Modern Dünya ve İslam Hümanizm ve Tasavvuf
Ekrem Demirli
16. asırda İtalyan bilim adamı Galileo “dünya dönüyor” dediğinde, korkuyla karışık bir hazzın kuşattığı zihni ne kadar mühim bir cümle söylediğini fark etmiş olabilir mi? İnsanın varlığı anlama serüveninde büyük çatışmalarla şekillenen paradigmatik değişimlerinin en radikal başlangıçlardan birisiydi bu cümle; “başlangıç” olarak da ehemmiyetini her zaman korudu. Gogol’un Paltosu ile Rus edebiyatı arasında kurulan ilişkiyi hatırlatırcasına, sonra gelen her yeni düşünce, bu mütevazi cümleye minnettarlığını muhafaza etti. Bu cümleyi benzerlerinden ayıran en önemli husus, din ile bilim arasında büyük bir çatışmanın fitilini ateşlemiş olmasıydı. Vakıa bu ilke sadece içerdiği bilimsel iddiayla önemli değildi; sabit ve durağan bir dünya görüşünü de “dönmek” zorunda bırakarak yeni çağın habercisi olmuştu. Binaenaleyh “dünya dönüyor” ile “dönmeyen dünya” üzerine kurulu düzen değişecek, sabit düzenin inşa ettiği değerler ve sosyal yapılar dönüşecek, insanlık bu değişimin yol açtığı çatışmalarının sancılarını yaşayacaktı. “Dönmeye” başlayan dünyada bilhassa kutsal kitap, onun şahsında tecessüm ettiği kilise dünyanın merkezinden çıkacak, yeni aktörlere yerini bırakacak, dinin gücünün ifadesi olan rasyonel “argümanlar” sarsılarak Hristiyanlık salt bir imancılık ile buyurganlığını bilime terk eden vaazcı bir ahlak söylemi arasında sıkışmış bir öğreti olarak “dönen dünya”da hiçbir zaman sabit bir yer bulamayacaktı.
Müslümanlar çağdaş Batı’yı tanımaya başladığında Hristiyanlık ile bilim arasında ortaya çıkan meselenin bir din-bilim çatışması olduğunu düşünmediler. Onlara göre mesele insan aklının pagan dinlerin ve ortaçağların gelenekleriyle hakikatini yitirmiş muharref bir dinî gelenek ve kurumlarından özgürleşerek hakikate yaklaşma çabasından ibaretti. İnsan hakikate yaklaştıkça, dolaylı olarak İslam’a da yaklaşacaktı. Bilhassa son iki asırda İslam-bilim ve çağdaş dünya arasında güçlü ilişkiler kurulabileceği şeklinde bir algı İslam dünyasına hâkim oldu. “Bilim İslam’daki hakikatleri anlatıyor.” veya “Akıl vahyi doğruluyor.” şeklinde beyan edilen yaklaşımlar, Müslümanların üç dört asır devam edegelen bilim-din arasındaki çatışmanın ehemmiyetini dikkate almadıklarının bir göstergesiydi. Bu yaklaşımı iki merhalede gözlemek mümkündür: Birincisi İslam-bilim ve İslam-akıl ilişkileri üzerinden çağdaş dünya ile İslam akılcılığı ve bilimi arasında düşünülen pozitif ilişkilerdi. İkinci olarak özellikle hümanizm ve sanat üzerinden tasavvuf ile çağdaş dünya arasında kurulan irtibattı. Her iki alanda İslam ve çağdaş Batı’nın daha güçlü bir ilişki içinde olabileceği ve ortaya çıkan yeni dünyanın İslam’ın müjdelediği hakikatlere daha yakın olduğu iddiası fazla düşünülmemiş bir algı olarak Müslümanlar arasında yerleşti.
