarında yeni eserlerin kaleme alınmasını sağlamış, ilim tahsilinde çok önemli bir rol oynamıştır.

    9. yüzyılda Bağdat’ta gerçekleşen iki erken dönem tercüme hareketinde Süryani Nasturi Hristiyanlarından mütercim Huneyn İbn İshak el-‘İbadi ile ilk filozoflardan olan ve “Arapların filozofu” namıyla bilinen Kindî öne çıkmaktadır.

    Meşhur hikâyeye göre Huneyn (808-873) Yuhanna İbn Mâseveyh ile birlikte Bağdat’taki tıp eğitimlerini yarıda bırakarak dil öğrenmek ve bu dilde, tıp, bilim ve felsefe el yazmalarını okuyabilecek, tashih edebilecek ve Süryaniceye çevirebilecek kadar uzmanlaşmak üzere Bizans’ın Yunanca konuşulan yörelerine gider. Yunanca ve Süryanice eserleri Arapçaya nitelikli ve kaliteli bir şekilde çevirmek üzere, oğlu İshak’ın da dâhil olduğu bir çalışma ekibi oluşturur. Bu ekip tercüme öncesi el yazmalarını karşılaştırmak ve her sözcüğü tek tek tercüme etmektense metinlerin anlamlarını daha iyi kavrayabilmek için cümlelerin bütün bütün tercüme edilebilmelerini sağlayacak teknik bir sözlük geliştirmek üzere çalışmışlar yapmışlardır. Aynı grup, ayrıca, Galen ve Hipokrat’ın tıbba ilişkin eserlerini Arapçaya çevirmiş, Platon’un eserlerinin özetlerini çıkarmıştır. Bununla birlikte, Aristo’nun mantık ve bilim kitabı Organon’un tam metninin yanı sıra filozofun tabiat felsefesi, psikoloji, ahlak ve metafizik alanlarındaki eserlerini de tercüme etmiştir. Eserlerini Arapçaya kazandırdığı Yunan felsefe geleneğine ait diğer filozoflar arasında Afrodisiaslı İskender, Porfirios, Proklos, Themistios da bulunmaktadır. Bu çalışmalar sonraki dönem düşünürlerinin felsefe geleneklerinin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.

    Alman düşünür Gerhard Endress’in “Kindî Halkası” dediği bir diğer tercüme hareketinin işleyişi ise daha farklıydı; yapılan tercümeler hassasiyet ve isabetlilik bakımından Huneyn’in tercümelerinden daha aşağı idi. Bu dönemde yapılan önemli tercümelerden biri, Eustathios tarafından tahrir edilmiş olan Aristoteles’in Metafizik’idir. Ne var ki, bu grubun en büyük katkısı, Yunan Yeni Platoncu Plotinus’un eseri Enneadlar’ın (Dokuzluklar) kısmi tercümeleri olmuştur; nitekim bu çalışma meşhur Molla Sadra (ö. 1640) dönemi ve sonraki dönem İslam felsefe geleneği açısından önemli bir kaynak teşkil etmiştir. Bu çalışmanın elimizdeki en geniş bölümü Kindî tarafından derlenmiş olan Aristoteles Teolojisi’dir. Bu ve Plotinus’un Arapça metinleri, Yeni Platonculuğa ait “Yukarıdaki Varlık” öğretisi “İlk ve Tek Varlık (Mutlak Bir)” anlayışına evrilmiştir; bu ikinci kavram herhangi bir şekli ya da sınırı olmayan “Saf, Arı Varlık”; Yaratan olarak “Mutlak Bir”, “Birlik’in menşei” ve “tüm yaratılanların kendisinden südur ettiği varlık” olarak anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu çalışma,varlık metafiziği ve yaratılış tabiatı konularında Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ’nın düşünce ekolünde önemli rol oynamıştır.

