Rönesans Hümanizmi Avrupa Kültüründe Esaslı Bir Değişim
Robert Baldwin
Hümanizm, en dar anlamıyla, klasik literatürün çalışılması, yeniden canlandırılması, tercüme edilmesi ve 1450’den sonra da neşredilmesine adanmış bir İtalyan rönesans düşün hareketidir. Bu hareket 14. yüzyılın ortalarında Floransa’da başlamış, 1400’den sonra birçok İtalyan şehrine yayılmıştır. Kendine has şehirli aristokrasisi ile İtalya, hümanizmin neşet etmesi için gerekli zengin şehir kültürüne sahip tek bölgeydi. Rönesans devri Floransa, Milan, Siena, Napoli ve Roma’sında klasik mimari formların ve hümanist yazının yeniden canlanması sadece saygın bir tarihi değil, aynı zamanda yeni, şehirli bir modernite, erdem ve gücü de gözler önüne sermekteydi. Kuzey Avrupa 1500’lere kadar hümanizme karşı açık bir şekilde düşmandı. Aristokrasisi, feodal malikanelerinde kurulmuş oturuyordu. Sadece birkaç şehrin kökleri Roma’ya uzanıyordu; Ortaçağ monastisizmi ise daha yerleşikti.
1450’den sonra matbaa devrimi hümanizmin yayılışına büyük katkı sağladı. Kitapları el yazması, lüks nesneler olmaktan çıkarıp ucuz, fabrikasyon mallara dönüştüren matbaa yazarların yeni bir otorite ve toplumsal tırmanış iddiasında bulunmasına, okurların da yeni bir bilgi, düşünsel güç ve zihne dayalı bir “iç soyluluk” ileri sürmesine imkân tanıdı.
Klasik literatürü modern kültürün temel unsuru hâline getirmek için erken dönem hümanizmi enerjisinin çoğunu müfredatı değiştirmeye ve varlıklı ailelerin oğullarını eğitecek yeni okullar kurmaya ayırdı. Eğitimi yeniden tanımlayan hümanizm kendini Avrupa aklını ve tüm yüksek kültürünü dönüştürürken buldu. Klasik geçmişe doğru olan yönelişine rağmen hümanizm, yalnızca ilme kendisi için yönelmeyen, ileriye dönük bir hareketti. Bunun yerine, ortaya çıkan pazar ekonomisi, daha büyük toplumsal hareketliliği, yeni dünyalar keşfedişi, bireysel sesleri çoğaltışı ve teknolojik ve bilimsel yenilikleri ile modern şehir hayatının zorluklarıyla başa çıkmada şehirli seçkinlere yardım edecek yeni eğitimsel, toplumsal ve ahlaki değerleri yeniden tanımlıyordu. Bütün bunlar, yeni bilim, edebiyat ve sanat akademileri bilgide bir patlamaya sebebiyet veren yavaş yavaş merkezileşen devletlerin daha geniş siyasi çerçevesinde gerçekleşiyordu.
Geç ortaçağdaki gelişmelerden ve her şeyden önce 1100’den sonra şehrin yükselişinden doğmuş olmasına karşın hümanizm, geç ortaçağ monastisizmi ve skolastisizmi 15. ve 16. yüzyıl hayatının zorlukları, fırsatları ve hedefleriyle baş etmede yetersiz olduğundan ortaya çıktı. Sivil ve siyasi katılıma güçlü bağlılığıyla hümanizm, göksel ve yersel, zihin ve beden, fikrî ve fiili, dinî ve dünyevi arasındaki ortaçağ zıtlıklarının ötesine geçti. Geç ortaçağ şövalyelik ve saray kültürünü istisna tutarak ortaçağ yazınının çoğu, günahkâr olandan kendini takvayla sakınarak ve dine aykırı bir “merak”tan kaçınarak iç yaşamın üstünlüğünü övüyordu. Tam tersine hümanizm ise kutsallık ve erdemi dış fiillere ve yurttaşlıkla ilgili başarıya oturturken “hakiki” dindarlık ve erdemi toplumsal ve siyasi düzene yerleştirdi. Bu başarılar arasında iş, aile ve siyaset önde gelmekteydi. Hümanistler, dünyayı terketmek yerine dünyevi tehlike ve ayartmaların tam ortasında erdemli bir biçimde yaşamaları noktasında modern bireylere meydan okudular. Sonuçta hümanizm, modern şehirli seçkinlerin kendilerini içinde bulduğu değişen toplumsal ve siyasi çevreyi anlamlandırmaya ve yeni düşünce ve eylem alışkanlıkları üretmeye dair yeni bir bağlılıktan daha gevşek bir kurallar ya da yönergeler manzumesiydi.