Hristiyanlık ve İslam: “Sürekli Vahiy” ve Vahyin Kesilmesi
İslam ile Hristiyanlığı bilim ve din ilişkisi bahsinde ayrıştıran bariz bir unsur var mıdır? Veya şöyle soralım: Son üç dört asırdır Hristiyanlığın zihinsel dünyasını tamamen çökerten bilim ile din arasındaki çatışma Hristiyanlığa mahsus bir çatışma mıdır, yoksa bir din olarak İslam’ı da doğrudan etkileyebilir mi? Sorunun cevabı hem evet hem de hayırdır. Hayırdır, çünkü İslam da Hristiyanlık gibi kutsal bir bilgiye dayanır ve insanı hakikate ve saadete ulaştıracak bilginin bu bilgi olduğunu söyler. Hristiyanlığın başta Hz. İsa’nın doğumu ve onunla ilgili mucizeler olmak üzere, pek çok ilkesi bir Müslüman için de kabul edilmesi gereken zorunlu ilkelerdir. Yorumlarda farklılıklar bulunsa bile, Allah’a iman, ahiret inancı, insanlığın yeryüzündeki serüveniyle ilgili anlatım; bütün bunlar, İslam ile Hristiyanlığın ortak kabulleridir. Bu noktada bir din olarak Hristiyanlığa yöneltilen eleştirilerin büyük kısmı İslam’a da yöneltilmiş sayılabilir. Ancak meselenin Hristiyanlığa mahsus tarafları da vardır ve bu yönler dikkate alınınca sorunun cevabı “Evet, bu çatışma Hristiyanlıkla daha çok ilgilidir.” olacaktır.
Hiç kuşkusuz İslam ile Hristiyanlığı ayrıştıran en önemli mesele tevhit anlayışıdır. Hristiyanlık teslis üzerine kurulu bir dindir; bu din içinde her şey teslis ile irtibatlı olduğu gibi mesele sadece soyut bir tartışmanın çok ötesindedir. Hz. İsa etrafında teşekkül eden teoloji Tanrı ile irtibatı ve vahyi farklı bir şekilde ele aldı. Bu anlayış, Kilisenin şahsında tecessüm eden Hz. İsa ile “sürekli vahiy” anlayışıydı. Bu sayede Hristiyanlık “kutsal bilgiyi” Kilise üzerinde yorumlarken kutsal kitabı, onun yorumcusu ve temsilcilerini hayatın merkezine taşıdı. Bu yaklaşımıyla Hristiyanlık kadim geleneksel inançlar ile arasında bariz bir ayrım koymamış, bunu koymadığı ölçüde de göreceli olarak güçlü-zayıf bir yapı kazanmıştı. Bu yapı göreceli olarak “güçlü” idi, çünkü dinamik bir vahiy anlayışı ve Kilise Hristiyanlığa dinamizm ve coşku getirmiş, dinin somut temsilciler eliyle kesin ve açık dille konuşması mümkün olabilmişti. Hristiyanlıkta hakikatin bir sahibi vardı ve her kim ne derse desin hakikat onun söylediğiydi. Zayıf yönü ise bizzat bu güçlü yönün ta kendisiydi: Kilise temsilcileri maharetiyle ortaya çıkan yorumlar, bu dinin yeni gelişmelere karşı daha çatışmacı bir taraf olmasını sağlayarak yeni ile eski arasındaki çatışmanın daha radikal ve sarsıcı şekilde ortaya çıkmasına yol açtı. Rönesans ile gelişen bilim ve düşünce hiç kuşkusuz karşısında sadece kadim bir bilgi ve onun yorumcusunu –mesela İslam’daki böyleydi– bulmadı: yeni bilgi Tanrı’nın “sürekli vahyini –yanılmaz Kilise’nin bilgisini–” karşısında buldu ve bir anda akıl ile vahiy karşıtlığı somut taraftarlar arasındaki büyük çatışmalara yol açtı. Hristiyanlığın “rasyonel argümanlar” üzerine kurulu teolojisinin çökmesiyle neticelenen çatışmanın sonuçlarını bugün bütün dünya yaşamaktadır.