    Üçüncü bir tercüme hareketi Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudilerin âlimler ve talebeler olarak birlikte faaliyet gösterdikleri 10. yy Bağdat’ında Ebû Bişr Matta (ykl. 870-940) gibi Hristiyan mütercimlerle başlamıştır. Tercüme edilen felsefe eserleri arasında Aristo’nun Organon’u, tabiat felsefesi, psikoloji, metafizik ve şiir sanatı alanlarındaki eserlerle birlikte bu ve başka birçok eser hakkında Yunanca yorumlar da bulunmaktadır. Platon’un Timaios ve Yasalar adlı eserleri muhtemelen muhtasar biçimde tercüme edilmiştir. Bu yapıtlar, o dönemde etkin olan Fârâbî ve sonrasında İbn Sînâ ile İbn Rüşd için çok kıymetli birer kaynak olmuştur.

    İslam felsefesinin altın çağının başlangıcında etkin olan bir diğer önemli husus da yedinci Abbasi Halifesi Me’mûn (hükm. 813-833) tarafından başlatılmış, Mu’tasım ile Vâsık döneminde devam ettirilmiş ve Mütevekkil (hükm. 847-861) tarafından kesin surette kaldırılmış olan meşhur Mihne olayıdır. Me’mûn parlak zekâlı ancak ihtiyatlı bir siyasi liderdi. Aynı zamanda İslam eğitimi almış; bilim, felsefe ve din alanlarında entelektüel ve diyalektik tartışmalara ilgi duymuştur. Kendisi, dönemindeki halifelik kurumunu salt güçlü siyasi bir makamdan, dinî doktrinler hususunda İslam toplumuna liderlik edecek, güvenilir bir imamlık makamına dönüştürmeye çalışmıştır. Söz konusu mesele, (Kur’an’ın tıpkı Allah gibi ezelî mi yoksa yaratılmış mı olduğu hususu) gelenekçilerle Mu’tezile olarak adlandırılan rasyonalite eğilimli ilahiyatçılar arasında dinî tartışmalara neden olmuştur. Me’mûn bu tartışmaları fırsat bilerek taassubu (ortodoksiyi) tanımlamaya çalışmış, bu hakkı kendinde görmüş ve zamanındaki kimi Mu’tezilecilere uyarak ulemayı Kur’an’ın yaratılmış olduğunu kabul etmeye zorlamıştır. Bu doktrini kabul etmeyenleri cezalandırmak, hapse atmak ve işkenceden geçirmekle tehdit etmiştir. Bu öğretiyi benimsemeyi reddeden gelenekçiler arasında, Ehl-i Hadîs’e mensup olan Ahmed b. Hanbel de bulunmaktaydı. Me’mûn’un halefi Mu’tasım’ın idaresi zamanında İbn Hanbel işkence görmüş, ancak nihayetinde serbest bırakılmıştır. Sonraki zamanlarda, Me’mûn’un verdiği hükmün icrası etkinliğini yitirmiş; en sonunda da bu hükme riayet edilmemiştir. Çeşitlilik, farklılık ve münazaranın yerleşik olduğu dinî bir gelenek ve kültüre tutuculuğu ve hoşgörüsüzlüğü empoze etme çabası başarısız olmuştur. Her ne kadar Me’mûn ve halefleri bilim ve felsefe taraftarı olsalar da, Mihne vakasının başarısızlığı İslam’ın fikrî çeşitliliğe ve sonradan İslam topraklarına girerek İslam felsefesinin altın çağındaki düşünürler tarafından ilerletilip geliştirilecek olan yabancı ilim dalı felsefenin zenginliğine ne kadar açık olduğuna dair önemli bir delil olarak düşünülebilir.

    Altın Çağın Önemli Düşünürlerinden Bazıları
    Kindî, Aristoteles’in tercüme edilmiş kimi eserlerine, Arapça Plotinus materyallerine, Proklos’un eserlerine ve daha pek çoğuna erişmiştir. Günümüze yalnızca bir kısmı ve Arapçası ulaşmış olan ünlü eseri İlk Felsefe Üstüne Düşünceler’de bunun izleri görülebilir. Bu eserinin giriş bölümünde İslami kaynaklarda Yunan felsefesine de yer verilmesi gerektiğini söylemektedir. Nitekim Kindî’ye göre felsefe de aynen din gibi insanları hakikate, dolayısıyla da tüm hakikatlerin kaynağı olan Allah’a yönlendirir. Kindî’ye göre felsefe insanları “İlahî Bir”in tabiatının her şeyin sebep ve prensibi olduğunu görmeye yönlendirir. Bunun sonucu olarak, felsefeye çok değer verilmeli; felsefi eser müelliflerine Allah ve yaratılış ilmine katkılarından dolayı teşekkür edilmelidir. Kindî, eserlerinde akla dayalı bilgiyi amaçlamış, İslami öğretilerle felsefi öğretileri birbirine yaklaştırmıştır.