Hümanizmin Üç “Dünya”sı: Siyaset, Ahlak, Doğa
Artık insan başarısının en azametli, en asil alanı olarak görülen kamusal alan açısından hümanizmi hukuk, adalet ve siyaset felsefesi, savaş, iktisat ve tarih de keşfetmişti. Hümanizm aynı zamanda özel alan, ahlak –evlilik, aile ve cinsellik– ve özel hayatın devletle ilişkisine dair yeni, kapsayıcı tartışmalar da üretti. Genelde hümanizm aileyi tüm siyasi ve dinî erdemlerin beşiği ve yurttaş ve liderlerin eğitiminde ilk “okul” olarak görüyordu. Dünyevi yaşamı geliştirmeye odaklanan hümanizm, 1500’den sonra anatomi, tıp, astronomi, coğrafya ve botanik gibi alanlarda çarpıcı bir bilimsel kültür üretti. Bu bilimin çoğu pratik siyasi ve ekonomik çıkarlara bağlıydı.
Çağdaş gözlemciler, hümanizmin üç meşguliyetinin birliğini gözden kaçırmaktadırlar: siyaset, ahlak ve doğa bilimleri. Ancak bütün bu alanlar hümanist kültürde geleneksel makrokozmos ve mikrokozmos kavramları üzerinden birbiriyle örülmüştü. Bu geleneksel düşünüş klasik dönemden tevarüs edilmişti ve ortaçağ düşüncesinin temeliydi; evren, yerküreden devlete çeşit çeşit küçük dünyalar muhteva etmekteydi. Tüm bu birbiriyle örtüşen alanlar ilahî aklın tabana, zihnin bedene, aklın tutkulara, eğitimli kimselerin “sıradan insan”a, erkeklerin kadınlara, insanın hayvana hükmüyle işleyen düzenli sistemler olarak görülüyordu.
Daha önemlisi hümanistler, modern şehir değerleri ve tecrübesi ışığında kozmoloji, doğa bilimleri, siyaset, insan doğası ve biyolojiyi inceleyerek bu alanları yeniden tefsir ettiler. Bu şekilde hümanizm kendisini aynen ortaçağ feodalizminin bir zamanlar aristokratik ve monastik değerleri evrenselleştirmesi gibi doğallaştırdı ve evrenselleştirdi. Klasik yazarların bilimsel tabiat tartışmaları ile ideal şehir üzerine siyasi tartışmalar, erdemli, “iyi yönetilen” karakter üzerine ahlaki tartışmaları zaten birlikte yapmış olmaları rönesans hümanistlerinin benzer, her şeyi şamil söylemler geliştirmesini kolaylaştırdı. Bazı rönesans hümanistleri Platon’un metafizik geleneğine hayran kalırken çoğu hümanist daha çok Aristoteles’in, Epikür ve Stoacıların dünyevi felsefeleriyle ilgilendi.
Platoncu düşünce fiziksel dünyayı değersizleştirirken Aristocu ve Stoacı felsefe, rönesans hümanistlerine hayatın çalkantılı “suları”nın ortasında yeni bir erdemli yaşam ideali sunuyordu. Evrenin zahiri düzenini tefekkür etmesi için kendisine ilahî olarak akıl ve fikir bahşedilen Stoacı, aklı kahramanca bir ölçülülük, düzen ve erdemi tasarlamak için kullandı. Stoacılar aynı zamanda kâr getiren işleri ve itidalli bedeni zevklerin değerini de yüceltiyordu. Rönesans hümanistlerini Stoacılardan en çok etkileyen, tüm toplumsal, ekonomik ve siyasi tutkulardan ayrılmış bir iç erdemi salık veren katı Seneca değil, daha ılımlı ve siyasetle alakalı olan Cicero idi. Onun Stoacı hümanizmi, dünyevi hırsları savunurken siyasi ve ahlaki erdemi birleştiren Bruni, Manetti ve Erasmus gibi rönesans hümanistlerine daha çok hitap ediyordu.