İslam’ın tarih içindeki seyri önce vahiy anlayışıyla bilhassa Hristiyanlıktan farklılaşarak gelişti. Bu vahiy anlayışı sadece Hristiyanlıktan değil, kadim dinî geleneklerden tam anlamıyla bir uzaklaşmaydı. Bu anlayışa göre meşruiyetini Tanrı’dan alan bir Kilise veya ruhban sınıfı olamayacağı gibi “sürekli bir vahiy” de olmayacaktı. “Kadim kitap” paradoksal bir şekilde “tamamlanmış” kitap demekti ve vahiy onunla birlikte bitmişti. “Peygamberden sonra peygamber yoktur.” aynı zamanda sürekli bir vahiy anlayışını dışarıda bırakır. İslam içinde Tanrı ile irtibatı sağlayabilecek yegane yol Kuran-ı Kerim’de dile gelen vahiydi; onun dışındaki irtibat imkânları –ilham, keşif, içtihat vs. – “ikincil” kalacaktı ve gerçek bir etkiye sahip olamayacaktı. İslam en geniş kesimi teşkil eden Sünnilik ile onun etkilediği ölçüde Şiilik “sürekli vahiy” anlayışını kabul etmeyerek bu vahyin otoritesini temsil edebilecek kurumların meşruiyetini bütünüyle ortadan kaldırdı. Bu yaklaşım İslam ile modernlik arasında kurulan bağlarda dikkate değer hususların başında gelir. Çünkü İslam Hristiyanlık gibi bir temsilciler sınıfına ve Kilise’ye sahip değildi ve vahiy devam etmiyordu. Bu durumda İslam yeni gelişmelere göre daha “yorumlanabilir” ve adapte edilebilir bir bilgiye sahipti. İslam’da bilgi nasların yorumlanmasından ortaya çıkan “içtihadi” bilgiydi ve her içtihat yanılma ihtimaline açıktı. Müslüman âlimler vahyin sübutu ile yorumu arasında ayrım öngörerek içtihat ile nassın sınırlarını çizmişlerdi. Bu itibarla yorumlama İslam ilahiyatının varlık sebebi olsa bile yorumcu âlimler Kilise gibi bir otorite kazanamamıştı. İslam’ın çağdaş dünyaya yakınlığında bu durum çok önemli bir imkân olmuştur.
İslam’ın vahiy ile yorum arasında kurduğu ayrım İslam’ın hem avantajı hem “dezavantajıydı”: Bunun bir neticesi İslam’ın somut ve kesin bir dil kullanamamış olmasıdır. Bu durumda İslam içinde dini kimin temsil ettiği ve hangi yorumun gerçek yorum olduğu başlı başına bir sorundu. Sünnilik ile Şii-Batinilik arasındaki tartışmaların en önemli noktası burasıydı: Dinî bilgiyi kim temsil edecek? Bu sorun günümüzde de İslam dünyasında dikkate değer karışıklıklara yol açar. İslam’ın siyaset ve devlet ile güçlü ilişkisinin nedenlerinden birisi bu boşluğu kapatmak niyeti olduğu gibi fıkhın göreceli olarak öteki bilimlerin önüne geçmesinin sebebi de budur. Fıkıh ve kurallar alanı Kilise’nin boşluğunu dolduran bir işleve sahiptir. Ancak fıkhın Müslümanların hayatında bariz bir yer tutması başka bir soruna yol açtı. Bu da Müslümanların dünyayı “fıkıh” ve onun ana kavramını teşkil eden “teklif” zaviyesinden yorumlamış olmalarıdır. Bu yaklaşım zaman içinde Müslümanların tabiattan ve hadiselerden uzaklaşarak daha dar bir evren anlayışı içine kapanmalarına yol açtı. Artık bilgi kitabi bilgiye dönüşerek tabiattan daha da uzaklaştı. Müslümanlar “teklif” ile irtibatlı olmayan alanlarla ilgili meseleleri yeterince ehemmiyetli meseleler olarak görmedi. Bundan daha önemlisi ise İslam’da “teklif” dışındaki alanlarla ilgili araştırmayı teşvik edebilecek güçlü bir saikin bulunmayışıydı. Müslümanların bilgi tasnifinde sıkça atıf yaptıkları ilkelerden birisi “Bilginin değeri malumuyla ilgilidir.” ilkesiydi ve bu ilke hiç kuşkusuz fıkhı ve öteki din bilimlerinin tabiatı “bilim olarak bilim yapmak” maksadıyla araştıran bilimlerden üstün kabul etmeyi icbar eder. Vakıa böyle de oldu! Müslümanlar naslar ekseninde şekillenen “tefsirî” ilimleri tabiatı araştıran bilimlerden üstün sayarken, tabiat üzerindeki araştırmalar dolaylı olarak teşvik edilen bir şey oldu.
