EBRU SANATININ ALTIN ÇAĞLARI

M. Uğur Derman

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ebruculuk, kâğıt bezeme hünerleri arasında, taşıdığı renk ve şekil câzibesinin yanısıra, netice alınmasındaki hızı îtibâriyle benzeri olmayan bir sanat dalıdır. Eldeki verilere bakılırsa, ebre adıyla anıldığı Orta Asya’dan Hindistan’a, oradan da İran yoluyla Osmanlı topraklarına ebrî (bulutumsu) ismini alarak intikal ettiği görülür. Bunun sebebi, teknede hâsıl olan buluta benzer kümelerdir. Yüzünü ancak XVI. asırda İstanbul’a gösterdiği anlaşılan ebrî, “kaş” mânâsına gelen Farsça ebru kelimesi Türkçe söylenişe daha mûnis geldiği için, bu şehirde isim değişikliği geçirmek üzere XIX. yüzyılı beklemiştir. Su üzerinde kaşa benzer şekiller de oluştuğu için bu ad eskisine aykırı gelmemiştir. Biz de yazımızda ebrî ve ebruyu birlikte kullandık.

    Ebrî sanatıyla uğraşanların -diğer gelenekli sanatlarımızın aksine- pek azının adını biliyoruz. Bunların yüzlerce sene içindeki adedi 10’u geçmez. Bu kadar isim azlığına mukabil, XVIII. ve XX. yüzyıllarda yetişen iki büyük sanatkâr, ebruya altın çağını iki kere yaşatmışlardır: Hatib Mehmed Efendi (ö.1773) ve Necmeddin Okyay (1883-1976). Bu sanatın bilinen en eski ismi, XVI. asır İstanbul’unda yaşayan Şebek Mehmed Efendi’dir1. Mehmed La’lî el Fenâyî Efendi (ö.1700) de XVII. yüzyıl ebrîcilerindendir2. Fakat her ikisinin de bu yolda verdikleri eserleri ayırd edecek birikimimiz olmadığı gibi, bu sanatın Osmanlı öncesi Orta Asya’daki örnekleri zamanımıza gelmemiştir.

    Ebrîcilik tarihinde bilinen üçüncü isim ise, Hatib Mehmed Efendi olup bu sanata altın çağını yaşatan ilk büyük sanatkârdır. Fırçasından dökülen şaheserleriyle birlikte anacağımız Hatib Mehmed Efendi, sanat tarihimizin en parlak isimlerinden olduğu hâlde, lâyıkıyla tanınmamaktadır. İstanbul’da doğan Mehmed Efendi, 1746 yılından îtibâren Ayasofya Camiinde Cuma namazı hutbelerini verdiği için Ayasofya Hatîbi veya sadece Hatib lakabıyla anılır. Tuhfe-i Hattâtîn3 isimli -hat ve hattatlara dâir- kaynağımızda kendisinden “mubarek bir ihtiyar” vasfıyla bahsedildiğine göre, 30 Mart 1773’deki vefâtı sırasında yaşı haylı ilerlemiş olmalıdır.

    Sanatını kimden öğrendiği belirlenemeyen Mehmed Efendi’nin yetiştirdiği herhangi bir talebesi de bilinmemektedir. Lâkin, kendisinden evvel îmâl olunan ebrî kâğıdlarına kıyasla, renkleri ve boya serpmesindeki olağanüstü mükemmeliyetiyle dikkati çeker; bu tavrıyla, eserlerinde hüviyetini hemen belli eder. Ayrıca, ilk defa şahsen başlattığı ve iç içe damlatılmış birkaç câzip renkten tek atkuyruğu kılıyla kitreli su üstünde vücuda getirdiği yürek, çark-ı felek, denizyıldızı gibi şekillerden dolayı onun bu tarz ebrîlerine, dînî vazifesinden mülhem olarak, hatib ebrîsi adı verilmiş, sonraki yıllarda da kim tarafından yapılırsa yapılsın, bu ebrî nev’i “hatib” adıyla anılmıştır. Kumlu ebrî denilen tarzda da Hatib Mehmed Efendi’nin çok latîf uygulamalarına rastlanılır (Resim: 1-2).