Ortaçağ’ın Contemptus Mundi (Dünyanın Hor Görülmesi) Düşüncesi Rönesansın Hümanist İnsan Onuru Düşüncesine Karşı
Ortaçağ düşüncesini monastik contemptus mundi fikrine indirgemek çok ciddi bir basitleştirme olurdu. 1250’den sonra şehrin vaaz tarikatlarındaki artış ile 1200’den sonraki saray roman ve aşk şiirindeki patlama, bize her daim, ortaçağda monastik Vanitas’tan daha fazlasının bulunduğunu hatırlatmaktadır. Bununla beraber, rönesans hümanistleri yeni hümanist idealleri, doğumdan ölüme insan mevcudiyetinin ıstırabını tanımlayan monastik yazılarla keskin bir biçimde zıtlaştırarak tanımlamayı uygun buluyorlardı.
1430’lardan itibaren Floransalı hümanistler “İnsanın Mükemmelliği ve Onuru Üzerine” gibi başlıklarla kitaplar yazmaya başladılar. Monastik contemptus mundi düşüncesini kapı dışarı eden yeni yazın, cennet ve yeryüzünden insan mikrokosmosuna, hatta onun tüm bedenî vasıflarına tüm evrenin, ilahî oran, rasyonel düzen, ari niyet ve fiziksel güzelliğinin Stoacı anlamını yeniden canlandırdı. Pek çok klasik metin önemli olsa da Cicero’nun kutsal düzenin ve evrenin güzelliğinin ve onun içindeki tüm tabii varlıkların ve de mimariden yazıya yaratıcı insan icatlarının altmış sayfalık bir tanımını yaptığı On the Nature of The Gods (II. Kitap) kitabında kilit bir paragraf yer almaktadır. 15. yüzyıl İtalyasında toplanmış ve çoğaltılmış bu metinler, Hristiyanlığın “Tanrı’nın tecellisi” olan insan düşüncesinin yeni, fiziksel bir yorumunu geliştirmeleri yönünde özellikle Floransalı hümanistlere ilham verdi. Yalnızca, ruha dayanan manevi bir benzeyiş gören Ortaçağ yazarlarının aksine Floransalı hümanistler, tabii ve bedensel dünyayı Stoacı anlamda Tanrı’nın zihninin gözlenebilir bir tiyatrosu olarak cesur bir biçimde yeniden tanımladılar.
On the Dignity of Man (1452) adlı eserinde hümanist Manetti de insan bedeninin güzellik ve yararını, onu çimle, ağaçla ve bunların çiçek, yaprak, meyve, yağ, şarap ve balsam gibi meyveleriyle kıyaslayarak daha geniş bir tabii alana yerleştirdi. Hatta Manetti, beden işini hümanist çalışma ahlaklıyla yeniden yorumladı. Çalışma, günahın ilahi olarak cezalandırılmasından ziyade seçkin başarılardan ayrı tutulamayan ve Aristoteles’in zevk düşüncesine insan mevcudiyetinin temel bir unsuru olarak bağlı bir üretim faaliyeti hâline geldi. Daha sonraki Protestan yazarlar, çalışma ile ilgili bu fikirleri alsalar da çalışma ahlakı, İtalyan hümanistlerinden, bilhassa da Stoacı ideallerden etkilenmiş olanlarından bir asır sonra icat edildi.
İnsan Onuru ve Zihnin Yeni İç Soyluluğu
Yeni hümanist “insan onuru” ortaçağ monastik düşünüşünden keskin bir biçimde dönüş yaparken aynı zamanda doğum meselesinden eğitim meselelerine, iç karaktere ve dış eylemlere ortaçağ soyluluk düşüncesini yeniden tanımladı. Soyluluk artık, soylu (ya da ilahi) aklı kendilerini hayvani tutkuların “köleliği”nden özgürleştirmiş tüm eğitimli kişilerin erişiminde olan zihnin ya da ruhun iç niteliği demekti. Gerçek soyluluk gündelik hayata bağlı dış eylemlerle de ilintiliydi. Müreffeh, eğitimli, aristokrat olmayan şehirli sınıf bu hümanist düşünceyi şevkle benimsedi. Bu onlara “sahte” veya “yapay” kan soyluluğa karşı “hakiki”, “doğal” ve daha üstün olarak tanımladıkları yeni bir “iç soyluluk” ileri sürmeleri imkânı tanıdı. Saray hümanistleri de akıl, özgür irade, onur ve “iç soyluluk” fikirlerini aynı şekilde sürdürdü, çünkü bu onlara kendilerini altlarındaki tüm eğitimli insanlardan ayırmanın bir yolunu sunuyordu.