    Fârâbî uzun yaşamı boyunca pek çok eser yazmıştır; bunların bir kısmı hâlen Arapça olarak mevcuttur. Günümüz düşünürleri arasında Fârâbî’nin eserlerinden birinde yoktan var etme doktrinini işleyip işlemediği hâlen tartışma konusu olsa da, şurası açıktır ki Fârâbî tüm kâinatın determinist bir süreç sonucu ilk varlık, ilk prensip olan Allah’tan türemiş olduğu görüşündedir. O bunu Yeni Platonculuğa ait bir kavram olan südur (emanation) tabiriyle açıklar; buna göre Tanrı’nın taşmasıyla, tabii âleme varıncaya kadar farklı dereceler (âlemler, felekler, gökler ve akıllar) oluşur. Fârâbî’ye göre insan bilgisi tabii dünyayı görebilme ve insanların bilme arzularını tatmin edebilmeleri için faal akıl ile çalışmanın yanı sıra Allah tarafından tayin edilmiş daha ulvi bir aklın yardımıyla mümkün olmaktadır. Kindî’nin öğretisinden farklı olarak, Fârâbî’ye göre Tanrı’nın ve kâinatın doğasını anlayabilmek felsefe vasıtasıyla entelektüel arayışla mümkündür. Fârâbî için din, felsefi olarak akıl yürütmekten aciz insan topluluklarınca hakikatin daha iyi anlaşılabilmesine yarayan gerçekliğin sembolik tasavvurudur. Platon’un Devlet’inden ve Yunan geleneğindeki eserlerden etkilenen Fârâbî, kanun koyucunun birliği sağlamaktan ve toplumun şekillenmesinde faydalı olacak fikirlerin yayılması suretiyle, toplumun iyiliği için rehberlik etmekten sorumlu olduğunu söyler.

    İslami felsefenin altın çağındaki en büyük ve en etkili felsefe İbn Sînâ’ya aittir. İbn Sînâ’nın sofistike ve ilmî derinliği haiz eserleri zamanla Aristoteles ve diğer Yunan düşünürlerin eserlerinin yerini almıştır. Keskin zekâlı, sistemli ve derin ilmiyle İbn Sînâ, önemli eseri Şifa’da, felsefeyi Aristocu bilimsel çalışma prensiplerine uygun şekilde yeniden düzenlemiştir. İçlerinde Aristoteles Teolojisi dâhil olmak üzere Kindî ve “halkası”nın eserlerini, bunun yanı sıra Aristo tercümelerini, Yunan geleneğine ait şerhleri ve Fârâbî’nin eserlerini incelediği anlaşılmaktadır. Bazı düşünürlere göre İbn Sînâ felsefe tarihinde yaratılışın felsefi konseptini şekillendiren ilk filozoftur. Felsefenin neredeyse her önemli alanında kendine ait pek çok kıymetli ilmî sentez bulunmaktadır. En fazla da metafizik ve felsefi psikoloji alanlarıyla ilgilenmiş; hem İslami hem de Latin geleneklerde yüzyıllarca tartışılmış argümanlar oluşturmuştur. Şifa külliyesinin son cildi olan İlahiyat’ta dinî meseleleri Fârâbî ekolüne benzer şekilde ele almıştır. Yalnız, İbn Sînâ Allah’ın insanlara peygamber göndermesinin insanoğlunun itminanı ve mutluluğu için gerekli olduğu düşüncesine daha çok vurgu yapmıştır.