    Hatib’in, bu sanatı altın çağına getirmekteki payı elbette büyüktür. Ancak, yaşadığı devrin şartları ona bu imkânları açmıştır. Osmanlı padişahları içinde kitaba ve kütüphaneye değer vermek hususunda ilk hatırlanacaklardan olan Sultan III. Ahmed (sal: 1703-1730), Topkapı Sarayı’nın Enderun’unda müstakıl kütüphane binası inşa ettirecek ve raflarını kıymetli yazma eserlerle dolduracak kadar bu sanatlara meftundur. Tahtta kaldığı 27 yıl zarfında hat ve kitap sanatlarıyla uğraşanları dâima kollamıştır. Kendisinin de hattat ve tuğrakeş olarak eserleri vardır. Hatib Mehmed Efendi de hünkârın takdirini görenlerden birisidir. Topkapı Sarayı’nda saklanan ve zamanla tamire ihtiyaç gösteren, murakkaa dediğimiz eski devirlerden kalma yazı albümlerinde, XVIII. asırdaki yenilenmeleri sırasında kenarsuyu ve yan kâğıdı olarak hep Hatib’in ebruları kullanılmıştır. Padişahın çektiği tuğralardan oluşan bir murakkaada da, ara kâğıdları Hatib’in hafif renkli battal ebrularından seçilmiştir (TSMK.A.3653)4.

    Sultan III. Ahmed’den sonra tahta geçen Sultan I. Mahmud (sal: 1730-1754) da kitap sevgisinde, öz amcası olan selefinden aşağı kalmaz. Ayasofya Camii dahiline o da muhteşem bir kütüphane yaptırmıştır. Hattâ bu kütüphanenin fihrist (katalog) defteri cildlenirken, Hatib Efendi’nin pek zarif bir ebrîsi yan kâğıdı olarak kullanılmıştır.
    Sultan III. Osman’ın (sal:1754-1757) aradaki birkaç sönük yılından sonra tahta geçen Sultan III. Mustafa (sal: 1757-1774) da kitap ve kütüphanelere sahip çıkmış, bu arada Fatih Kütüphanesi’ni yeniden inşa ettirmiştir. Onun devrinde de Hatib’in takdîr gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Sonra tahta çıkan Sultan I. Abdülhamid (sal: 1774-1789) devrinde bile Hatib Mehmed Efendi’nin nâdîde ebrîleri anlaşılan henüz bulunabiliyordu ki, bu padişahın Bahçekapı’da tesis ettiği Hamidiye Kütüphanesi’nde de seçme eserleri mevcuttur. Şunu da ekleyelim ki, padişahlar ve devlet erkânı dışında hüsn-i hat koleksiyonu yapanlar da, XVIII. asırda Hatib’in ebrîlerini kitap ve murakkaalarında severek kullanmışlardır.

    Derken, 30 Mart 1773 günü Hatib’in ikamet ettiği Sirkeci/Hocapaşa semtinde çıkan bir yangın, evindeki eserleriyle birlikte kendisinin de yanarak ölmesine sebeb oldu. Ebrîcilik bu acı kayıpla karanlık bir devreye girdi. XVIII. yüzyılın son çeyreğinden îtibâren ebrî ve ebrîcilik hakkındaki malûmatımız birden kesiliyor. Ancak, bu defa ebrînin vatanında, yâni Buhara’da öğrenip Üsküdar/Sultantepesi’ndeki Özbekler Dergahı’na şeyh olarak gelen Sâdık Efendi (ö.1846) ve oğlu Hezarfen İbrahim Edhem Efendi (1826-1904) İstanbul tavrına bağlı kalmadan, bu renk cümbüşünü yeniden gündeme getirirler. Hele Edhem Efendi pek çok hünerinin yanısıra, ebrîciliği sâyesinde dergâhına gelir sağlar. Fakat daha XVII. asırdayken Avrupa’ya taşınan ebruculuk, bir müddet sonra matbaalarda basılma yoluyla, çok ucuza müşteri bulmağa başlar. Tabii, bu kâğıtlar gümrüğe tâbi olmaksızın İstanbul’a da girince, kullanıldığı işlerde asıl ebruların yerine matbu olanları tercih edilmeğe başlanır. Tarz îtibâriyle bunlar yerli ebrulara benzemediği için, zevk ve kavram kargaşası yaratır.

    Tam o sırada, bu sanatlara çok istidadı bulunan ve bir yandan hüsn-i hat meşk eden Necmeddin isimli bir Üsküdar genci, eline geçen birkaç ebru kâğıdına karşı duyduğu hayranlık ve merak sâikıyle, bunun üstâdının Özbekler Şeyhi Edhem Efendi olduğunu öğrenip kendisine müracaat eder ve Dergâh’da hocasından tahsîle başlar. Lâkin Edhem Efendi’nin sekiz ay sonraki vefatı üzerine kendi kabiliyeti ve gayretiyle birikimlerine ilâvelerde bulunmayı başarır. Komşusu olan Üsküdarlı ressam Hoca Ali Rıza Bey’den (1858-1930) renk zevkını geliştirir. Hele ilerleyen zamanlarda Hatib Mehmed Efendi’nin ebrîlerine rastladıkça ondaki cevheri keşfeder ve bu üslûbda ebrîler yapmayı da sürdürür. Çalışırken kendini ebrînin cazibesine kaptırıp geceleri teknenin başına oturduğunda, okunan sabah ezanıyla ilerleyen vakti farkettiğini kendisinden işitmiştim.