Hümanizm ve Yeni Etik, Dindarlık ya da “Takvalı Yaşam”
Şehirli hümanistler soyluluk fikirlerini dönüştürdükleri gibi maneviyatı da erdemli faal yaşamın yeni etik kavramlarıyla yeniden tanımladılar. Kilise himayesinin dışında çalışan pek çok hümanist için “gerçek” dindarlık, kendisini monastik inziva ile yahut da toplumun dinî, kutsal veya mistik kavramlarıyla açıklamıyordu. Çoğu hümanist tekrar tekrar yapılan ibadetlerden, haccetmekten ve kalıntı veya mucizevi resimlere tapınma gibi törensel dinî eylemlerden etkilenmiyordu. Bilhassa şehirli hümanistler açısından hakiki dindarlık, sivil erdem, aile bağları, gayretkeş ve kârlı çalışma ve toplumsal mükellefiyetlerin görünen, günlük hayatta ortaya çıkmaktaydı. Kuzeyli hümanistler (Brant, Erasmus) bekâret ve fakirliğin kutsanmasıyla ortaçağ monastik dindarlığını reddetmekteydi. Çoğu hümaniste göre monastisizm dünyevi yükümlülüklerin sorumluluğundan kaçmak için bir bahane ve “sahte”, ikiyüzlü bir dindarlıktı.
Hümanizme yapılan monastik saldırılara rağmen Roma Katolik kilise kültürü 1450 ve 1650 arasında ciddi biçimde değişti, çünkü hümanist olarak eğitilen papalar, piskopos ve kardinaller orta düzey kilise görevlisi, yazar, avukat, diplomat, özel kalem ve kütüphane müdürü olarak hümanistleri işe alıyordu. 1550’den sonra çoğu Katolik kilisesi görevlisi kendi özel meskenlerini, Tivolide Villa d’Este, Villa Lante, Palazzo Farnese, Palazzo Barberini ve Villa Borghese’de görüldüğü üzere neredeyse sadece pagan heykel ve resimlerle süslüyordu. Hümanist ve monastik/skolastik değerler arasındaki çatışma 17. yüzyıl boyunca sürerken hümanizm 1550’den önce kilise kültürü içerisine iyice yerleşmişti. Kuzey Avrupa’da reformun ortaya çıkmasıyla monastik dindarlığın hümanist eleştirisi daha radikal bir Protestan saldırı hâline geldi.
Hümanizm, Tarih ve Şöhretin Seküler Ölümsüzlüğü
“Faal yaşam”a övgünün içinden tarih ve tarihyazımıyla ilgili yeni bir hümanist hassasiyet çıktı. Klasik dönemde, tarihte icat edilen maddi bir yazınsal kategori dünyadaki hükümdarları daha geniş bir klasik ahlak ve siyaset felsefesi çerçevesinde yüceltiyordu. Bu, Hristiyan ortaçağlarda yok oldu fakat onu, o zamanın İtalyasının yeni tarihlerini modellemek için kullanan Floransa hümanizmiyle geri döndü. Hümanist kültür tarih ve süregiden yazınsal ve sanatsal yapıtların himayesi üzerinden rönesansı, geç dönemin bütünüyle muzaffer olmuş bir ölümün yüzünde çürüyen, monastik “boş” insani başarı kavramlarını tersine çeviren “şöhret”in seküler ölümsüzlüğünü tanımladı. Bundan sonra, yazar ve sanatçıların dâhil olduğu Avrupalı seçkinler dünya üzerinde kalıcı bir iz, hırslı başarı ve patronaj mirası bırakmak için bilinçli bir biçimde uğraştılar. İtalyan Rönesans sanatında portre ressamlığının ortaya çıkması yeni şöhret kültüründen ayrı tutulamaz. 1500 civarında sanatçılar kendilerini kendi portreleriyle övmeye başladılar, bazısı gururla imzasını ve tarihi atıyor, diğerleri de kendilerini yücelten kayıtlar düşüyordu.