Fıkhın din bilimlerinin merkezinde yer alması iki alanda bir ihmale yol açtı: sonraki İslam düşüncesi bu iki alandaki boşluğu doldurmak üzere çeşitli teşebbüslere sahne oldu. Bunlardan birincisi yükümlülük alanına girmeyen alanların değersizliğiydi dedik ve buna değindik. Tabiat araştırması başta olmak üzere, bilim yapmak İslam içinde dinî ilimler kadar gerçek ve önemli bir iş sayılmadı. Tabiata yönelik ilgisizlik din ilimleriyle dünyevi ilimler ayrımını din ilimleri lehinde pekiştirdi. Tevhit merkezli bir dinde böyle bir ayrımın ortaya çıkması Müslümanların üzerinde durması gereken çok önemli bir entelektüel meseledir. Bu durum en azından nasların genel okunuşuyla da çelişkilidir. Çünkü naslarda tabiatın bir ayet olarak zikredildiğini ve insan ile tabiat-âlem arasında güçlü irtibat kurulduğunu görmekteyiz. Müslüman düşünürlerin bir kısmı Allah’ın tekvin sıfatı ile kelam sıfatını ayrı ele alarak âlem ile nassı –vahiy– aynı derecede “ayet” kabul etmedi. Bu durum İslam düşüncesinin mühim çelişkilerinden birisi olduğu kadar İslam dünyasındaki pek çok sorunu da açıklayabilecek bir hadisedir. Tasavvuf “tabiatı bir ayet ve alamet” olarak okuma sorununu fark etse bile buradan farklı bir yorum geliştirebilecek donanım tasavvuftan beklenemezdi. Bu durumda tasavvuf tabiattan daha naif bir yorum çıkartarak tabiatı “zikreden kardeşler” şeklinde okumakla sınırlı kaldı.
Modernleşmeyle birlikte bu sorun tekrar ortaya çıktı ve Müslümanlar din içinde bilimsel araştırmanın yerini yeniden ele almaya başladı. Bu noktada sağlıklı bir teori ortaya koymak yerine, dinin bilimi nasıl teşvik ettiği söylendi. Müslümanlar bilimsel gelişmelerle İslam mirasının irtibatını hatırladıklarında ise modern dünyanın “öncüsü” ve kurucusu olarak İslam mirasını kabul ettiler. Günümüzde nispeten etkisini yitirse bile, “Avrupa çağdaş değerlerini ve bilimini İslam’a borçludur.” cümlesi Müslümanlarca sıkça ve yüksek sesle tekrarlanmıştır. Kuşkusuz günümüzde bu konuda daha sağlıklı bir teoriye ihtiyaç vardır. Bu durumda ortaya çıkan bilim ile İslam arasında irtibat kurmak ise kökleri İslam’da olan bir şeyi istimal etmekten ibaretti. Müslümanların modern bilim ve düşünce ile yakınlık kurabilmelerinin nedenlerinden birisi budur. Buna modern düşüncede ortaya çıkan pek çok teori ve ideolojiler de dâhildir (İslam sosyalizmi, liberal İslam vs.).