    Ebrunun ikinci altın çağı işte bu Hezarfen Necmeddin Efendi’nin 1916’dan îtibâren ebru muallimi olarak katıldığı Medresetü’l-Hattâtîn’de Ramazan ayı boyunca açık kalan sergilerdeki eserleriyle yüz gösterir. Bu münasebetle gazete veya dergilerde neşredilen değerlendirme yazılarında kendisinin başlattığı yazılı ve çiçekli ebrîlerinden sitâyişle bahsedildiğini okumuşuzdur. Medresetü’l-Hattâtîn’deki faaliyetleri meyânında hem talebe yetiştirmek, hem de farklı eserler vücuda getirmek onun şiârı olmuş; Çiçekli ebru (Resim.4), yazılı ebru (Resim.3), akkâseli ebru gibi yeniliklere imza atmıştır. Şu hoş rastlantıya bakınız ki, XVII. asırda Hindistan’ın Bijapur şehrinde akkâse usulüyle ebrî-resimler yapılmıştır. Necmeddin Efendi’nin bunları görmesine ve işitmesine imkân bulunmadığı hâlde, hat sanatına tatbik ederek yazılı/akkâseli ebrîler yapmıştır. O da, Üsküdar Yeni Vâlide Camii’nin hâtibi olarak yıllarca Mehmed Efendi’nin yolundan gitmiş, lâkin karşısına Osmanlı’nın güçsüz son demlerinde hâmî vasfını taşıyan hünkârların çıkmayışını doğrusu dert edinmemiştir.

    Medresetü’l-Hattâtîn’in çeşitli isim değişikliklerinden sonra, 1936’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlanmasında da hizmetini sürdüren ve kemankeşliği sebebiyle 1934’de soyadı olarak Okyay’ı alan Necmeddin Efendi, 1948’de yaş haddinden emekli olmuşsa da, ebrîcilik faaliyetini 1962’ye kadar evinde sürdürmüştür.

    Bahsimizi üstâd Okyay’ın ebruculuğuna dâir çok dikkate değer –millî ve siyâsî vecheli- bir hatırasıyla sonlandırıyorum: Bu sanatın uygulanmasında kullanılan ve Hindistan’dan getirildiği için edinilmesi zor olan, morumsu vişneçürüğü renkli lök boyasının Mısırçarşısı’ndaki bir dükkânda bulunduğunu işiten Necmeddin Efendi bu boyanın peşine düşer. Lâkin o gün 13 Kasım 1918’dir ve 30 Ekim’de imzalanan meş’um Mondros mütârekesini müteâkıp, gemilerle gelen İngiliz-Fransız kuvvetleri İstanbul’u işgâle başlamışlardır. Lök boyasını satın aldıktan sonra, başına bir iş gelmemesi için Boğaz vapuruna binmeyip, Eminönü’nden sandal tutarak yabancı askerlerin arasından güçbelâ Üsküdar’a dönen Necmeddin Hoca, Toygartepesi’ndeki evine zorlukla erişir. Aradan neredeyse beş yıl geçtikten sonra, 2 Ekim 1923 günü yabancı kuvvetlerin gemilerle İstanbul’dan defoluşunu, evinin limanı gören bahçesinden dürbünle seyreden Necmeddin Hoca, o neş’e ile içeriye girip “Gel keyfim gel” celî ta’lîkını ebrulu olarak yazar. Ancak, renkleri serperken işgal günü zorlukla bulduğu lök boyasını da bilhassa kullanmak arzusunu duyar. O günlerde henüz girmiş olan 1342 hicri yılını da, dalgınlıkla 1341 olarak yazısının altına yerleştirir (Resim.3).

    Ebru teknesinden çıkardığı eserini kurutup seyretmek maksadıyla karşısına aldığı sırada, bir yandan kahvesini yudumlarken, heyecanından fincanını “Gel keyfim gel”in üstüne döker; işte yazıda görülen lekeler bunlardır. Necmeddin Efendi çapında bir sanatkâr için, İstanbul’a gelişlerinde kendisiyle beraber bütün Türkleri hüzne boğan işgal kuvvetlerine karşı, bundan daha keyifli ve sanatkârâne bir intikam düşünülemezdi!

    Ebruculuk, son kırk yılda –görenlere şaşkınlık verecek derecede- yeniden aranır ve icra edilir bir dal hâline geldi, hattâ bâzı çevrelerde ayağa düşürülerek zenaat sınıfına indi. Bu arada klasik üslûbun dışındaki modern denemeler de kendine sâha buldu. Buna rağmen gelenekli Türk ebruculuğunun, kaidelerinden tâviz vermeden devam edeceği, memnuniyetle görülmektedir.