Yeni Bir Ataerkillik Olarak Hümanizm
Rönesans hümanist yazıları kadınların kamusal alanda yönetime ve mesleklere dâhil olmasını dikkatli bir biçimde engelledi. Kamusal alanı erkeğe özgü bir alan olarak tanımlayarak ve her yaştaki erdemli kadını özel alana kapatarak Rönesans hümanizmi üst ve orta sınıf kadınlarını, genel olarak cumhuriyetçi Roma’nın “geleneksel aile değerleri” üzerine oturtulmuş ataerkil aile içerisine hapsetti. Temel eğitim çoğu üst sınıf kadın için evde mümkün olsa da, yüksek öğrenim büyük oranda yasak bölgeydi. Buna rağmen bazı soylu kadınlar, hümanistlerin kızları ve rahibeler eğitimde yüksek seviyelere çıkabiliyordu. Ancak az sayıda kadın kendi yazılarını basmaya cesaret edebiliyordu. 20. yüzyılın ortaları boyunca kadın yazarlar (ve sanatçılar) düşmanca davranan erkek meslektaşları, anaakım toplumsal düşünce ve ataerkil kurumlara karşı çetin bir mücadele ile karşı karşıya kaldılar. Zihin bizzat eril, bedense dişil addedildiğinden hümanist zihin dünyası hırslı kadınlara hiçbir teşvik sunamadı.
Bu engellere rağmen üst sınıftan binlerce kadın rönesans hümanist kültürüne eğitimli hamiler, sanatçılar, izleyiciler ve özel yazarlar olarak katıldı. 1500’den sonra matbaanın icadı ve yerel dilde edebiyattaki büyük hareketlenme kadınların çokça okumasına ve birkaç defayla mahdut olmak üzere yayın yapmasına imkân tanıdı. Ataerkil değerleri onaylayıp dolaşıma soksa bile matbaa kadınların yeni bilgi ve bir nebze de olsa kişisel otorite edinmelerini sağladı.
Rönesans hümanistlerini yeni yollarla kadınlara köstek oldukları için mahkum etmeden önce ataerkil yapıların, antikiteden 19. yüzyılın sonuna dek Avrupa’nın toplumsal, siyasi ve kültürel hayatında derinlerde köklenmiş olduğunu hatırlamak gerekir. 15. yüzyıl Avrupasının toplumsal gerçeklikleri göz önüne alındığında hiçbir erkek-tanımlı kültür devrimi kadınların statüsünü ciddi anlamda değiştiremezdi. En iyi ihtimalle hümanizm çok daha fazla üst ve orta sınıf kadının eğitim almasına yardımcı oldu. Bu, durumu çok da farklılaştırmasa da gündelik kadın hayatı ve deneyimlerine yeni bir değer kattı; monastik kutsal bekâret idealini ve şeytanlaştırılan kadın cinselliğini, evlilik cinselliğine dair müspet görüşlerle değiştirdi.
Hümanizm ve Sanatta Seküler Konuların Yükselişi
Hümanizm Batı sanatında erken 15. yüzyılda portreyle başlayan seküler konuların yükselişinin önünü açtı. 16. yüzyılda yeni, kritik bir kitleye ulaşınca hamiler ve ressamlar on kat daha fazla portre, yüz binlerce yeni, mitolojik imge üretti. Stoacı şehirliler bile çoğu albümlerde saklanan küçük basılmış mitolojik sahnelerden keyif almaktaydı. Bu durum yalnızca hüsnükabul gördüğü mitolojik sanat için değil, ahlakçı uyarıların onu daha da kabul edilir hâle getirildiği Hristiyan sanatı için de doğruydu.