Fıkıh ve kelam merkezli dinî anlayışın yol açtığı ikinci bir mesele ise insan ve onun karmaşık hayatıyla ilgili meseleleri göz ardı etmesiydi. Bu ihmal gayet tabiiydi; fıkıh özü gereği eşitlikçi hareket eder ve insan farklılıklarını dikkate alamaz. “Teklif” merkezli bir bilim insanları müşterek kabul ederek insan meselesinin karmaşıklığını dikkate alamaz. Bu durumda insan görevini yapan-yapmayan olarak ele alındı ve onun bir varlık olarak gelişimi meselesi göz ardı edildi. Bu aynı zamanda sanatın, kültürün ve insanın kendisini ifade ettiği alanların daralması demekti. Bu ihmal göreceli olarak tasavvuf tarafından doldurulmak istenmiştir ve tasavvuf insanı bir mesele olarak ele almaya çalışarak Müslümanlara yeni bir ufuk kazandırmak istemiştir. Müslüman düşüncede insan bahsini ele alan tasavvuftu: insanın farklılıklarını, insan nefsinin bir umman olmasını, yaşadığı kırıklıkları vs. Bütün bunlar tasavvufun İslam düşünce dünyasını zenginleştirdiği alanlardı. Bu nedenle de çağdaş düşünceyi tanıyan insanlar tasavvufu da kendilerine yakın kabul ettiler. Çünkü tasavvufta dile getirilen insan anlayışı, en azından şekilsel olarak bir insancı düşünceydi. Çağdaş hümanist düşünceler ile tasavvuf arasında bir irtibat olup olmadığı meselesi Müslümanların meselelerinden birisi olmuştur.
Binaenaleyh genel olarak İslam’ın akıl-bilim ile ilişkisi üzerinden, daha özelde de tasavvufun insancı düşüncesi ve sanat-kültür anlayışı üzerinden İslam ile çağdaş dünya ile İslam arasında bir irtibat kurulmuş, bu irtibat ise aynı zamanda Hristiyanlığın başarısızlığı sayılmıştır. Hristiyanlığın kaybettiği zemin İslam tarafından doldurulabilir şeklinde bir kanaat Müslümanlar arasında güçlü bir şekilde yer etmiştir. Öyle görünüyor ki burada meselenin ele alınacağı teorik çerçevenin yoksunluğu verimli tartışmaları engelledi. Aslında İslam ile çağdaş dünya arasında kurulan bu irtibat ve bu noktadaki iddialar bütünüyle yanlış değildi, bunun gerekçeleri üzerinde durduk. Fakat şu sorunu görmek gerekir: Her şeyden önce İslam bir dindir ve tabiatı olduğu gibi her alandaki araştırmada temel maksat Allah’tır. Allah’ı gerçek bir özne kabul etmeyen bilim ve düşünce İslam’dan çıkmaz. Bu durumda İslam’ın doğrudan teşvik ettiği bilgi ile yasaklamadığını ayırt etmek gerekir. İslam içinden en azından klasik miras üzerinden modern dünyadaki bilim anlayışını ortaya çıkartabilecek bir tabiat arayışı, bilim düşüncesi vs. için bir teorik çerçeve bulmak ancak zorlamayla mümkündür. Tasavvuf ise İslam’ın genel nazariyesinin sınırları dâhilinde manası olan bir disiplindir. Bu nedenle tasavvufun hümanist düşünce ile arasında kurulan irtibat pek çok noktada temenniden öteye geçmedi. Hiç kuşkusuz tasavvuf insan meselesini dikkate almıştır, onun arayışını makbul saymış, bu konularda öteki din bilimlerinde göremeyeceğimiz ölçüde zengin bir literatür ortaya koymuştur; fakat tasavvuf insanın mana arayışında çözümü ve cevabı bilen bir dinî düşüncenin bilgeliğiyle krize değil cevapta tebarüz ediyor. Tasavvuf için insanla ilgili meseleler olduğu gibi ortaya çıkardığı her ürün “cevaptan” sonra olduğunda anlamlıdır. Tasavvufun hümanizm ile ilişkisinde “insanın krizini ciddiye alan fakat cevabı bilen disiplin” ilkesinin göz ardı edilmemesi tasavvuf ile ilgili pek çok muhayyel beklentiye bir istikamet kazandıracaktır.