    Günümüzün İspanya ve Kuzey Afrikası’nda yaşamış ve çalışmış olan İbn Rüşd, 9.-12. yüzyıllar arasındaki İslami felsefenin altın çağında önde gelen klasik akılcı filozofların sonuncusu olarak kabul edilebilir. Aynı dönemdeki pek çok diğer düşünürün aksine İbn Sînâ’nın izinden gitmeyen İbn Rüşd, insan rasyonalitesinin ve entelektüel derinliğinin vücut bulmuş hâli olarak gördüğü Aristoteles’in eserleri üzerinde çalışmayı tercih etmiştir. Aristoteles’in eserlerine yazdığı şerhlerle ünlü olan İbn Rüşd’ün, aklî yetilerin tabiatı ile Tanrı’nın eyleminin tabiatı konusunda eşsiz fikirleri vardır. Ayrıca, Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehâfutu’t-Tehâfut) adlı, Gazâlî’nin Filozofların Tutarsızlığı (Tehâfutu‘l-Felâsife) kitabına cevap olarak yazdığı eseri ile bilinmektedir. Bu kitapta felsefeyi savunmuş, hem Gazâlî’yi hem de İbn Sînâ’yı düzeltmeye çalışmış, aynı zamanda Gazâlî tarafından yapılan mesnetsizlik ve hatta imansızlık suçlamalarına karşı yetkin cevaplar vermeye çabalamıştır. Faslu’l-Makal adlı kitabıyla da bilinen İbn Rüşd, bu kitapta dinle ilgili konularda tam hakikati arayanlar için felsefenin zorunlu olduğuna dair dinî metotlara uygun şekilde kanıtlar getirmiştir. Bu kitapta ve pek çok kitabında yer alan görüşü şudur: Hakikat arayışında felsefenin metotları filozoflara Allah’a hakkıyla ibadet etme noktasında özel bir rol vermektedir. Yine de, dinî hususlarda filozoflarca yürütülen karmaşık akıl ve mantığın, felsefi ve yeterli akli yetileri olmayan halkla paylaşılmaması gerektiği konusunda uyarıda bulunmuştur.

    Sonuç
    9.-12. yüzyıllar arası dönemler İslami felsefenin gerçekten altın yıllarıydı ve bu dönem, yükselmekte olan İslam medeniyetinin fevkalade kültürel, bilimsel ve felsefi gelişmelerin İslam topraklarında temel oluşturmasını mümkün kılan tercüme hareketi sayesinde gerçekleşmiştir. Bunu mümkün kılan ise, hükümdarların ve âlimlerin yabancı kaynaklı fikirlere açık olmaları; tıp, bilim ve bu ilimlerin arkaplanındaki felsefenin gelişimini teşvik eden güçlü ekonomik şartların mevcudiyetiydi. Buna ek olarak, İslam’ın ilmî, felsefi ve dinî anlayış içerisinde çeşitliliğe açık oluşu ve bu ilimlerin toplumdaki yerleri önemli rol oynamıştır. Mihne vakasında görülen otoriter din anlayışının empoze edilmesine karşı yükselen itiraz da bu açık görüşlülüğe işaret etmektedir.

    Günümüz dünyası 9. yy ile 12. yy arasındaki dönemden oldukça farklı. Ne var ki bilim, teknoloji, insan hayatının idamesi ve kültürdeki gelişmelerin ortak koşulu açık görüşlülük ve ifade özgürlüğüdür. İslam felsefesinin altın çağında tartışma ve fikir ayrılıkları yaygındı ve bu durum felsefenin gelişmesini sağladı. Günümüzdeki bilim ise, düşünce farklılıkları ve keşif özgürlüklerine dayalı, dünya genelinde müşterek hâle gelmiş bir çalışmadır. Aynı şey, zamanımızda insan düşüncesinin gelişimine büyük katkısı olan felsefi metotların çeşitliliği için de geçerlidir. Artık Aristoteles geleneğiyle sınırlı kalmayan günümüz düşünürleri irfan ve bilgi arayışlarını özgürlük içinde sürdürüyorlar; bilgisayar, internet gibi teknolojik aygıtlar sayesinde ulusal ve kültürel sınırları aşarak fikir alışverişinde bulunabilyorlar. Tıpkı 9. yy ile 12. yy arası dönemde olduğu gibi, günümüzde de açık görüşlülük bilgiye ulaşma ve dünyayı anlamlandırma hususunda asli bir unsurdur.