Hümanizm 16. yüzyıl sanatında iki seküler kategorinin daha yükselişini hızlandırdı, bunların her ikisi de bir sonraki yüzyılda katlanarak yayıldı. Biri, ağırlıklı olarak klasik pastoral ve zirai edebiyat içinde yerleşmiş, 1450’den sonra rönesans hümanist yazarlarının taklit etmekle meşgul olduğu peyzajcılıktı. Görünürde daha az klasik olan diğer konu ise, özellikle içinde yoksul hayat, kabadayı dilenciler, sarhoş köylüler ve kahkaha atan ahmaklara ait komik sahnelerin olduğu günlük yaşamdan kesitler idi. Bu sahneler ortaçağ hicviyle bir miktar bağlantısı bulunsa da daha çok klasik komedi, hiciv ve Brant, Erasmus ve Rabelais gibi 16. yüzyıl hümanistlerinin bu türden yazılarının kitlesel imitasyonu içerisinde, derinlerde kökleşmişti. 17. yüzyılda, dördüncü bir seküler konu, klasik geçmişten yükseliverdi: natürmort.
Hümanizm ve Tek-Nokta Perspektifi
Hümanizm aynı zamanda tek nokta perspektifinin gelişimi ve hızla yayılışına katkıda bulundu. Brunelleschi tarafından 1420 civarında icat edilen perspektif, geç ortaçağ sanatında süregiden eğilimi daha çok natüralizme doğru büyük oranda hızlandırdı. Resmin içinde her şeyi ve izleyicinin gözüne görmediği şeyleri de dolaylı olarak kapsayan tek görüntülü bir alan inşa ederek kutsalı, tanıdık, üç boyutlu, maddi dünyaya getirdi. Bu şekilde, perspektif, canlı izleyicinin gözünde, resimde yok olan en uzak noktadan genişlemeye başlayan sürekli bir görsel alan yaratıyordu. Görsel olarak kesintili ilahi hakikatiyle düz, soyutlanmış, ortaçağ yüzeyi yerine perspektif resimleri çağdaş dünyanın pencereleri hâline getirdi. Şayet Ortaçağ‘da bilmek inanmak idiyse; Rönesans sanatında görmek, inanmak idi. Ortaçağ yazarları sıklıkla duyuların sahte, aldatıcı ve güvenilir olmayan dünyasını değersizleştirirken perspektif, görmeyi, matematik ve yüksek zekâ içinde oluşturulmuş, dikkatlice ölçülmüş bir geometrik düzen olarak yeniden tanımlıyordu. Bu şekilde, perspektif, insanın görmesine (bilhassa sanatsal görmeye) ve daha genel anlamda da ampirik deneye onur ve değer bahşetmekteydi. Perspektif, hem ilahi zihnin yüce alanını hem de duyuların alçak, ampirik dünyasını yeniden yorumladığı şekilde hümanist değerler içinde derinlerde yerleşti. Dünyevi görmeyi matematik ve zihnin yüce alanına çekerken yüce hakikati görmenin alçak dünyasına getirerek perspektif hakikat ile görmeyi, zihin ve bedeni uzlaştırmaya yardımcı oldu. Perspektifin dönüştürdüğü görme, ampirik bilginin yeni bir biçimi hâline geldi. Hümanizmi üreten aynı şehir (Floransa) ve aynı tarihi anda bulunan perspektif, hümanizme yakın paralelde bulunan bir estetik sistem olarak anlamlıdır. Hem perspektif hem de hümanizm insan tecrübesi ve ampirik gerçekliğini yüceltmiştir.
Sonuç: Hümanist Özgürleştirme ya da Hümanist Köleleştirme
Soylu-avam, özgür-köle, zihin-beden zıtlıklarına dair derin hiyerarşik söylemleriyle eğitim ve insan doğası hakkındaki hümanist düşünceler, sınıf kavramlarına oldukça aşinaydı. Yeni zihin soyluluğu ne alt sınıflar içindi ne de genel olarak kadınları içine dâhil etmişti. Önde gelen hümanist Boccaccio, insan onuru yolunda kadınların az bir şeye sahip olduğunda ısrar ediyordu. Yeni evrende tescil edilen tüm o evrensel soylu zihin, insan onuru, özgür irade ve kahramanca hırs retoriği adına hümanizm, toplumsal eşitsizlikleri sürdürmüş, eğitimsiz insanlara “kaba” ve “köle” diyerek onlarla alay etmiş, mitolojik tecavüzü “tanrıların aşkları” diyerek övmüş, kadınları dar roller içerisinde tutmuş ve köleleştirilmeleri, yalnızca, toplumun genel menfaatine katkı sağlayacak olan Avrupalı olmayan toplumları, ilkel vahşilere indirgemiştir.